Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Birinci Ağabeyi anarken



Hassâsiyet!..

Beşerî bir haslettir bu hâl ve hareket.

İnsanların, günlük hayatta vuku bulan bazı hadiseler karşısında dikkatli hareket etmeleri, itinalı davranmaları, duyarlı olmaları, ihtimam göstermeleri şeklinde tezahür eder.

İnsanlar, genellikle hassas mizaçlı kişilerin bulunduğu yerlerde normal zamanlardan daha dikkatli hareket etmeye, işlerini itina ile yapmaya hassasiyet gösterirler. Hâsıl olan neticeden de herkes memnun kalır.

Her ne kadar zaman zaman bazı müteheyyic fıtratlı kişilerde zaaf hâlini alarak aşırı alınganlık sebebiyle asabî hareketlerin yapılmasına sebep olsa da bir işin mükemmel yapılması veya insanın kemâle ermesi için hassasiyetin behemehal yaşanması gerekir.

Fakat bu yaşayış mâkul ölçülerde olmalıdır. Zîra insan, hayatında hassasiyet hissine pek yer vermediği zaman gabîleşir. Hadiseler karşısında çok fazla hassas hareket edildiği takdirde ise asabîleşir.

Bu ahvâlin ikisi de hilkatin hikmetine aykırı ve insanın fıtratına zıttır.

İhlâs hassası gibi hassasiyet hissi de hayır ve şerre bakmadan samimî olarak kullanıldığı her yerde netice verir. Fakat asıl kullanılması gereken yer; ibadet, hayır ve hasenelerdir.

Bu hasleti yerinde, zamanında ve usulüne uygun olarak kullanan insanlar, maddî ve mânevî yönden hayatları boyunca faydasını gördükleri gibi öldükten sonra da hassasiyetlerinin tezahürü olarak yaptıkları hâller ve hareketler sayesinde rahmetle anılırlar.

Bu günlerde vefatının birinci yılı vesilesiyle rahmetle andığımız merhum Birinci Ağabey de onlardan biridir.

***

Mehmed Emin Birinci…

1933 yılında, Rize ilinin Pazar kazasının Hisarlı Köyünde dünyaya geldi. Babası köyün eşrafından sayılan Hasan Efendi, annesi takva ehli muttakî bir insan olarak bilinen Elmas Hanımdır.

Maddî, mânevî ve içtimâî yönden ‘çileli devirlerin çocukları’ndan biri olmasına rağmen annesinin, babasının, akrabalarının lisân-ı hâl ile yaptıkları tesirler neticesinde iyi bir aile terbiyesi aldı.

Bütün çocuklara kendi evlâdı nazarı ile bakan ve örnek olma mesuliyeti ile hareket eden köy ahâlisinin hassasiyeti sayesinde hayatı boyunca itina ile yaşayacağı güzel hasletler kazandı.

İbadet hassasiyeti ve okuma hevesi de o hasletler arasındaydı.

Yedi yaşında ilkokula gidip kısa zamanda okumayı, yazmayı öğrendi ise de okuyacak kitap bulamadığı, kendisine verilenlerden de zevk almadığı için okuma hevesini teskin edemedi.

Kendisinin “Sene 1947. Memleketimizin duçar olduğu karanlık devirlerin son yıllarını yaşamaktayız. Karanlık devir, zulmet devri. Zîra çok iyi hatırlıyorum, köylülerin elbirliği ederek tutmuş oldukları köy imamından din dersleri almak için bütün köy çocukları camiye gidiyoruz. Öğrendiğimiz din dersleri Kur’ân okumak, namazın hâllerini öğrenmek, imanın şartlarını bellemekten ibaret” şeklinde anlattığı zor şartlar altında ezberlediği sûreler ve öğrendiği bilgilerle ibadetlerini ifa etmeye çalıştı.

İbadet ettikçe dine ilgisi arttı, merak ettiği hususlar çoğaldı ama dinî dersler vermek yasak olduğu, gizlice verenler de yakalandıkları takdirde şiddetle cezalandırıldığı için sorup öğrenecek kimse bulamadı.

Bunun üzerine o da aile büyüklerinin veya köyün ileri gelenlerinin çeşitli vesilelerle yaptıkları sohbetlere katılıp konuşulanları dikkatle dinleyerek merakını izale etme cihetine gitti.

Akrabalarından Remzi Efendi ile Halil Dayının, Hakkı Usta, Kadir Usta ve köyün ileri gelenleri ile yaptıkları sohbetlerde sık sık Bediüzzaman Said Nursî’den bahsetmeleri dikkatini çekti.

Bir süre sonra onlar Sefer Ustaya getirttikleri risâleleri okumaya başlayınca o da aralarına katıldı. Okunan bahisler merak hislerini tatmin ettikçe ruhunun rahatladığını hissetti ve akşamları Hakkı Ustanın yanına giderek risâle okunmasını istedi.

Kendisi de arzu ettiği için bu isteği memnuniyetle kabul eden Hakkı Usta risâlelerden birini, çoğu zaman da Beşinci Şuâ’yı açıp okumaya başlardı ama gün boyu ağır işlerde çalışarak çok yorulduğundan uykusu geldiği için fazla devam edemezdi.

Ruhu saran okuma iştiyakını bu şekilde tatmin edemeyeceğini anlayan Mehmed Emin, görevlilerin ‘eski yazı’ demelerine kızan ahâlinin ‘eskimez yazı’ diye isimlendirdiği Kur’ân hattını öğrenmeye karar verdi.

Çevresinde, o yazıyı kendisine öğretebilecek pek kimse olmamasına rağmen, daha önce arkadaşları ile birlikte cami hocasından aldığı derslerin de tesiriyle ‘ahdederek, cehdederek’ çalışıp yirmi günde elifbayı söktü ve risâleleri okuyup yazmaya başladı.

İlk zamanlar fazla anlamasa da Risâle-i Nur’u okuyup yazdıkça lisânına âşina oldu. Bu hakikatleri arkadaşlarına da anlatmak için İhlâs Risâlesi’ni Lâtin harfleri ile defterine yazıp isteyenlere verdi.

O kitabı okuyan arkadaşlarının onu başkalarına verip diğer risâleleri istediğini, büyük kitapları yazarak çoğaltmanın da çok zaman aldığını anlayınca Hakkı Ustanın yardımı ile Sözler’i sipariş etti.

Bir süre sonra Sözler ve teksir edilmiş birkaç risâle ile birlikte Mustafa Sungur’un müdafaası da gelince çok sevindi. ‘Hâlis bir niyetle merdane yazılan’ müdafaayı ezberledi ve evlerde, köylerde, kahvelerde yaptıkları derslerden sonra heyecanla okudu.

Mustafa Sungur’un, Samsun Ağır Ceza Mahkemesinde muhakeme edileceğini öğrenince amcasının motoru ile Samsun’a gitti. Hakimin ‘Said Nursî senin neyindir?’ sorusuna onun ‘Üstadımdır, hocamdır’ diyerek cesaretle cevap verdiğini görünce hâllerine hayran kaldı. İkinci gün onu hapishânede ziyaret etti ve bir Nur Talebesi tavrıyla memleketine döndü.

Ortaokulu bitirdiği, liseye de gitmediği için ailesinin günlük işlerine yardım etmenin dışında bir meşguliyeti olmadığından bütün zamanını risâleleri okuyup yazmaya ayırdı.

Bilhassa Mustafa Sungur’un mahkemedeki masum hâllerine şahit olup yaptığı müdafaayı dinledikten sonra başlayan Bediüzzaman’ı görme iştiyakı, risâleleri okudukça daha da arttı.

Bu sayesinde ufku açılıp fikir ve düşünce dünyası gelişince yaşadığı çevre ruhuna dar gelmeye başladı. İki arkadaşı ile birlikte Deniz Astsubay Okulu imtihanlarına girmek için İstanbul’a gitti. Tansiyonunun biraz yüksek çıkması üzerine okula alınmayınca bir otelde kâtiplik yapmaya başladı.

Gazetelerden Said Nursî’nin Gençlik Rehberi Mahkemesi için İstanbul’a geldiğini öğrenince onu görmek maksadıyla muhakeme günü erkenden adliye binasına gidip salona girdi. Kısa zamanda salon, koridorlar ve binanın çevresi tıklım tıklım dolduğundan onun ‘telâşsız, fütursuz, vakur adımlarla dimdik yürüyüşünü’ ve mahkeme reisinin hakim olamadığı kalabalığı bir bakışı ise teskin etmesini ancak uzaktan seyredebildi.

Bediüzzaman’ın Akşehir Palas Oteli’nde kaldığını öğrenince ertesi gün ziyaret etmek için oraya gitti. Fakat heyecandan talebelerine meramını tam olarak anlatamadığından görüşemedi. Onunla karşılaşma anını tahayyül ettikçe heyecandan nefesi kesilecek gibi olmasına rağmen sık sık otele gitti ise de her seferinde bir mâni çıktığından görüşmesi mümkün olmadı.

Bu teşebbüsleri sırasında onun hizmetini gören bazı talebeleri ile tanıştı. Onların talebi üzerine Üstadın, kendisi ile ilgili haberler çıktıkça okumak istediği gazeteleri temin etmek, bavulunu odasında muhafaza etmek gibi bazı cüz’î hizmetlerini görmesine rağmen onunla görüşemedi.

Ziyaret etmek maksadıyla gittiği günlerden birinde, talebesi Muhsin’den onun Cuma namazını kılacağı camiyi öğrenince erkenden camiye girip müsait bir yere oturdu ve aralarda onun namaz kılışını, tesbihât yapışını, duâ edişini hayranlıkla seyretti.

Zîra, namazın ta’dil-i erkânına hassasiyetle riâyet edişi hârikaydı.

***

“Namazın ta’dil-i erkânına dair bir kitap yazsa iyi olur.”

Mehmed Emin’in, Said Nursî’den istediği ilk şey bu oldu.

Namazı dosdoğru kılmaya hayatî bir hassasiyet gösterdiğinden, Muhsin’in, muhtemelen hizmetlerine teşekkür etmek maksadıyla yanına gelip ‘Üstada sormak istediği, yapılmasını arzu ettiği’ bir şeyin olup olmadığını sormasını fırsat bilerek onun gıyabında böyle bir talepte bulundu.

Aslında onun uzun zamandır yapmaya çalıştığı şey Üstadını ziyaret edip elini öperek hizmetine girmek istediğini söylemekti. Fakat çok uğraştığı hâlde bir türlü muvaffak olamamıştı.

Bediüzzaman, o günlerde Akşehir Palas’tan ayrılıp Fatih’teki Reşadiye Oteli’nde kalmaya başlayınca, kendisini ziyaret edemeden onun İstanbul’dan ayrılacağı endişesine kapıldı.

Üstadına, gerektiğinde bazı hizmetlerini görüp ondan bir şeyler isteyecek kadar yakın olduğu hâlde onu görememeyi, yeterince gayret göstermemesine bağlayarak hemen harekete geçti.

Bu sefer muhakkak ziyaret etme kararlılığıyla Reşadiye Oteli’ne gitti. Otelin kâtibinden Üstadın kaldığı odayı öğrenip o kata çıktığı zaman Abdullah Yeğin’le karşılaştı.

“Ağabey, ben Üstad Hazretleri ile görüşmek istiyorum” dedi.

“Üstadımız şu anda meşgul. Biraz sonra haber veririz, kabul ederse görüşürsün” dedi Abdullah da.

Onunla birlikte, Bediüzzaman’ın hizmetinde bulunan talebelerinin kaldığı odaya gittiler. Mehmed Emin, onları önceden de tanıdığı için biraz sohbet etti. Onlara, ziyaret esnasında nasıl hareket etmesi gerektiğini sormaya hazırlanırken, onu görüp kim olduğunu soran Üstadın çağırması üzerine, talebelerinden birinin refakatinde odasına girdi.

Daha önce, Üstadının huzuruna çıktığı zaman neler yapacağını plânladığı, yüzünü doya doya seyretmeyi düşündüğü, hizmet etmek istediğini söylemeyi tasarladığı hâlde o anda heyecandan hepsini unuttu. Sadece ürkek ve çekingen bir tavırla yaklaşıp titreyerek elini öpebildi.

Onun, sıcacık elleri ile şakaklarından tutup şefkatle alnından öptüğü anda ise ruhu ile birlikte bütün duygularının da yıkanıp durulandığını hissederek âdeta kendinden geçti.

Bediüzzaman kendisine nereli olduğunu, ne yaptığını sordu. Ona hâhişle cevap vermek istediği hâlde, dili tutulmuşçasına hiçbir şey söyleyemeyince refakat eden kişi imdadına yetişti.

“Üstadım, bu kardeşimiz Rizelidir, Risâle-i Nur’u okuyor, elinden geldiği kadar hizmet ediyor ve daha çok hizmet etmek istiyor” dedi.

Onun huzurunda iken, nazarını yerden kaldırıp nurânî simasına bir sefer bile bakamadığını ancak, memnun ve mesrur bir ruh hâli içinde odadan çıktıktan sonra anlayabildi.

Aslında bunu yapmayı çok istemişti ama yapamadığı için de herhangi bir pişmanlık hissetmedi. Zîra hayatının en büyük mazhariyetini, orada bizzat Bediüzzaman’ın dilinden aldı:

“Seni hem Zübeyir, hem Bayram, hem Ceylân, hem Hüsnü, hem Tahirî, hem Abdülmuhsin gibi kabul ettim. Risâle-i Nur’a hizmet eyle.”

06.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Hasan’ın veda hutbesi



Muhterem Mü'minler!

Hayat düz bir çizgi gibi uzanıp gitmez. İnişi de vardır, yokuşu da... Bazen tatlı bir bahardır, bazen de dondurucu bir karakış.. Gün olur huzur ve mutluluk verir insana; gün olur, elem ve ıztıraptan yaşanılmaz hale gelir. Zıtlar iç içedir hayatta...

Yaşanan çok elem verici, çok sarsıcı bazı olaylar, durumlar vardır. Ölüm ve ayrılık gibi meselâ..

Bir halk şairimiz bu listeye bir de yoksulluğu ilave eder:

Üç derdim var, birbirinden seçilmez;

Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm..

‘Ayrılık acısı’ deyip geçilmez. Bu acıyı ölümle bir tutanlar, hatta ölümden daha yakıcı bulanlar bile vardır.

Yine bir şairimiz der ki: Ölüm ile ayrılığı tatmışlar, elli dirhem fazla gelmiş ayrılık. Ayrılık birçok insanın kaderidir. Gurbete düşer, dost ve sevgililerinden ayrılır. Dostlar ondan uzaklaşır veya ölümle ayrı düşerler. Ne sebeple olursa olsun ayrılık bir hüzün ve ıztırap vesilesidir.

Ama ölümün de, ayrılığın da, yoksulluğun da, biricik ilacı ve çaresi, bizi ve kâinatı yaratan Allah’a iman ve kulluk etmektir, O’na tevekkül etmektir.

(Ey her şeyi hâlden hâle değiştiren Allah’ım. Bizi de değiştirdiğin bu hallerin en güzeline erdir ve değiştir.)

Bizim, insan olarak değişen, bin bir şekle giren hâlimizi biliyorsun. Yolların en güzelinde giderken, sırat-ı müstakim ashabının yolunu izlerken melceimiz, sığınağımız, rahmet Peygamberin, Habibindir. Onun izini kaybettiğimiz an, çöllerde yolunu kaybetmiş birer yolcudan farksız oluruz. Dünya bu kadar kalabalıkken bile bunca yalnızlığın başkaca izahı var mı şu dünyada? Dünya bu kadar kalabalık ve ortalık insandan geçilmiyorken yine de insanların yaşadığı bunca yalnızlığın başkaca izahı var mı ki? Şu an kalbimize adını düşürdün ve kalabalıkların içinde yalnız birer insan olmaktan bizi kurtardın Allah’ım.

Kim Senden uzakta neyi aramışsa, bulduğu başına belâ olmuş. Aradığı sorularına cevabı Senden ve Peygamberinden ve de Kur’ân’ından başka kim nerede bulabilir ki? Şaşırtmayan doğru başka nerede bulunabilir ki? Dünya gurbetinde her insan gibi biz de işte birer garip yolcuyuz. Çelişkiler yumağıyız. Sana duâya yöneldiğimiz, Senin adını andığımız zaman gerçekten yaşadığımızı hissediyoruz. Tek gayemiz var, Senden uzaklara düşmemek. Akmak istiyoruz engin nehirler gibi, denizlerin ta içine doğru. Nehirler, denizlerin derinliklerinde durulurmuş. Huzuruna durmak, huzurunda durulmak istiyoruz. Kiri, pası, isi; nesi varsa nesi, hepsini orada bırakmak istiyoruz.

“Ey insanlar! Fâni, kısa, faydasız ömrünüzü; bâki, uzun, faydalı, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin gereğidir, öyleyse Bâki-i Hakikî olan Allah’ın yoluna sarfediniz. Çünkü O’na yönelen her şey, ebediyet cilvesine mazhar olur. Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve madem bu fâni ömrü, bâki ömre dönüştüren bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insanlığını kaybetmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı gerçekleştirmeye çalışacak ve buna uygun hareket edecek. İşte o çare budur: “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. “Lillah, livechillah, lieclillah” rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.”

Muhterem cemaat, değerli büyüklerim, abilerim ve sevgili ders arkadaşlarım!

Ben bu hutbemi, sizler adına ve özellikle ders arkadaşlarım adına, iki gün sonra aramızdan ayrılacak olan çok değerli hocamız Sadık Özdemir Beyefendi için güzel bir uğurlama olsun diye hazırladım. Tabiî ki değerli hocamızın uğurlanması da, karşılanması kadar, belki ondan daha fazla heyecan verici oluyor. Çünkü karşılanırken henüz tanımıyorduk. Ama onu bugün, tam da kendisini bir çok yönüyle tanıdığımız, ve onun da bizi tanıdığı, kendisinden istifademizin doruk noktasına geldiği ve daha da ileriye gideceği bir anda, resmî görevinin tamamlanması sebebiyle, hüzün ve ayrılık duyguları içinde uğurluyoruz. Aslında dört yıllık görev süresi içinde binlerce defa bizlere kürsüden ve minberden hitap eden ve nice binlerce defa mihrapda namaz kıldıran ve hele hele Ramazan aylarındaki o hızlı temposunu unutamıyacağımız muhterem hocamızın bu son hutbesini, öğrencilerinden birine bırakmış olmasında çok anlamlı mesajlar vardır. Biz yaştaki masumları bu camide ilk defa hutbe makamına, hatta mihrapda namaz kıldırma makamına çıkaran bir isim olarak bu caminin şeref levhalarında yerini alan hocamızın artık gözü arkada kalmasın.

Madem ki o bizi adam yerine koyup, siz değerli büyüklerimizin huzurunda, meleklerin huzurunda ve Allah’ın huzurunda, masum ve günahsız lisanlarımızla bizi konuşturarak, geleceğimizi garantiye alırcasına, büyüdüğümüz zaman da yine günahlardan uzak kalacağımıza dair Allah huzurunda söz verdirdi, öyleyse biz de hocamıza söz veriyoruz ki, biz hayatımızın en kritik dönemlerinde, gençlik hissiyatımızın dorukta olduğu zaman diliminde, hatta günahların ve çirkinliklerin kol gezdiği ortamlarda bile kendimizi korumaya çalışacağız. Eğer ömrümüz varsa gençlik köprüsünden ihtiyarlığa adım atarken bile hutbelerle, duâlarla beraber olacağız ve hatırladıkça size duâ edeceğiz.

Muhterem hocamız, gönül isterdi ki, cemaat olarak veya hiç değilse, öğrencileriniz olarak ben ve arkadaşlarım, Pazar günü hava alanında bulunup size el sallayıp “güle güle” diyelim. Sizi hediyelerle uğurlayalım. Ama buna imkân olmadığı için uğurlamamızı lütfen bugün burada kabul ediniz. Ve unutmayınız ki, bizler, hutbelerimizle, namazlarımızla ve duâalarımızla geride bıraktığınız canlı hediyeler olarak, sizi daima hayırla yad ederek, manevî hediyelerimizi ilelebed size havale edeceğiz. Hutbemi, Hadid Sûresinin 1. ve 2. âyetleriyle bitirmek istiyorum:

‘Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tespih eder.

Onun kudreti her şeye galiptir ve hikmeti her şeyi kuşatır.

Göklerin ve yerin mülkü O'na aittir. Hayatı da, ölümü de

O verir. Onun kudreti her şeye yeter.’

06.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Cennetten özel bir saray siparişi



Ebû Musa’nın (r.a.) rivayet ettiği hadis-i şerife göre Efendimiz (asm), Cenâb-ı Haktan naklederek buyurmuşlardır ki: “Bir kulun çocuğu öldüğü zaman Cenâb-ı Hak meleklerine, ‘Kulumun biricik evlâdının ruhunu aldınız mı?” diye sorar. Melekler, “Evet” derler.

Cenâb-ı Hak, “Demek kulumun ciğerparesinin ruhunu aldınız” buyurur.

“Evet.”

“Peki, kulum ne dedi?”

“Sana hamd etti ve ‘İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciûn=Biz Allah’tan geldik ve Ona dönüyoruz’ dedi.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Öyleyse kulum için Cennette bir saray yapın ve adını da hamd Sarayı koyun.”1

Kulun yaptığı iş zor iş ve aldığı mükâfat da o ölçüde büyük: Cennette Hamd Sarayı.

Çetin imtihandır evlât imtihanı. Güçlü iman gereği, ciğerparelerinin vefatlarında, “Bu yavru Halıkımın benim nezaretime verdiği sevimli bir mahlûku idi. Bir emanetti. O verdi. Şimdi de hikmeti gereği emanetini benden aldı, daha iyi bir yere götürdü. Benim o emanette bir hissem varsa, hakikî bin hisse Onun Hâlık’ına aittir” diye düşünen o anne veya baba sabır içinde şükrederer. Ne isyan eder, ne de şikâyete girerler. Ne de meyusâne feryat ederler.

Evlâdları vefat ettiğinde Ümm-ü Süleym yolculuktan gelen efendisi Ebû Talha’ya bu üzüntülü haberi şöyle haber vermişti: “Bir cemaat, bir ev halkına bir şeyi geri almak üzere emanet olarak verseler, sonra da geri almak isteseler, ev halkının onu vermeme hakları olur mu?”

“Hayır” demişti Ebû Talha (ra). Sonra da Ümm-ü Süleym: “O halde oğluna mukabil Allah’tan sevap bekle”2 diye cevap verdi.

Açıkça evlât, nezaret ve himayemize verilmiş Allah’ın bir emaneti, hoş ve güzel bir hediyesidir. Onu maddî ve mânevî tehlikelerden korumak ebeveynin görevidir. Vefatlarında da sabırla şükretmek onları Allah için sevmenin işaretidir.

Evet, Cenâb-ı Hak, onlar yaşarken olduğu gibi vefatlarında da yine bizi onlarla imtihan etmektedir. Kur’ân-ı Kerim de açıkça onların birer imtihan vesile olduklarında bir âyetinde şöyle anlatır: “Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız ancak birer imtihandır; mükâfatın büyüğü ise Allah katındadır.“3 Evlâtları yetiştirirken imtihan olduğumuz gibi vefat ettiklerinde de benzer imtihanlardan geçiyoruz.

Evlâdının ölmekle yokluğa gitmeyeceğini bilen mü’min bu imtihanı sabır ve şükürle kazanır.

Gençlik Rehberi’nde denildiği gibi4 nasıl çok sevdiğin evlâdın can çekişirken Lokman Hekim, Hızır gibi bir doktor gelse, evlâdın dirilip gözünü açsa ne kadar sevinir, mutlu olursun.

Evet, o çocuk şu sıkıntılı dünya hayatından kurtuldu. Daha güzel bir yere gitti. Cennetin bir kuşu oldu. Orada daha güzel gezer, keyfeder. Hem orada “ebediyen yaşlanmayacak çocuklar”5 meâlindeki âyet sırrınca sürekli çocuk kalacak. Milyonlarca sene kucağına alıp seveceksin. Belki hayatta kalsaydı on sene çocuk olarak sevecektin. Ama o masum öldü, sıkıntısız, acısız bir âleme gitti. Orada sürekli senin çocuğun olacak.

Demek iman öyle bir hazine ki onda her derdin devası bulunuyor. Acaba bu teselli kaynağının yerini başka ne doldurabilir?

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Cenâiz: 36. 2- Riyazü’s-Salihîn terc. Ve Şerhi, 1:77 (Buharî’den.) 3- Enfal Suresi: 28. 4- Gençlik Rehberi, s. 18. 5- Vakıa Suresi: 17.A

06.04.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



İlker Bey: “Âyetlerde geçen, ‘kendi eliyle kazanmak’ ne demektir? Kişi kendi eliyle kazandığını dünyada mı, ahirette mi bulur? Dünyada birisinin az, diğerinin çok kazanması bu kapsama girer mi?”

Kur’ân, “İman edenleri ve onlara iman ile tâbi olan nesillerini ve zürriyetlerini Cennette birbirine kavuşturacağız. Onların amellerinden de hiçbir şeyi eksiltmeyeceğiz. Herkes kendi kazandığıyla karşılık görür”1 buyurur. Bu âyette geçen kişinin kendi eliyle kazandığını bulması, kişinin yapıp ettiklerine karşılık dünyada veya ahirette, Allah’ın adaleti gereği bulduğu bedellerdir, karşılıklardır.

Dünyada Cenâb-ı Allah dilediğine az, dilediğine çok veriyor şüphesiz. Bu birebir karşılık olabilir tabiî ki, ama bunları da Allah’ın fazlından ve imtihan gereği verdiği şeyler olarak bilmek ve Allah’ın verdiği bütün nimetler için şükrü elden bırakmamak lâzım. ‘Ben kazandım’ demek, kişiyi şükürden uzaklaştıran bir tehlikedir. Âhirete ulaşmadan her şeyi imtihan gereği bilmek daha doğru olur.

***

Kıbrıs’tan okuyucumuz: “Cenâb-ı Hak rızkımızı tayin ettiği halde neden çalışmak zorundayız?”

Çalışmak zorundayız. Çünkü:

1- İnsanız. Çalışmakla yükümlüyüz.

2- Çalışmak helâlinden istemek mânâsında bir fiilî duâdır. Haram kazançtan Allah’a sığınmak ve kazancın helâlini istemek bizim vazifemizdir.

3- Kendisinin ve çoluk çocuğunun helâl rızkı için alın teri dökenleri Cenâb-ı Allah sever.

4- Çalışmak Allah’ın emri ve bütün Peygamberlerin sünnetidir. Cenâb-ı Hak Kur’ân’da, “İnsan ancak çalıştığına erişir”2 buyurur.

5- Kazancımızdan başkalarını da yararlandırmak, başkalarına yardımcı olmak, başkalarını yedirmek, içirmek, giydirmek ve derdine derman olmak büyük sevaptır. Bu sevap ise çalışmakla elde edeceğimiz helâl kazanca bağlıdır.

Hazret-i İsa’dan (as) sonra gelmiş salihlerden olan Cercîs Aleyhisselâm helâl mal kazanmak için hiç durmadan ticaret eder, çalışır, kazanırdı. Herkesin zekâtını hesapladığı yıl sonu gelince o malının zekâtını değil, sermayesini hesaplar ve fakirlere dağıtırdı. Derdi ki:

“Benim çalışmam, pazarlara gidişim ve ticaretim ancak fakir fukara içindir. Eğer o maksadım olmasa bütün malımı fukaraya yağma ettirirdim.”3

6- Rızkın tamamen Allah’ın ikramı olduğunda şüphe yoktur. Rızkın tek zerresi bile bizim mülkümüz değildir. Yaratıcısı biz değiliz. İkram eden biz değiliz. Allah’ın yeryüzünde yarattığı rızkı Allah’ın bize hibe ettiği aza ve organlarımızla kazanıyoruz. Bizi ve sahip olduğumuz bütün kuvvetleri yaratan Allah olduğu gibi, bize çalışma gücü veren de, kazancımıza bereket veren de, bizi rızıkla doyuran da hiç şüphe yok ki Cenâb-ı Allah’tır. Helâlinden kazanmakla, helâl yerlere harcamakla ve şükretmekle vazifeli olan ise bizleriz.

Öyleyse bizim çalışmamız, rızkı Allah’ın verdiği hakikati ile çelişmez.

***

Abdülmecit Bey: “Tahiyyetü’l-Mescid Namazı nedir? Her vakit kılınabilir mi?”

Bir camiye veya mescite ilk defa giren kimsenin kıldığı iki rekâtlık bir namazdır. Hükmü sünnettir. Bu namaz vakit namazı dışında camiye veya mescite girildiği zaman kılınır. Vakit namazına başlanmış olması durumunda ise, kılınan vakit namazı Tahiyyetü’l-Mescid namazı yerine geçer.

Tahiyyetü’l-Mescid namazı üç kerahet vaktinin dışında her zaman kılınır. Şafiîlerde kerâhet vakitlerinde de kılınabilir.

Dipnotlar:

1- Maide Sûresi: 6; 2- Tûr Sûresi: 52/21

2- Necm Sûresi, 53/39

3- Taberî, 3/174

06.04.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Farklılıklar avantajdır



Yüce Yaratıcı bizi farklı yaratmış. Sûretlerimiz farklı olduğu gibi, sîretlerimiz de farklı... Hatta parmak izlerimizden tutun, saç tellerimize; seslerimize varıncaya kadar hepsi birbirinden farklı biçimde yaratılmış. Huylarımız, kişiliklerimiz, mizaçlarımız da birbirinden farklı... Duygularımız, zevklerimiz, alışkanlıklarımız da birbirine benzemez. Anlayış seviyemiz, becerilerimiz, kabiliyetlerimiz de farklı olabiliyor.

İlk insan Hz. Âdem’den günümüze kadar insanların yaratılış biçimi böyle devam ediyor. Kıyamete kadar da böylece devam edip gidecek. Yüce Allah’ın takdiri, hikmeti, tercihi böyle. Bu noktada insanoğlunun hiçbir tercih hakkı olmadığı gibi, hiçbir dahli veya rolü de yoktur.

Bu farklılıklarımızın bir neticesi olarak, mensubu bulunduğumuz cemaatin hizmet tarzı, metodu da farklı olabilir. Olayları yorumlama, hadiselere yaklaşım durumları birbirine benzemeyebilir. Esasta ve maksatta zararlı bir durum söz konusu olmadıkça, hizmetteki farklılıkların hiçbir zararı yoktur, hepsi de geçerlidir.

Hakikat-i hâlde bu farklılıklar birer zenginlik olarak görülmesi lâzım. Birbirinin eksiğini, hatasını, kusurunu izâle eden, birbirine kuvvet veren imkânlar olarak telâkki edilmesi gerekir.

Öte yandan aynı cemaate dahil olan insanların, aynı mizaçta, aynı huyda, aynı meşrepte olmaları beklenemez. Değişik anlayış, mizaç ve meşrepteki insanların bir arada, bir dâvâ etrafında kenetlenip ifâ-i hizmette bulunmaları her zaman için mümkündür. Yeter ki farklılıklarımıza anlayışla yaklaşmayı bilelim. Bu farklılıkları hizmete dönüştürme maharetini gösterebilelim.

Böyle yapmayıp, farklılıkları birer ayrışma, birer ihtilâf sebebi görme yanlışına girersek, mensubu olduğumuz cemaate, dolayısıyla kudsî hizmetlerimize zarar vermiş oluruz. Kudsî bir dâvânın müntesipleri olarak, bir ihsan-ı İlâhî olarak omuzumuza konulan bu ağır ve şerefli hizmetin selâmeti ve hatırı için sebeb-i ihtilâf gibi görünen, hakikatte bizim için, hizmetlerimiz için bir ihtiyaç, bir zarûret olan farklılıklarımızı birer zenginlik görüp öylece hizmetlerimize devam etmeliyiz.

Hiç düşündük mü acaba; Efendimizin (asm), etrafındaki güzide ashabı hep aynı mizaca, aynı meşrebe, aynı huylara sahip insanlar mıydı? O güzide cemaati teşkil eden bahtiyarların farklı meşreplere, değişik huy ve mizaçlara sahip oldukları halde, hepsinin de ulvî bir dâvâ etrafından yekvücut olarak son nefeslerine kadar mücahedelerine devam ettiklerini görüyoruz.

Bunun gibi Nurların ilk tulûu ve intişârı zamanında Bediüzzaman’ın etrafında kenetlenerek ifâ-i hizmette bulunan “saff-ı evvel” dediğimiz hâdimlerin de, meşrep, mizaç, tutum ve davranışları aynı değildi. Onlarda da farklı fıtrat, değişik huy ve mizaçlar mevcuttu. Ama işte onlar bu farklılıklarını iyi bir imkân ve bir avantaj olarak görüp, yekvücut olarak tam bir tesanüd ve işbirliği içinde hizmetlerine devam etmişlerdi.

Bilerek veya bilmeyerek, insanlık icabı, bazan onlardan hata ve kusurlar da sâdır oluyordu. Mizaç veya meşreplerinden kaynaklanan bazı istenmeyen yanlışlar; zaman zaman aralarında sitemler, incinmeler, kırılmalar da oluyordu. Bu gibi durumlarda Üstadları gerekli ikaz ve uyarıları yapar yapmaz, hiçbir ihtilâfa, ayrışmaya meydan vermeden meseleler hemen halledilirdi. Bu noktada Üstad, en küçük bir sitemi, en basit bir nazlanmayı dahi ciddiye alır, bu nevî durumların hizmetlerimize zarar verebilme ihtimalini göz önünde bulundurarak, derhal gerekli ikazını yapardı. Görünürde çok basit gibi görünen incinmelerin, kırılmaların, kardeşler arasındaki uhuvvete ve tesanüde zarar vereceğini söylerdi.

06.04.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Tüketim bilmecesi çözülürken…



Diyojen olabildiğince sade yaşandığında mutlu olunacağına inanıyordu. Giyecek bir elbisesi dahi olmadığı için fıçı içinde yaşayabilecek noktaya kadar getirmişti bu inancını. Kendisine yardımcı olmak isteyenleri de “Gölge etme başka ihsan istemez!” diyerek geri çevirecek kadar kararlıydı hayat tarzında.

Diyojen kadar aşırı olmasa da “sade hayat” konusu tarih boyunca bir çok felsefeciye ilham kaynağı oldu. Hatta günümüzde tüketim ekonomisinin çığırından çıktığı Batı toplumlarında “sade hayat” modelinin hızla yaygınlaşmaya başladığını artık sıkça okumaktayız medyada. Hele ekolojik dengenin insanın tüketim çılgınlığı yüzünden bozulması ve buna tepki olarak oluşan çevreci akımlar, “dünyaya yük oluşturmayacak” hayat modellerini nasihat etmekte insanoğluna.

Üstelik, kitle iletişim araçlarıyla küçük bir köy haline gelen dünyamızda, nüfusun yüzde sekseninin sıkıntı, yoksulluk, açlık içindeki görüntülü haberleri de vicdanlara dersler vermekte.

“Tüketimin bir sınırı olmalı! Nereye kadar tüketmemiz gerekiyor? Daha fazla tüketmek her zaman daha modern olmak anlamına mı geliyor?” soruları artık daha sıkça soruluyor.

İşte bu suâllerin cevaplarını vicdanlarını dinleyip vererek “tüketim bilmecesini” çözen insanlar huzurun aşırı uçlarda değil, akıl, kalp ve ruhun buluştuğu, kucaklaştığı fıtrat çizgisinde olduğunu görüyorlar…

Yardımlaşma, dayanışma temelli bir hayat modelini örnek alıyorlar.

Bu, dinimizin öğütlediği ve Peygamberimizin yaşayarak model olduğu hayat tarzına paralel bir bakış açısı.

Zaten dinimiz “insaniyet-i kübra” mahiyetinde değil mi?

MAHALLEMDEN İNSAN MANZARALARI

“Senden cacık bile olmaz!” diyerek defalarca öfkeyle bağırıyor dükkân sahibi yanlış park eden araç sahibine.

Yere bakarak hızla geçerken yanlarından bir taraftan da dükkân sahibinin ne demek istediğini çözmeye çalışıyorum:

Kesin hakaret ediyor, ama ne demek istiyor? Garip bir hitap tarzı, belli ki yemeklerle de arası iyi. Hakareti bile yiyecek üzerinden yaptığına göre…

Dilimizin argo tabirlerinin ayrı bir ihtisas alanı olduğunu düşünüyorum. Yolda eziyet verici hallere sebep olmamayı nasihat eden rahmet Peygamberini (asm) hatırlıyorum. “Bu ölçüye göre araç sahibi de, öfkeyle bağıran esnaf da hatalı” diyorum.

Köşeli jetonum yavaş yavaş düştüğünde (!) esnafın ne demek istediğini nihayet anlayıp, dilimizin inceliklerinden bîhaber olan kendime de gülüyorum.

KRİZ, BAŞÖRTÜSÜ YASAĞI VE HIRS

Ülkemiz gündemindeki son gelişmeleri değerlendiriyor bir dostum. “Kriz, zamanı duâ zamanıdır. Umumi belâ, umumî hataların neticesinde gelir. Hangi hatayı işledik ki bu geldi başımıza? Başörtüsü yasağının kaldırılmasını gündeme getirmek artık çok zorlaşacak” diyor. Katılıyorum sözlerine.

Biz tesettürü tercih eden hanımlar için en önemli meselelerin başında geliyor üniversitelerdeki yasak. Ankara’daki bu kargaşada başörtüsü probleminin adı bile geçmiyor artık. Belli ki, daha uzun bir süre geçmeyecek de...

İşi dolayısıyla yerel yönetimde çalışanlarla sıkça muhatap olan “insan sarrafı” dostum, sohbetin ilerleyen dakikalarında yazının başında zikrettiğim sorusunun cevabını da şöyle veriyor: “Bu partiyi iktidara taşıyan faktör belediye hizmetlerindeki başarısı oldu. Ama çok şımardılar artık. Paranın ve iktidarın getirdiği güç çoğu insanı değiştiriyor, bunları da değiştirdi. İşte bu halleri kadere musibet fetvası verdirdi. İktidardakilerin vazifesi her zaman hizmetkârlıktır aslında…”

Evet, krizin elbette siyasî, hukukî yanları var. Onları değerlendirmek konu ile ilgili uzmanların işi. Musibetin kadere bakan yönünde ise pek çok hikmetlerden bir tanesinin arkadaşımın yaptığı tesbit olduğunu düşünüyorum.

Malûmunuz, “Mü'minde hırs sebeb-i hasarettir”

06.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Harikiri yapsınlar, görüşelim’



Baykal bazen şaka gibi konuşuyor. Gerilimin yumuşatılması noktasında bazı aracı çevrelerin devreye girmesi üzerine Baykal şunları söyleyecektir: “Kendilerini gözden geçirirlerse, onlarla görüşürüz.” Gayet kendinden emin ve pişkin bir vaziyette AKP’nin geleceğini çok umutsuz bir vaka olarak görmemeli. Artık bir kere ok yaydan çıktı. Okun yeniden sadakına girmesi mümkün değil. Marifet testiyi kırmamakta. Testiyi kırdıktan sonra parçalarını yeniden toplamak ve bir araya getirmek kolay bir iş değil. Hiçbir zaman da eskisi gibi olmaz. Baykal da AKP’ye olmayacak mesajlar veriyor. Kendilerini gözden geçirmelerini istemesi, aslında onların harakiri yapmalarını istemekten farksız. Harakiri yaptıktan sonra görüşmek ise, beyhude ve anlamsız. Baykal burada da kendi zihniyetini ele veriyor. Önce infaz, sonra yargılama. Bununla birlikte, hatırdan çıkmaması gereken bir gerçek var: Zaten millet ebediyen CHP’yi muhalefete mahkum etmiştir. Belli mi olur, AKP’den sonra sıra kendisine de gelebilir. Bunlar tehlikeli oyunlar ve şakası yoktur. Yine de Baykal şaka olarak algılamaya devam etsin. Bu süreçte dikkat çeken bir takım hususlar var. AKP pek geri adım atmıyor. Kapatmayı kolay kolay içine sindirebilecek gibi durmuyor. Karşı hamleler yapmaya hazırlanıyor. Karşı taraf ise, çok kararlı . Hukuk zemini üzerinden cumhurbaşkanına dahi dâvâ açma pahasına hukuksuz bir işlem yapacak kadar kararlılar. Bu durumda, fail ile mef’ul tırmanma şeridinde ilerliyor. Ülke de onlarla birlikte. Peki sonuç nereye varır? Bazı aklı evvel AKP’liler bu süreç yine bizi büyütür diye züğürt tesellisinde bulunuyorlar. Hiç de öyle değil.

***

Pekalâ, büyüdüklerini farz edelim ve yeni bir parti daha kurdular ve daha büyük oyla geldiler. Sonuç? Kaldı ki, kurmayların bir kısmı yasaklandığında belki hareketin temposu ve ivmesi düşecektir. Bu kapatma dâvâsından iki taraf da son derece zararlı çıkacaktır. Ben buna öğütücü bir süreç diyorum. Bunun iki nedeni var. AKP ile sistem, kör ile kambur gibi… Bazıları kör ile kamburu ruh ile cesede benzetiyorlar. Ancak ikisi bir olduğunda hayat bulabiliyor. Aksi taktirde oksijenleri bitiyor. Aslında ikisinin yaşaması birbiriyle yardımlaşmasına bağlı. Aksi taktirde, zıtlaşma ikisini de bitirecektir. Ağaçtaki meyveyi almak için sırt sırta vermeleri gerekir. Bu bana çocukluğumda izlediğim, merhum Yıldıray Çınar’ın bir filmini de hatırlatıyor. Baktığımız zaman sistemin AKP’nin yerine koyacağı bir malzemesinin bulunmadığı görülüyor. AKP’nin de sistemin yerine ikame edebileceği bir düzeni veya arayışı yok? Bu durumda, AKP’nin sistemle kavgası işine yaramayacaktır. Bundan dolayı ne kadar büyürse büyüsün, daha geniş hedefleri olmadığından dolayı bu fasit daireden kurtulamayacaktır. Zira muvazaa ile önceden kendi hedeflerini sınırlandırmıştır. Bunun dışına taşması eşyanın tabiatına aykırı olur. Dolayısıyla, AKP’nin büyümesi, hedefsizliği ve bunun getirdiği vizyonsuzluğu nedeniyle hiçbir işe yaramayacaktır. Devrimbazların zannettiği gibi, AKP’nin karşı bir devrim yapması eşyanın tabiatına aykırıdır. Olsa olsa sistemi biraz yumuşatır ve kimyasını esnetir. Zaten kimyası zamanın ve dinamizmin inbisat kanunlarıyla birlikte bozuluyor. AKP bundan birincil, hatta ikincil derecede sorumlu değildir. Bu itibarla, kör ile çolak veya kamburun hikâyesinde olduğu gibi taraflardan birisi ötekini gözden çıkararak bindiği dalı kesmiş oluyor. Kör çolak için ‘bu benim tabiatımda ve karakterimde değil, onu sırtımdan atayım’ dediği an, nehrin ortasında kalakalmış demektir. Baykal’ın ‘harakiri yapsın, görüşelim’ teklifi bir nevi birlikte boğulmaya çağrıdır.

***

Bundan dolayı, ben bu kavgayı anlayamıyorum. Sahiden de AKP’nin Kemalizm ile bir alıp veremediği var mı? Bir tarafa bakacak olursanız yok diyor, diğer taraf ise takiyye yaptığını ileri sürüyor. AKP’nin kadro kavgası ve rejimin ideoloji kavgası üzerinden şekillenen güvensizlik, galiba bu sürece hayat veren ortaklığı sonlandıracak.

06.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Çetelerin üstünü irtica ile örtmek



Resmi ya da gayr-ı resmî olarak açıklanan, bir şekilde medya vasıtasıyla kamuoyunun haberdar olduğu onlarca ‘belge’ Türkiye’yi ciddî mânâda tehdit eden tehlikenin ‘çete’ler olduğunu gösteriyor. Gösteriyor, ama Türkiye’yi idare etmeye talip olanlar bu ‘belge’leri görmeyip, ya da yok sayıp, asıl tehlikenin ‘irtica’ tehlikesi olduğu noktasında ısrar ediyorlar.

Türkiye’nin yakın ya da uzak geçmişine baktığımızda birilerinin her fırsatta ‘irtica tehlikesi’nden bahsettiği görülür. Bilhassa seçim meydanlarında, milletten rey alamayan siyasî anlayış, toplumu bu noktadan korkutmaya çalışır. Ama bütün bu iddiâlara rağmen ‘irtica’ yerine, ‘ihtilâller’ milletin başına çöreklemiştir.

Bugün itibarıyla baktığımızda yine benzer tartışmalar görüyoruz. Söz söyleme yetkisini kendilerinde gören bazı siyasiler ya da bürokratlar, ‘irtica’ tehlikesinden bahsedip güya milleti ikaz ediyorlar. ‘İrtica’dan ne kastedildiği tam olarak ortaya konulamadığı için böyle bir tehlikenin varlığı ya da yokluğu da açıklığa kavuşamıyor. Meselâ, gençlerin namaz kılması ya da tesettürü tercih etmesi ‘irtica’ ise, doğrudur böyle bir gidiş var. Ancak bu noktada söz söyleyenler asıl niyetlerini ifade etmek yerine, üstü örtülü beyanlarda bulunmayı tercih ediyorlar. Yani, “Gençler geçmiş yıllara nisbetle daha fazla namaz kılıyor. Genç kızlar daha fazla tesettürü tercih ediyor. Camilerde daha fazla genç görüyoruz. Namaz kılanların sayısı artıyor. Bu bizim için kabul edilemez gelişmelerdir. Bize göre ‘irtica’ budur” deseler belki bir mânâsı olur. Düşüncelerini bu şekilde ifade etmek yerine, hayâlî ve tarif edilmemiş bir irtica tehlikesiyle halkı ürkütmeyi deniyorlar. Tıpkı ‘laiklik’ konusunda olduğu gibi.

“Laikliğin sizin lügatta/lehçede tarifi nasıldır, yeri nedir?” sorusuna karşı makul cevap vermezler. Verseler de bu tarif, uluslar arası kabul gören bir tarif olmaz. Onların anladığı laiklik, pek çok uzmanın da ifade ettiği üzere Rusya ya da Fransa tipi uygulamalardan daha ‘kötü/sert’ bir laiklik anlayışıdır. Ancak bu anlayışı icra safhasına koymak, milletimizin tasvip edeceği bir tavır değildir. Nitekim, bu güne kadar böyle niyet sahipleri muvaffak olamamıştır.

Açıkça ifade etmeseler de bazılarının ‘irtica’dan anladığı ‘tesettür’dür. Meselâ, Türkiye’den bahseden her hangi bir ‘belge’de başörtülü bir fotoğraf yer alsa onu hemen ‘irticâ delili’ sayarlar. Örnek olması bakımından, “Olimpiyat rezâleti” üst başlığıyla verilen bir haberde, “İstanbul’un simgesi türban oldu” diye şikâyet edilmiş. Neymiş, ‘Olimpiyat meşalesi’nin yolculuğunu anlatan kitapçıkta, meşalenin geçeceği kentler simge eserleriyle tanıtılırken, İstanbul sayfasında küçük bir kızın türbanlı fotoğrafı yer almış. Habere göre bir ‘yetkili’ “Çok can sıkıcı bir durum” demiş. (Cumhuriyet, 5 Haziran 2008)

“Örnek fotoğraf”ta üç kız çocuğu yan yana durmuş, sadece birinin başı örtülü. Bu fotoğrafı ‘Olimpiyat rezaleti’ olarak yorumlamak, Türkiye ve dünya gerçekleriyle bağdaşır mı? Başörtüsü, Türkiye’nin ve İstanbul’un çok yabancı olduğu bir kıyafet mi? Hadiseye bu şekilde yaklaşanlar, İstanbul’da yaşamıyor mu? Eleştirecek başka ‘rezalet’ mi bulamadılar?

Asıl ‘rezalet’ gazete manşetlerine konu olan ‘çete’leşmelerdir. Bu tehdit ve tehlikeyi görmeden, hayâlî tehdit ve tehlikelerle milleti oyalamak, Türkiye’yi yönetenleri yanlış mecralara sevketmeye çalışmak medyanın yapabileceği en büyük kötülüktür.

Çetelerin ve çeteleşmenin üstünü, hayâlî irtica tehlikesi iddiâsıyla örtmeye çalışmak, kişinin bindiği dalı kesmesinden daha ‘komik’tir.

06.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Gündem dışı



Bugün, “dayatılan gündem”in dışında “Türkiye’de ve dünyada bunlar da oluyor?”la ilgili birkaç not aktarmak istiyorum.

İlk notumuz düşüncenin önünde engel olan meşhur 301. madde ile ilgili olacak.

TCK’nın 301. maddesine ilişkin AKP’nin hazırladığı değişiklik tasarısı bir türlü Meclis gündemine gelmezken mahkeme kapılarını aşındıranların sayısının arttığı ortaya çıktı. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, 2007 yılında bu madde sebebiyle mahkemelerde görülen dava sayısı 744, hakkında dava açılan sanık sayısı ise bin 189…

Hükümet yetkilileri yurtdışına çıktıklarında acilen gündeme getirileceğini söylüyorlar. Nitekim, Başbakan İsveç’e yaptığı resmî ziyarette de maddesinin en kısa sürede değiştirileceğini tekrarladı. Şimdi bir kararlılık görülüyor. Yürürlüğe girdiği Haziran 2005’ten beri değiştirilmesi gündemde olan ve hükümetin her ortamda “kısa zamanda değiştirilecek” dediği 301. madde artık düşüncenin önünde engel oluşturmayacak şekilde değiştirilmeli… Hatta tümden kaldırılmalı. Ve de zihniyet değişimi ile birlikte…

* * *

Şöyle bir haber dikkatimizi çekti: “Müslümanların sayısı ilk kez Katolikleri geçti…”

Vatikan’ın yayın organı Osservatore Romano gazetesinde yayınlanan istatistiklere göre dünya nüfusunun yüzde 17.4’ü Katolik iken, Müslümanların oranı yüzde 19.2 olarak hesaplandı. Araştırmayı yapan Rahip Vittorio Formenti, “Dünya nüfusundaki artışla, Katolik nüfusundaki artış oranı aynı. Ancak Müslüman aileler daha çok çocuk yapıyor” demiş.

Formenti, Müslüman sayısındaki artışı sadece nüfusa bağlayarak eksik söylemiş. Sayı, her gün İslâmı kabul ederek hidayete erenlerin sayesinde bu kadar çok artıyor.

Hem Bediüzzaman demiyor mu: “Ümitvâr olunuz; Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır…” diye.

* * *

Şu anda Türkiye’nin birinci gündem maddesi AKP hakkında Anayasa Mahkemesi’nde açılan kapatma davası. Salı günü partilerin grup toplantıları vardı. Erdoğan’ın ne söyleyeceği merak ediliyordu.

Erdoğan gelmeden önce, partinin yöneticileri ile davayı konuşuyoruz. Partinin güçlü ismi Dengir Mir Mehmet Fırat sorulara hep kısa ve esprili cevaplar veriyordu. Bir soruya ise “Başbakanı tanıyorsunuz değil mi? Hani uzun boylu, bıyıklı… İşte sorunuzu ona sorun…” derken tebessüm ediyordu, ancak cevabının altında başka şeyler gizli gibiydi. Peşinden grup salonuna girdiğimizde milletvekillerinin yüzlerindeki hüzün ve şaşkınlığı gördük, çaktırmamaya çalışsalar da…

* * *

CHP Anayasa Mahkemesi’nin yolunu çok seviyor. Neredeyse hükümetin her çıkardığı değişikliği mahkemeye taşıyor. Buna göre, AKP iktidarında 119 kez iptal davası açtı. 44 kanun iptal edildi. 6 yürütmeyi durdurma kararı çıktı. CHP’nin iptali veya yürütmesinin durdurması için yaptığı başvurulardan 44 tanesi ise görüşülmeyi bekliyor. Başörtüsü yasağını kaldıran Anayasa değişiklik teklifi de bekleyenler arasında. Görüleceği gibi CHP mahkemeden boş dönmüyor. Böyle olunca da her yasayı mahkemeye götürüyor. Anayasa Mahkemesi de kararını veriyor. Ne demek istediğimiz anlaşıldı sanırım…

* * *

Son notumuz da Meclis’te görüşmeleri süren Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Tasarısı ile ilgili… Tasarı gündeme geldiğinden beri çalışanların temsilcileri tarafından sert bir şekilde muhalefet ediliyor. Görüşmeler neticesinde çalışanların lehine bazı iyileştirmeler yapıldı ancak bu kadar değişiklik çalışanları pek memnun etmedi.

Tasarının muhtevasına girmek istemiyorum. Ancak bir konu var ki, o da bizi yani “gazeteciler”i ilgilendiriyor. Affınıza sığınarak haberdar edelim okurumuzu.

Gazeteciler de, artık yıpranma payı olarak bilinen fiilî hizmet zammından yararlanamayacak. Tasarı tepkilere rağmen Meclis’ten geçti. Hafta sonu, bayram tatili ve mesai saati olmayan gazeteciler artık ‘yıpranma payı’ndan yararlanamayacak!

06.04.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Acûliyet



Hizmet ve imtihan meydanı olan bu dünyada şevke binip yola çıkan hizmet ehli yeis engelini ümit kılıcıyla, kendisini başkalarından üstün görme duygusunu da “herşeyi Allah rızası için yapma” hakikatiyle bertaraf ettikten sonra ilerleyişini sürdürürken bir engelle daha karşı karşıya gelir: acelecilik.

Bir an önce zorlukları aşma, sonuç alma ve fütuhat yapma aceleciliği, sebepler dünyası olarak tanzim edilen bu âlemde neticelerin tahakkuku için şart kılınan zincirleme halkaları ve teker teker çıkılması gereken basamakları bir seferde ve sür’atle atlama hırs ve telâşına kapılan himmetin ayağını kaydırır ve aşağı düşürüverir.

Oysa Yaratıcının varlık âlemine koyduğu kanun, herşeyin tedricî bir tekâmül süreci içinde gelişip mükemmele doğru gitmesini öngörür.

Bir anda, bir çırpıda mükemmele erişilmiyor.

Söz gelişi, tohumun filizlenip dal budak salması, yaprak ve çiçek açıp meyve vermesi, hem şartlarının tamamlanmasını, hem de belli bir zaman seyrinin yaşanmasını icab ettirmekte.

Tarlada bu safhalardan geçerek yetişen başakların ekmek haline gelmesi de, buğday tanelerinin değirmende öğütülerek un haline getirilmesi ve unun fırınlarda hamur yapılıp pişirilmesi gibi aşamalardan oluşan farklı bir kulvarda başka merhalelerin tamamlanmasına bağlı.

Bir diğer örnek, insanın ana rahmine düştüğü andan itibaren doğuncaya kadar ve sonrasında bebeklik, çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve ihtiyarlık dönemlerinden geçerek yaşadığı safahat.

Bunların hiçbiri bir anda olup bitmiyor. Herşey Yaratıcının takdir ettiği İlâhî program çerçevesinde, Esma-i Hüsnadan her birinin ayrı ayrı tecellî ettiği aşamalardan meydana gelen bir tedric sürecinde kemale doğru yol alıyor.

Mükemmele ulaşma sürecinde, yine farklı Esmâ tecellîlerinin ve imtihan sırrının tahakkuku için, zorluklar ve engeller çıkarılıyor. Onları birer birer aşmak da, kabiliyetleri geliştirme sınavının gerekleri olarak karşımıza çıkarılıyor.

Bu gerçekler, şahsî hayatımız, iş dünyası, sosyal ve kurumsal gelişme süreçleri, devletler ve milletlerarası organizasyonlar için de geçerli.

Hiçbir genç, ne kadar zeki ve kabiliyetli olursa olsun, bir anda kariyer hedeflerine ulaşamaz. Okuması, tahsilini tamamlaması, uzmanlaşması, uygulamada tecrübe kazanması ve alanında aranır bir eleman haline gelmesi, sabır ve sebatla yıllarca sürecek yorucu çalışmaları gerektirir.

Aynı şekilde, hiçbir işletme bir çırpıda holding haline gelemez. Bunun için uyumlu ve çalışkan bir ekibin, doğru stratejilerle ve isabetli uygulamalarla yıllarca emek sarf etmesi gerekir.

Keza devletlerin doğması, büyümesi ve gelişmesi de aynı kanunlara ve zamana bağlı ve tâbi.

Bu fıtrî kanunlar, asıl meselemiz olan manevî hizmetlerde ve bu hizmetler için kurulmuş olan müesseselerde çok daha fazla geçerli. Oralarda da çabuk sonuç almak isteyen aceleciliğe yer yok. Tam tersine sabır, teennî ve temkin şart.

Kaldı ki, manevî hizmetlerin tamamen Allah rızası için ve münhasıran uhrevî amaçlarla yapılması gerektiğinden, onlarda dünyevî neticeleri beklememek de önemli bir esas ve prensip.

Risale-i Nur’da çok tekrarlanan “Vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakkın takdirindedir” sözünün ifade ettiği mânâ çerçevesinde bize düşen, sorumlusu olduğumuz hizmetin gereklerini yerine getirirken, neticeye karışmamak.

Netice görev alanımızın dışında olduğuna göre, o neticeye varmak için aceleye de hacet yok.

Hizmetin önündeki engelleri ve hizmet esnasında karşılaşılan zorlukları aşmanın anahtarı ise Yaratıcımızın bize bahşettiği sabır kuvveti.

Üstadın, acûliyete karşı sığınmamızı tavsiye ettiği siper olarak “Sabırlı olun, sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın” mealindeki Âl-i İmran Sûresi 200. âyetini göstermesi bundan.

Sabredelim ve sabır yarışında düşmanı geçelim ki, şevke binmiş himmetimiz tökezlemesin.

06.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri