Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

İnsanlık köyü Onunla (asm) güzelleşti



DUYGUNUN VARLIĞA DOKUNUŞU

Duygu deyip geçmemek gerekiyor. Oldukça etkili bir akımdır o. Dokunduğu her yerde varlığını hissettirir. Yeri, zamanı mühim değil, yeter ki duygu olsun, varlığı anlaşılır.

Duygu taşıyan insan nerede olursa olsun, bu taşıdığı duyguyu dağa, taşa, ağaca, bahçeye dokundurur. Onun için san'at eserinde duygu çıkar karşımıza, resimde, müzikte hep duygu vardır.

Taşıdığı duygu kadardır san'at da.

EVE, BAĞA, BAHÇEYE, KUMAŞA,

KÂĞIDA DUYGU DOKUNUYOR

Bir köye uğruyor yolumuz. Kocaman dağları geçtikten sonra ulaşıyoruz mekâna. 100 civarında hane var. Bir yamaca kurulmuş köy. Ortadaki minare, gelen misafirlere kimlik kartı gösterir gibi kocaman, çok dikkat çekici.

“Hımmm hımmm burası bir Müslüman köyü” deyiveriyorsunuz içinizden. Minare çok şeyler anlatıyor.

Evlerin mimarî yapısı okunaklı. Her evin önünde küçük bir avlu var. Yemyeşil avluda, evin pencerelerinin açılan kanatlarından güzellik görülsün diye, avlu kenarı çiçeklerle donatılmış.

Adeta tarlaya çiçek ekmek gibi bir şey bu. İnsanlar ancak bu kadar güzelliğe duyarlı olabilirler. Eve girinceye kadar da çiçekler dolu saksıların bulunduğu bir koridordan geçiyorsunuz. Rengârenk çiçekler. Her bir rengin uyandırdığı duygular farklı farklı. Köyde, şu eksik denilecek hiçbir şey yok.

Güzel olan da, köydeki hane sahiplerinin, anlaşmışlar gibi birbirlerinin bu güzel tavırlarını adet edinmiş olmalarıdır. Her hanede hemen hemen aynı estetik duyguları hissetmek mümkün. Her hane ve küçük bahçesi özel ve güzel.

Bir de caminin avlusu görülmeli. Adeta köydeki bütün güzellik camide toplanmış. Her ev en güzel çiçeğini sanki camiye getirmiş. Caminin rengi üzerine büyük itina gösterilmiş, bembeyaz gelinlik gibi boyanmış olan ana yapı, diğer renklerle süslendirilmiş. Cami, önce rengiyle karşılıyor gelenleri.

Evet, bu köyde bir şeyler var, ama bakalım nereden çıkacak?

Bu köyde bir ehil gönül var, bu köyde bir mübarek el var, bu köyde tatlı bir dil var ki bütün bir köy güzellikle dokunmuş. Bir duygu var bahçelere dokunmuş. Bir duygu var evlere dokunmuş ve bir duygu var, camiye, mekânın renklerine dokunmuş.

KÖYE DOKUNMUŞ BİR ÖĞRETMEN ELİ

Köyü adımlarken, için için köyün güzellik mimarını arıyorum.

Camide yaptığımız kulluk görevimiz sonrası, caminin dışı gibi içinin de tertemiz, çiçekli ve pırıl pırıl olması bizi hayran bıraktı.

Ama merakım iyice arttı. Bu itinanın, bu inceliğin, nezaketin bir etkeni olmalı diye düşünüyorum. Bir güzellik eli dokunmuş bu köye, ama kim?

Hani büyük şehirlerde yaşayan insanların, şehrin kalabalıklarından, gürültülerinden sıkıldıklarında hayallerinde, kafa dinleyerek yaşamak için kurguladıkları bir köy tahayyülü vardır ya, işte burası da öyle bir yer.

Köylü delikanlı, “Beyim sizi köy öğretmenime götürmeliyim. O sizinle tanışmaktan memnun olacaktır. Köyümüzün saygı duyduğu birisidir o. Yolda yürürken genç, öğretmenden bahsetme gereği duyuyor ısrarla. “Biz köylüler olarak ondan çok şeyler öğrendik. O geldikten sonra, köyün kaç tane kavgası durdu. Artık bir problem yaşandığında öğretmene gidiyor büyükler. Onun sözü, muteber kabul edildi. Köyün gençleri olarak bizlerden okuma yazması olmayanlar vardı. Bize özel zaman ayırdı ve şimdi okur-yazar olduk. Haftada bir bizimle her konuda sohbetler ediyor.

Sadece köyün öğretmeni değil o. Köyün doktoru, köyün danışmanı, köyün imamı, köyün ağabeyi…”

Köylü genç, öyle anlatıyordu ki öğretmeni, merak etmeye başlamıştım. Neyse ki, evine ve okula yaklaşmıştık.

“İşte şurası öğretmen beyin evi!” dediğinde genç, gözlerimize inanamamıştık. Zihnimiz bir köy ortamından çoktan uzaklara uçup gitmişti bile. Evin önündeki bahçe, tam bir gülistanı andırıyordu. Orada dudaklarımdan, ‘duygunun toprağa dokunuşu bu olsa gerek’ cümlesi döküldü.

Köyün güzellik mimarını artık sormak gereksizdi.

ZEMİN KATTA ISINAN BİR KAZAN KENDİSİYLE BAĞLANTILI OLAN BÜTÜN

KATLARDA VARLIĞINI HİSSETTİRİYOR

Bu satırların doğduğu yer ilginç. Şehirde, bir köy gibi olan kocaman bir okuldayım. Yüzlerce odası bulunan, sınıflar dolduğunda bir iki köyün nüfusuna ulaşan bir okul binasındayım. Sınav var.

Gözlerim kalorifer peteğine takıldı kaldı. Soğuk bir demir yığını gibiydi duruşu. Ama bu demir yığını öyle ilginçti ki, meselâ kendi başına değildi. Bağlı bulunduğu bir merkezi vardı. Zemin kattaki kalorifer kazanıyla irtibatı vardı bu peteklerin. Merkezindeki gelişmelere göre değişime uğruyordu bu garip petek.

Diyeceğim o ki, zemin katta ısınan bir kazan, kendisiyle bağlantılı olan bütün katlarda varlığını hissettiriyordu. Tıpkı, köydeki öğretmen gibi, bir yerde bir duygu varsa; onunla irtibatlı olan bütün gönüllerde varlığını hissettiriyordu.

İnsan güzelse; sair insanlar da, mekân da, davranışlar da güzelleşiyor.

GÜNEŞ DOĞUNCA KARANLIK KALMIYOR

Güneş, nerede doğarsa doğsun, bütün zamanları ve mekânları aydınlatıyor. Asırlar öncesinin sıcaklığı, asırlar sonrasına dokunuyor. Kötülük, çirkinlik, vahşilik, bedevilik; iyiliğe, güzelliğe, medeniliğe dönüşüyor.

Duygu dönüşümü, önce insan davranışlarında, sonra yaşadığı mekânda, sonra da bütün bütün o duygunun gittiği her yere taşınıyor.

Duygunun varlığa dokunuşundan medeniyetler doğuyor.

İnsanlık, insanlık ağacının hem çekirdeği hem de en müntehap meyvesi olan Hazret-i Peygamberle (a.s.m.) anlam kazandı. Ondaki sıcaklık, varlığı anlamlı kıldı.

İnsanlık köyü, onunla (a.s.m) güzelleşti.

19.04.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

26 kara nokta



Erdoğan’ın, işlerin bu noktaya gelişinde son derece kritik bir dönüm noktası olan “Başörtüsü velev ki siyasî simge olsun” çıkışının gündeme düştüğü gün bir köşe yazısında bir siyasetbilimcinin şu tesbiti aktarılmıştı:

“Kriz çıkarmak isteyenlerin elinde 26 konu var. Bunlardan herhangi biri Türkiye’de gündemi değiştirir.” (Ergun Babahan, Sabah, 15.1.08)

Bu tesbitin sahibi, bahsettiği 26 konunun neler olduğunu tek tek açıklamamış. Ama aradan geçen üç ayı aşkın zaman zarfında yaşadığımız gündem kayması, bunlardan sadece birkaçının dahi ne kadar etkili olduğunu göstermeye yeter.

Şöyle bir geriye dönüp bakalım:

Erdoğan o çıkışı yaptıktan sonra haftalarca başörtüsü meselesiyle yatıp kalktık. Başörtüsünü üniversitelerle sınırlı olarak serbest bırakma iddiasıyla anayasanın iki maddesi değiştirildi.

Meclisten geçen bu değişiklik Çankaya onayı sonrasında Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. YÖK Başkanlığı rektörlüklere yazı göndererek yasağa nihayet verilmesini istedi.

Ve bazı üniversiteler buna istinaden başörtülü öğrencileri kampüslere almaya başladılar.

Ama bu durum çok kısa sürdü. Evvelâ Danıştay, YÖK’ün yazısı için “yürürlüğü durdurma” kararı verdi. Ardından “asıl bomba” patlatıldı:

AKP hakkında kapatma dâvâsı açıldı.

Türkiye beş haftadır bu dâvâ ile meşgul.

Arada Ergenekon operasyonu da önemli bir gündem oluşturdu. Özellikle Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz, Sevgi Erenerol gibi isimlerin gözaltına alınıp tutuklanması, büyük heyecan uyandırdı.

Ardından İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu ve Doğu Perinçek’in gözaltına alınmaları, Ergenekon’u iyice gündemin ilk sıralarına yükseltti.

Ama bu hava, Selçuk’la Alemdaroğlu’nun bilâhare serbest kalmasıyla bir anda söndü. Gözaltıların zamanlama ve yöntemine yönelik eleştiriler de operasyonun hızını kesmeye yaradı.

Gelinen noktaya baktığımız zaman, mağdurlar cenahında tatminkâr bulunmasa dahi, en azından kısmî bir çözüm adımı olarak nisbeten rahatlama getirecek gibi algılanan başörtüsü girişiminin esamesi bile okunmazken, tam tersine sorun daha da kronikleşti ve buna paralel olarak mağdurların yaşadığı hüsran da derinleşti.

Ergenekon’da da sinyaller iç açıcı değil.

Bir diğer önemli konu olan yeni anayasa ise, AKP’nin cumhurbaşkanı seçiminden sonra ilk iş olarak gündeme getirip, daha sonra statükodan gelen tepkiler üzerine konuyu askıya alması, ama bunu sınırötesi operasyonla kamufle edip bir daha raftan indirmemesiyle sonuçlandı.

Ve şimdilerde, AKP’nin yaklaşık beş buçuk yıllık iktidarında “en güçlü ve rahat” göründüğü ekonomide de kara bulutlar oluşmaya başladı.

Borsa düşerken döviz ve faizin yükselmesine ilâveten, enflasyonun tırmanışa geçmesi; temel gıda maddeleriyle akaryakıt, doğalgaz ve elektrik fiyatlarının zamlanması; böylece ücretlilerin maaşlarına, yıllık enflasyon hedefi esas alınarak yapılan çok cüz’î artışların üç buçuk ay içinde eriyip, çalışanların bütçelerinde giderek artan eksilerin oluşması, tedirginlikle takip ediliyor.

Krediyle borçlanıp ev ve/veya araba alarak, güçlerini aşan borçların altına girenler, böyle yaparak oluşmasına katkıda bulundukları sahte ve aldatıcı “büyüme” tablosunun, yerini farklı ve sıkıntılı bir kriz ortamına bırakmakta olduğunu görmenin kasvetiyle kıvranıp duruyorlar.

Beş buçuk yıldır bizdeki yüksek faizden nemalanan sıcak para, işler karışınca kaçmaya yöneldi. Yatırım için gelenler de azalmaya başladı.

Dalgalı kur adı altında yıllardır dövizi düşük tutan, çünkü dışarıdan aldıkları borçlar muazzam yekûnlara ulaştığı için kendilerini buna mecbur bilen yerli sermaye dükalıkları, şu anda son derece ciddî bir ikilem ve sıkıntının içinde.

Asıl sıkıntıyı ise, halkın gündemini hakim kılmayı başaramayınca başkalarının gündemine teslim olan AKP yaşıyor. Ve beraberinde millet.

19.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kâinat, ne zamana kadar ayakta kalacak?



On Birinci Söz’ü gözünüzün önüne bir getirin. Orada servetçe pek çok hazineleri, gizli pekçok defineleri bulunan, garip san'atlar sahibi, sayısız acip fenlerden anlayan, nihayetsiz güzel ilimlere vakıf bir sultandan söz edilir. Her cemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca bu şanlı sultan da fuarlar, sergiler açıp haşmetli saltanatını, şaşaalı servetini, harika san'atlarını, hayret uyandıran ilmini göstermek ister. Bu maksatla muhteşem bir saray yapar. Menzillere, odalara ayırarak hazineleriyle süsler, san'at eserleriyle donatır, fenlerinin inceliklerini sergiler, ilminin olağanüstülüklerini gösterir. Sonra da enfes ve leziz yiyecek, içeceklerle dolu muazzam bir ziyafet sofrası hazırlayıp halkı davet eder.

Sarayın özellik ve güzelliklerini tanıtması için de tanıtıcı bir üstad tayin eder. Bu üstad onlara akıllarına takılan her soruya cevap verir. Anlattıklarından anlıyoruz ki, sultan bu sarayı yapmak ve onu envâ-i çeşit güzelliklerle donatmakla kendini seyircilere tanıtmak istemektedir. Seyircilere düşen ise, onu tanımak ve tanıdıklarını güzelce göstermektir. Sultan bütün o süslemelerle kendini sevdirmeyi arzulamaktadır. Onlar da onun san'atını takdir edip işlerini güzel görmekle kendilerini ona sevdireceklerdir. İhsanlarıyla muhabbetini göstermektedir. Halk da itaatle ona olan muhabbetlerini göstereceklerdir. Yaptığı ikramlar, sunduğu nimetlerle şefkatini gösterirken, halk da şükür ve hürmetle mukabelede bulunacaklardır. Mükemmel eserleriyle mânevî güzelliğini göstermek istemektedir. Onlar da bunu görecek ve onun teveccühünü kazanmak için iştiyak göstereceklerdir. Bütün san'atlı ve süslü varlıklar üstüne bastığı mührüyle tek ve bir olduğunu, yardımcısı bulunmadığını, her şeyin kendi eseri olduğunu göstermek istemektedir. Onlar da benzersiz, tek ve bir olduğunu kabul edeceklerdir.

Bu görevleri hatırlatan üstad, saray sahibinin yanında o kadar önemli bir mevkiye sahiptir ki, o bulunmazsa bütün maksatlar boşuna yapılmış olacaktır. Çünkü anlaşılmaz bir kitap, öğreticisi olmazsa, mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır.

Ahalinin o üstadın sözünü kabul edip dinlemesi de son derece önemlidir. Çünkü o üstadın varlığı sarayın inşâ edilmesine olduğu gibi onun dinlenilmesi de sarayın ayakta kalmasına sebeptir. Öyleyse denilebilir ki, şu üstad olmasaydı o Şanlı Melik bu sarayı inşâ etmezdi. Halk onu dinlemedikleri vakit de, elbette o saray değiştirilecektir.

Evet o saray kâinat, sultan Cenâb-ı Hak, tanıtıcı üstad Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.

Mesnevî-i Nuriye’de ise kâinat büyük bir kitap hayal edildiğinde, o büyük kitabın tanıtıcısı, üstadı olan Efendimizin (asm) nuru, o kitabın Kâtibinin kaleminin mürekkebi olduğu belirtilir.

Kâinat cisimleşmiş bir canlıya benzetildiğinde Resûl-i Ekrem (asm) onun ruhu, büyük bir insan tasavvur edildiğinde de o nur onun aklı olur.

Eğer pek güzel şaşaalı bir Cennet bahçesi hayal edilirse, Efendimizin (asm) nuru onun bülbülü olur.

Böyle bir Resûlümüz, Şefîimiz var. Allah’a ne kadar hamd etsek az değil mi?

19.04.2008

E-Posta: [email protected]




Meryem TORTUK

Varlığım, en büyük armağan bana



İlışkılerın sanallıkla değerlendirildiği zaman diliminde kendini keşfetmek biraz daha zor. Zor, ama her zorluğun içinde bir de kolaylık var. Her çağın bir imtihanı ve her imtihanın da zorluğuyla beraber kolaylığı olacak elbette.

Asırlara, zamanlara, insanlara isyan etmekten geçmiyor kendini keşfetmek. Yakınmaktan, yıkılmaktan da… Dönüp içine, özüne bakabilmek ve acılara katlanabilmekten geçiyor büyümek.

Bazen sıkılırız kendimizden bile, alıp başımızı gitmek, yeni yerler, yeni diyarlar ve insanlar keşfetmek isteriz. Kendi varlığımızın sınırları dar gelir bize. İşte o zaman bir dağa yaslanır gibi yaslanabilmek gerek yüreğine. Sıkıntılara da, tıpkı sevinçler gibi, “Hoş geldin ey öğreticim” diyebilmek. Hayıflanmadan, isyanlara sürmeden aklını, ruhunu, kalbini ve duygularını…

Her şey değişiyor, biz de değişiyoruz. İçimizdeki patika yollar, caddeler, huzur ve sükûn bulduğumuz duygularımız da değişiyor… Dünya, harmanında bizi her daim savurmaya devam ediyor. Her an bir hasat, her an yeni bir yapılanmanın kapısında bizler çoğalıyor ya da çoraklaşıyoruz…

Bugüne dair, elimizde kalan üç beş hatıra, yarına dairse sadece hayâl…

Durup dinlenmek, içindeki değişimi keşfetmek, bir kelebek gibi konmak dallarına ve özünü içine sindirmek, ne büyük bir haz varlığının sınırlarına dokunabilmek..

Parmak uçlarında hissetmek hayatı. Hayat ne büyük deniz. Onun içinde şekillenmek; hüzünlenmek, acılanmak, sevinmek, ağlamak, gülmek, müjdelenmek,…

Bir film izlemiştim geçenlerde. Orada bir adam, ayaklarından sakat, bir metro çıkışında dileniyor ve köprü altlarında hayatını yaşıyordu. Şöyle diyordu, “Sürünerek yaşıyor olsam bile, güneşin sıcaklığını hissetmeyi seviyorum. Ellerimde sıcaklığı ve soğukluğu hissetmeyi seviyorum. Rüzgârın varlığını seviyorum.” Aslında ne kadar güzel özetliyordu hayatın ve varlığın yüceliğini en sade ve açık bir dille…

Varlığımız en büyük armağanımız kendimize. Bu armağanı kabul ettiğimizde yaralarımızı daha çabuk sarabilir, acılarımızı daha çabuk soğutur ve kendimizi daha çok büyütebiliriz…

19.04.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

'Son Osmanlılar'a sosyal statü



Osmanlı'nın mührünü taşıyan binlerce kültür ve medeniyet nişanesi, hâlâ dimdik ayakta duruyor. Üstelik, bütün dünyanın ilgisini çeken ve görenleri hayran hayran baktıran en kıymetli bir mirasımız, en değerli bir servetimiz olarak gözlerimiz önünde duruyor.

Bunları, hemen her gün bizler de—yabancıların hayranlığı kadar olmamakla beraber—bakıp bakıp görüyoruz.

Peki, bu toprakların fâtihi ve bütün bu nişanelerin, bu harikulâde eserlerin bânisi olan ceddimiz Osmanlılar nerede? Onları görebiliyor muyuz? Hiç olmazsa, miras bıraktıkları eserleri kadar olsun, onları yakından görebiliyor, hatta tanıyabiliyor muyuz? Şayet, onları göremiyor ve tanıyamıyorsak, bunun sebebi nedir? Ne oldu bu güzide insanlara ki, gözden kaybolup gittiler?

Hani, arada bir duyulan şu "son Osmanlılar"a ait cenaze merasimleri de olmasa, belki hiçkimse onların varlığından bile haberdar olmayacak.

Bu durumu vefâkârlıkla, kadirşinaslıkla bağdaştırmanın imkân ve ihtimali var mı acaba?

* * *

Önceki gün, yine "son Osmanlılar"dan birinin cenaze merasimi vardı, Teşvikiye Camiinde. Vefat eden kişi, Sultan Abdülmecit’in oğlu Şehzade Süleyman Efendinin torunu, 1926 yılı Paris doğumlu Rânâ Hanımsultandı.

Rânâ Hanım, ilk evliliğini Enver Paşa ile yapmış olan Naciye Sultanın kızıydı. Enver Paşanın 1922'de Buhara taraflarında şehit düşmesi üzerine kayınbiraderiyle evlenmek durumunda kalan Naciye Sultan, Rânâ'yı 1926'de gurbet elde doğurmuştu.

Bin bir sıkıntı ve üzüntü içinde büyüyen Rânâ, kendini ilim tahsiline verdi. Çok ağır şartlar altında Sorbonne Üniversitesini bitirdi. 1949’da da diplomat olan Osman Sadi Eldem ile evlendi.

* * *

Son Osmanlılar, Rânâ Hanımın cenaze merasimi vesilesiyle iki gün evvel İstanbul'da biraraya geldi. Teşvikiye Camiinde önce cenaze namazı kılındı, ardından Beşiktaş'taki Yahya Efendi Haziresine gidildi. Rânâ Hanımın cenazesi, orada mezarı bulunan annesi Naciye Hanımın yanı başına defnedildi.

Çeşitli medya organlarında küçük bir haber olarak yer alan bu hadise sebebiyle, insanlarımız Osmanlıların varlığından bir derece haberdar oldu.

Oysa, milletimiz bu kederli aileyi ve bu şanlı hanedanı hiçbir zaman unutmamalı ve unutturmamalı. Öyle değil mi?

Hatta, siyasî iradenin onlar için uygun göreceği bir "sosyal statü"nün bile kazandırması gerektiğini düşünüyoruz.

Belki ancak bu şekilde, tarih önünde ve istikbâldeki neslin nazarında kendimizi bir derece aklayabilir, yahut vicdanımızı rahatlatabiliriz.

Zira, bu mâzisi şân ve şerefle dolu bu aile için, ülke ve millet olarak ne yaparsak azdır; onlar her türlü takdire, itibara lâyık kimselerdir.

* * *

Acı da olsa, utanç verici de olsa, yakın tarihimizin (bilhassa 1922–24 yılları) dram yüklü "son Osmanlı" sayfalarına bakmak durumundayız.

1922'de Osmanlı Saltanatına son verildi. Padişah ve maiyeti ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldı. 1924'te ise, Hilâfet makamı lağvedildi. Aynı gün içinde son Halife ile birlikte (600 kadar) Osmanlı nüfusunun tamamı sınırdışı edildi.

Bütün bu gelişmelerin "siyasî yönü" hakkında üzülmeye, hayıflanmaya gerek yok. Monarşik sistem bir şekilde bitmeli, onun yerine Meclis'e dayalı cumhuriyet gelmeli, demokrasi gelmeliydi. Ne var ki, Sultan Vahdeddin ve maiyeti dahil, Osmanlı'nın hiçbir ferdi kovulmamalı, hudut harici edilmemeliydi. Hatta, korunmalıydılar. Ama, öyle olmadı maalesef.

Onların buradan sürülmeleri, aslında hem bir vefasızlık, hem de bir güvensizlik eseriydi. Yeni hükümet, millete güveniyorsa, kendine de güvenmeli ve Osmanoğulları'nı buradan sürmemeli, onları gurbet elde sefil, perişan bir hayata mahkûm etmemeliydi.

Zira, tarih içinde hemen hiçbir kavim veya hanedan, bütün hata ve kusurlarına rağmen Osmanlı kadar vatanına, milletine, mukaddesatına hizmet edebilmiş değil.

İlâ–yı Kelimetullah yolunda ve İslâmın bayraktarlığını yapmak uğrunda dünyanın her tarafında tesirli olmuş ve 600 sene müddetle galibâne hizmet edebilmiş başka bir kavim var mı acaba?

Bu parlak hakikat tarihin tasdikinde olmasına rağmen, acaba yine Osmanlı kadar kendi evlâtları tarafından tahkir, tezyif görmüş ikinci bir şanlı hanedan var mı?

Evet acı, ama gerçeğin tâ kendisi... Osmanlı, kendi evlâdı olan bu millete büyük ve bereketli bir bağ bağışladı; ancak, işbaşına gelen bir kısım evlâdı ise, Osmanlı'dan bir salkımı dahi esirgedi; onlara adeta "Burada hayat hakkınız yoktur" dedi.

Bugün ise, farklı bir noktaya gelinmiş durumda. Bu aziz milletin yüzde doksanı, Türk'ü, Kürd'ü, Arab'ıyla, Laz'ı, Çerkez'i, Arnavud'u, Boşnak'ıyla Osmanlı'yı hâlâ seviyor, onu takdir ediyor.

Arzu ve temenni ediyoruz ki, bu milleti temsil eden siyasî irade, bahsini ettiğimiz bu büyük "Osmanlı sevgisi"ne lâyık ve uygun bir şekilde, sayıları hayli azalan ve dağınık halde yaşayan şu "Son Osmanlılar" meselesini ele alsın ve onlara hakkettiği bir sosyal statüyü kazandırmaya çalışsın.

19.04.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hayatın içinden



Erhan Bey:

*“Erkek boşanmayı istemiyor, fakat kadın boşanmak için mahkemeye başvuruyor ve mahkeme eşleri boşuyor. Bu durumda boşanma gerçekleşmiş sayılır mı? Yoksa bu durumda bile erkeğin ‘Boş ol’ demesi gerekiyor mu? Kadın bundan sonra başka bir erkekle evlenebilir mi? Evlenirse ne olur? Evlenmek için ne yapması gerekir? Sorunun bütün şıklarına cevap verirseniz çok memnun ve müteşekkir oluruz. Çalışmalarınızda başarılar dileriz. Allah sizden razı olsun.”

Boşanmak için mahkemeye başvuran taraf zaten bir irade ortaya koymuş olmaktadır. Diğer tarafın iradesini de hâkim soruyor. Mahkemeye başvuran eğer kadın ise, hâkim erkeğe boşama iradesinin olup olmadığını soruyor. Erkek irade beyanında bulunduğu takdirde hâkim boşuyor, aksi takdirde boşamıyor. Hâkim sorduğunda boşama yönünde irade beyanında bulunan erkek, bu beyanla eşini dinen de boşamış sayılıyor. Erkek boşanmak istemiyorum dediğinde ise zaten hâkim boşamıyor.

Ancak… Kadın boşanma isteğinde haklı ise, meselâ kocası tarafından ağır zulüm görüyorsa veya aile içi ağır şiddete uğruyorsa ya da buna benzer ciddî bir gerekçe ile mahkemeye başvurmuş ve erkeğin de ağır suçu veya ciddî/geri dönülmez kusurluluğu sübut bulmuşsa, erkeğin irade beyanını aramadan hâkim boşama yapabilir. Ki bu da dinen geçerlidir.

Demek oluyor ki, hâkimin adalet ölçülerinde verdiği karar, dinen de geçerlidir. Bu durumda erkeğin ayrıca “boş ol” demesine gerek kalmıyor. Ve kocanın bir boşama hakkı gerçekleşmiş oluyor. Bu durumda kadın ve erkek artık serbesttirler. Bu “bir” boşamadan sonra dilerlerse barışırlar ve birbirlerine tekrar dönerler. Dilerlerse tamamen ayrılırlar ve her birisi başka birisiyle yeni bir evlilik yapar.

***

Demir Akalın:

*“Sabah namazını camiye gidip cemaatle kılmak çok sevapmış... Ama benim kılmam gereken kaza namazlarım var... Camiye gidiş, namazı kılış ve dönüş süresinde 2 günlük namaz kaza edebiliyorum... Siz olsanız hangisini tercih ederdiniz... Saygılarımla...”

Önceliği kaza borcunuza vermeniz ve camiye gitseniz de orada bulduğunuz her fırsatta kazanıza devam etmeniz daha doğru olur.

Şunu unutmamak lâzım: Namazı namazla çarpıştırmamalı. İbadetlerde esas olan ihlâstır, samimiyettir, dini Allah için yaşama istek ve azmidir. Esas olan namaz kılmak ve namazı Allah’a tahsis etmektir. Temelde ihlâs ve Allah için ibadet yapma azmi ve niyeti olduktan sonra, ameldeki zamanla düzelecek kusurlar muafiyete uğrar. Yani ister camiye gidiniz, ister camiye gidiş geliş süresini evde kaza namazı kılmaya tahsis ediniz; siz o muradınız olan “çok sevabın” içindesiniz demektir. Kazanızı ciddî bir plânlama ile kılıp bitirdikten sonra artık namazlarınızı camiye giderek ve diğer sünnetlerine riâyet ederek kılarsınız. Allah kabul etsin. Âmin.

***

Gültekin Örenç:

*“Önceden gusül abdestine niyet ederken vesvese yapıp niyetimi onlarca kez tekrar ediyordum (acaba niyet edebildim mi edemedim mi diye) şimdi gusül abdestinde niyetin çok önemli olmadığını okudum, vesvese yapmıyorum. Şimdi o vesvese namazda niyete geçti. Kurtulmak için ne yapmam gerekiyor? Kurtulmak için estağfirullah azim diyorum. 3 x 3 kez. Bir faydası oluyor gibi, uygun mudur? Bir diğer husus; bazı insanlar namaza başlamadan önce estağfirullah ile başlayan bir şeyler söylüyorlar. Tam olarak ne diyorlar? Peygamber Efendimiz (asm) namaz sonrasında ‘estağfirullah azim’ dermiş bununla bir ilgisi var mı?”

Estağfirullah el-Azîm demek güzeldir. Fakat İslâm’da niyet, vesvese edilecek bir şey değildir. Çünkü niyet protokole tören sunma mantığı ile yapılan bir davranış değildir. Niyet, kalpteki kararlılıktan ibarettir. Dil ile söylemeye gerek de yoktur.

Meselâ, siz bir öğle vaktinde abdestinizi almışsınız, seccadenizi sermişsiniz, öğle namazını kılmak üzere seccadeye durmuşsunuz ve öğle namazının sünnetini kılmayı kalbinizden geçirmişsiniz. İşte niyet tam da bundan ibarettir. Artık—bu kararlılık kalbinizde olmak şartıyla—“niyet ettim…” gibi cümlelerle oyalanmadan, ya da “Kıblem Kâbe, Kitabım Kur’ân, Dinim İslâm, Nebim Muhammed, Durdum Divana, Uydum Kur’ân-ı Azimüşşana, Niyet ettim Allah rızası için öğle namazının sünnetini kılmaya” gibi iman ve teslim cümleleri sarf etmeden, doğrudan “Allahü ekber” deyip namaza başlayabilirsiniz. Çünkü siz niyetinizi kalbinizdeki kararlılıkla, kalbinizdeki öğle namazının sünnetini kılma iradesiyle yaptınız. Bu cümlelerdeki iman ve teslim kalbte var ise eğer, bu yeter! Bunu namaza başlarken dilimizle bir kez daha ikrar etmenin namazla bir ilgisi yoktur.

Bu sebeple; vesvese yapmadan uygulayabileceğimiz en kolay farz, niyettir. Bunu da vesvese ile çile haline getirmemek lâzımdır. Unutmamalı ki, niyet için esas olan kalbtir, dil değildir. Çünkü niyet yeri, dil değil, kalbtir.

19.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Neyi savunuyorlar?



CHP ve MHP’nin canhıraş bir gayretle TCK 301. maddeye sarılması tam ibretlik. Muhalefet partilerinin iddiâsına göre bu maddeler değişirse Türkiye bölünür, parçalanır ve nihayetinde millet zarar görür. Bu ve benzeri ‘yedek maddeler’le ilgili bundan önceki tartışmalar, bu iddiaların Türkiye ve dünya gerçekleriyle örtüşmediğini gösteriyor.

TCK 301. madde ile ilgili son tartışmalar, ‘ihtiyaç anında kullanılmaya hazır başka kanun maddeleri’ olduğunu da bir defa daha görmemize yaradı. 301. maddeyi tartışırken, birden 305. madde ile ilgili tartışmalar daha öne geçti. MHP temsilcilerinin iddiasına göre, bu maddede yapılacak bir değişiklik ihanetle eşdeğer.

Türkiye’yi idare edenlerin de beyanıyla, Avrupa Birliği üyeliği yolunu tıkayan bu ve benzeri maddelerle ilgili değişiklik teklifi, TBMM Adalet Komisyonunun gündemine geldi. Haberlere bakılırsa, komisyonda sert tartışmalar yaşanmış.

Muhalefete mensup bir milletvekili, ‘’Milletimizin değerlerinin tartışıldığı, Türklüğe ve Cumhuriyet rejimine hakareti cezalandıran bir maddenin nasıl değiştirildiğini milletimizin öğrenme hakkı var. Milletimiz, kimin Türklükle ve Cumhuriyetle ne hesabı var görmeli... Milletimizin bunu öğrenme hakkı var’’ demiş.

Düşünce ve ifade hürriyetinin önünde engel olarak duran ve binlerce kişiyi mağdur eden bir maddeyi değiştirme çalışmasını; “Türklükle ve Cumhuriyetle hesaplaşma” gibi anlamak ve sunmak, muhalefet de olsa bir milletvekiline yakışır mı?

Bu maddeden yargılanmış bir medya mensubu olarak, sözlerimiz ‘taraf’gir sözler olarak görülebilir. Ama durum hiç de öyle değil. Netice itibarıyla yargılanan ‘sözler’e genel anlamıyla bakıldığında bu maddenin yanlış yorumlandığı görülür. İlgili ilgisiz her konuda işletilen bu madde, hakikaten lüzumsuz tartışmalara sebebiyet veriyor.

Bu ve benzeri maddelerin zaman zaman kullanılıyor olması da muhalefet partisi mensuplarını uyandırmıyor mu? Türkiye’de bu anlamda çok şey mi değişti ki, 20-30 yıl önce ihtiyaç duyulmayan bu maddeler son yıllarda meşhur oldu? 301 ve kardeş maddeleri, niçin özellikle 28 Şubat süreci ve benzer süreçlerden sonra daha çok hatırlanıyor?

Dolayısı ile, cumhuriyeti savunma iddiâsıyla 301 ve benzeri maddeleri savunmak muhalefet partilerine hiçbir şey kazandırmaz. Muhalefet partileri, kendileri açısından da AB yolunun açılmasının faydalı olacağını düşünmelidirler. Ülkemizde yaşayan herkesin daha hür, daha demokrat ve daha zengin olmaya hakkı vardır. Bugünkü şartlarda bu zenginliğin yolu da insanlara hak ettikleri hürriyet ve adaleti sunmaktır. Bunun bir yolu da TCK 301 ve benzer maddelerin ayıklanması, düzeltilmesi ya da tamamen sistem dışı bırakılmasından geçiyor.

“Milletin menfaatlerini savunuyoruz” diyerek, hürriyetlerin önünü tıkamak ve bu uğurda CHP ile işbirliği yapmak ‘sağ’ olarak bilinen bir partiye fayda getirmez. Kiminle ve hangi noktada işbirliği yapıldığı iyi hesaplansın.

Hatadan dönmek için her parti mensubunun ayrı ayrı bu maddelerden yargılanması mı gerekiyor? “Bana dokunmayan 301 çok yaşasın” demem hem siyasî hem de etik olarak doğru değildir. Muhalefet partileri neyi savunduklarını bir daha düşünsünler...

19.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Vebali taşımak mı, çözüm mü?



Tartışmalar TCK’nin 301 maddesini kilitlenmişken, gazetelere bir haber yansıdı. Gazetemizde bu konuyu Salı günü manşet yapıp, “Tehlikeli tavize hayır” ikazında bulundu. Haber, AKP’nin kapatılmaktan kurtulmak için anayasaya “Devlet memurları, kamu kurumu yöneticileri dinsel simge kullanamaz” ve “İlk ve ortaöğretimde dinsel simge sayılan kıyafetler giyilemez” gibi maddeler koymayı düşündüğüne dairdi.Yani, hiçbir kanunî dayanağı olmayan bu yasağın kanunî hale getirileceği ileri sürülüyordu.

Üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldıran maddeler görüşülürken AKP sözcülerinin üstüne basa basa ilköğretimde ve kamuda yasağı kaldırmanın mümkün olmadığı güvencesini verdiklerini bildiğimiz için bu habere hemen dikkat kesildik.

Bu konuyla ilgili tepkileri almadan önce kendisi de anayasa ile ilgili çalışmalar yürüten AKP Grup Başkanı Bekir Bozdağ’a sorduk. Arkadaşımız Kemal Benek’le görüşen Bozdağ, “Özel sohbetlerde dahi bununla ilgili bir şey yok. Bunu yapsınlar, şunu yapsınlar diye birileri yazıyor. Şu anda birileri temennilerini yazıyor” diyor, ancak yine de temkinli ve dikkatli olmak lâzım. Her an önümüze böyle bir madde çıkarsa şaşırmamak lâzım… Çünkü kapatma dâvâsı, TCK 301 dâvâsı, Ergenekon soruşturmaları, pirinçte yaşanan fırsatçılık derken bir anda gündeme gelebilir.

Bilindiği gibi, AKP, MHP’nin desteğiyle üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırmak amacıyla anayasa değişikliğine gitti. Değişiklik mağduriyetleri sona erdirmedi, yasak kalkmadı. Hatta daha da derinleşti. Bazı okullarda öğrenciler kütüphanelere ve kampüse girebiliyordu. Şimdi giremiyorlar. CHP’de bu değişiklikleri Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. Dosya mahkemece inceleniyor.

Bu durum önümüzde dururken, yasağı anayasal ve yasal hale getirecek bu tür bir çalışma olduğunu duyduğumuzda temkinli davranıyoruz.

Üzerinde durmak istediğim konu, madem konu gündeme geldiğinde “yasak kanunî değil” diyoruz, bunu açıklamak.

Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Türkiye’de, kadınların kıyafetiyle ilgili hukukî bir düzenleme getirilmemiştir. Yürürlükteki mevzuat içinde kılık-kıyafet konusunda iki kanun bulunuyor. Birisi, şapka dışındaki başlıkların giyilmesinin adet haline getirilmesinin yasaklanması, ikincisi din adamlarının dinî tören kıyafetlerini dinî mekânların dışında giyemeyecekleri hükmünü getiriyor.

Devlet memurlarına başörtüsünü yasaklayan kanunî bir düzenleme yok, sadece bir yönetmelik var. 25 Ekim 1982 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan “Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetine Dair Yönetmelik”tir. Bu yönetmelikte de şöyle yazıyor: “Elbiseler temiz, düzgün, ütülü, sade; ayakkabılar ve/veya çizmeler sade ve normal topuklu, boyalı; görev mahallinde baş daima açık, saçlar düzgün taranmış veya toplanmış; tırnaklar normal kesilmiş olur… Pantolon, kolsuz ve çok açık yakalı gömlek, bluz veya elbise giyilmez. Etek boyu dizden yukarı ve yırtmaçlı olamaz. Terlik tipi ayakkabı giyilmez” görüleceği üzere sadece burada yasakla ilgili olarak “baş daima açık” denilmektedir. 26 yıl önce ihtilâl döneminde yayınlanan yönetmeliğinin diğer bölümlerine bakıldığında pek çok hususun da bugün uygulanmadığı görülebilir.

Çözümü gayet basittir. Yönetmelikteki “baş daima açık” ibaresi metinden çıkarılabilir.

Bir diğer yönetmelik ise, “Millî Eğitim Bakanlığı ile Diğer Bakanlıklara Bağlı Okullardaki Görevlilerle Öğrencilerin Kılık ve Kıyafetine Dair Yönetmelik”tir. Bu yönetmelikte, ihtilâl döneminde 22 Temmuz 1981 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe konulmuştur. Orta öğretim kurumlarında çalışan personelin ve öğrenim gören öğrencilerin kılık kıyafetini düzenlemektedir. Yönetmelikle öğrenci ve görevlilerin başörtüsü takmaları yasaklanmıştır. Bir yönetmelik değişikliği ile yasağın kaldırılması sağlanabilir.

Görüleceği üzere yasağın kalkması için anayasa ve yasa değiştirmeye gerek yok. Mesele yönetmelikler değiştirilerek çözülebiliyor.

Hal böyle iken, sırf parti kapatmayı engellemek ve bir yerlere mesaj vermek adına tavizler vererek yasak kanunî hale getirilirse, bunu yapanlar bu tavizin altında kalırlar, millete hesap veremezler. Peki, kanunî olmayan başörtüsü yasağını kaldırma iddiasında olanların yasağı kanunîleştirme hatasına düşebilirler mi? Bunun vebalini taşıyabilirler mi? Kimse bu oyuna düşmemelidir…

19.04.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Gündemin satır araları



Son haftaların başdöndürücü siyasî çalkantıları arasında birçok önemli ayrıntı satır aralarında kaldı. Bunlardan biri de Türkiye’nin EXPO 2015’i kaybetmesiydi. Cumhurbaşkanı Gül’ün Paris’e kadar giderek, kültür ve devlet bakanlarının bizzat propagandasını yaptığı yarışta İzmir’in İtalya’nın Milano kenti karşısında kaybetmesine bir dizi bahane ileri sürüldü.

Türkiye’nin fuara ev sahipliğini alamamasını, Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen, “İçeride bir takım duygusal ilişkiler oldu, biz ceplere hitap edemedik” şeklinde açıkladı. “2013 Mersin Akdeniz Oyunları”nı buna örnek gösteren Tüzmen’in, “Orada da kamp kurdular, birebir pres yaptılar” demesi de çarpıcıydı.

Oysa Türkiye, Paris’te daha yoğun bir “pres” uygulamıştı. Peki niçin başaramadı? 143 ülkenin firmalarının ürünlerini sergilediği, onlarca milyon insanın ziyaret ettiği bu büyük tanıtım fırsatı nasıl kaçırıldı?

“İslâm ülkeleri ile Türk Cumhuriyetlerinin tamamı, Akdeniz ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği ülkelerinin bir kısmı oy verseydi, o zaman rahat alırdık” diyen Bakan Tüzmen’in söyledikleri, meseleye bir nebze açıklık getiriyor…

Bu durumda diğer ülkeler bir yana; İtalya’ya karşı İslâm ülkeleri ve Türk Cumhuriyetleri neden Türkiye’yi desteklemedi? Mesele burada düğümleniyor…

Görünen o ki özellikle İslâm ülkeleri küstürülmüş; Türkiye’nin Ortadoğu ve İslâm dünyasıyla sıkı ilişkiler içinde olduğu bir süreçte oy vermemeleri bundan…

*

Bu hususta Yalçın Doğan’ın, EXPO 2012 adayları arasında Fas’ın Kazablanka şehri adayken, AKP hükûmetinin oyunu Güney Kore’nin başkenti Seul için kullanmasının bunda etkili olacağını yazması, dikkat çekiciydi. (Hürriyet, 28.3.2008)

Gerçekten her fırsatta İslâm ülkeleriyle işbirliğini iddia eden hükûmetin, 2015’te İzmir’e istediği EXPO’nun bir önceki ev sahipliği için Güney Kore’yi bir İslâm ülkesi olan Fas’a tercih etmesinin nedeni neydi? 143 ülkenin katıldığı oylamada, oyunu Kazablanka’ya karşı Seul’e kullanan Türkiye, hangi hakla İslâm ülkelerinden destek isteyecekti? Sonra Türk Cumhuriyetlerine Milano’yu İzmir’e tercih ettiren sebep neydi?

Ankara, onca çabaya rağmen yanlış politikalar sonucu kaybedilen uluslararası zemindeki bu önemli fırsatı kaçırmasının hebasını vermedi. Başbakan ve ilgili bakanlar, “kazanmazsak da iyi bir tanıtım yaptık” diye tesellî vermekle yetindiler…

Ancak kimse, büyük masraf ve emeğe rağmen, hangi yanlış politikalarla EXPO 2015’in kaybedildiğinin üzerinde durmadı. Mâlum medyada, son yılların dış politikadaki başarısızlığın üstü âdeta örtülerek, geçiştirdi…

*

Son günlerin bir başka gözlerden kaçan konusu, Akdeniz Üniversitesindeki olaylar üzerine, 68’lilerin televizyonlardaki ikrarları oldu. Eski tüfeklerin, demokrasiyi katleden her darbe ve ara dönemin arkasında ABD ve İngiltere gibi küresel çıkarları peşinde koşan güçlerin olduğunu ifşaları enteresan.

Âdeta günâh çıkartırcasına, gençliğin, yabancı istihbarat servislerinin toplumda gerginliği ve ayrışmayı kışkırtmak, “Alevî – Sünnî”, “laik – antilaik” ve “sağ ve sol” çatışmalarıyla ülkeyi kargaşa ve kaos ortamına sürükleme oyununa âlet edildiğini belirtmeleri, dehşetli tezgâhı bir defa daha ortaya koydu.

Her ihtilal ve demokrasi tahribi öncesinde, 27 Mayıs’ta, 12 Mart’a, 12 Eylül’de ve hatta 28 Şubat “postmodern darbe” sürecinde, “ideolojik tartışmalar” aynı oyunun sahneye konulduğu ifâde etmeye başlayan kadim ateşli solcuların sözleri, derslerle dolu…

Bunlarda biri aynen şöyle diyordu: “Menderes hükûmeti, Batı’dan, ABD’den proje ve kredi talebinde bulundu; lakin kabul edilmedi. Bunun üzerine Menderes, bir tek Batı’ya mecbur kalmamak adına Rusya’ya yöneldi, Rusya kabul etti. Karşılıklı ziyaretler, görüşmeler, anlaşmalar oldu. Bu durum Amerika’yı çok rahatsız etti. Millî Birlik Komitesi, Türkeş’i de yanına alarak 60 ihtilâlini yaptı…”

Keza 1965’de Menderes’in devamı olan Demirel’in de Türkiye’nin sanayileşmesi için ABD ve Avrupa’dan istediği desteği tam bulamaması üzerine Rusya’ya ile işbirliğine gidip Aliağa Rafinesi, Seydişehir Alüminyum ve İskenderun Demir Çelik tesislerinin kurulduğunu örnek vererek, bunun ABD’yi çok kızdırdığını ve yüzden 12 Mart 1971 muhtırasının tezgâhlandığını belirtmesi, kayda değer…

Sol gençliğin yanlış bir şekilde Menderes ve Demirel’i “Amerikancı” olarak bildiğini; Demokrat Parti’den Adalet Partisi’ne uzanan misyonun her zaman Türkiye’nin millî menfaatlerini üstün tuttuğu yorumları, 40 sene sonra da olsa bir hakkın teslimi olması açısından oldukça anlamlı…

19.04.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

“Söz konusu menfaatse, vatan teferruattır!”



Siyasal krizler anında biliyorsunuz Mustafa Kemal’in arkasına sığınarak hani biraz da Kemalizm’in kendisinden kaynaklanan mekanizmalarından ilham(!) alarak karşı tarafa manidar bir takım göndermeler ve tehditler savrulurdu. Meselâ 27 Mayıs öncesinde “Harbiyeli aldanmaz!” gibilerden yan organlara şifreli mesajlar yollanırdı. 12 Mart veya 12 Eylül dönemlerinde de aşağı yukarı Kemalist felsefeye atıfta bulunan bir takım sloganlar üretilirdi. M. Kemal’e sahip çıkan milliyetçiler komünistlerle mücadele ederken gayrımeşrû da olsa mücadelelerine meşrûiyet kazandırmak için “Türk âleminin en büyük düşmanı komünizmdir. Her görüldüğü yerde ezilmelidir” sözü öne sürülürdü. Solcular da boş durmaz mukabele olarak onlar da arşivden bulup buluştururlardı: “Yurtta sulh, cihanda sulh.”, “Cumhuriyet şeyhler, meczuplar ülkesi değildir.”, “Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir.” gibi... Tabiî sivil kuruluşlar ve dernekler de kendilerinin sosyal hayatta ne kadar önemli bir konumda olduklarını ifade için M. Kemal’in arşivinden karıştırıp bulurlar, bulamazlarsa “Ben sporcunun…” kabilinden “Ben şoförün… Ben san'atçının… Ben köylünün. Ben tamircinin… Ben kuş sesini sevenler derneğinin..” diye başlayan adapte edilmiş sözleri bezlere, duvarlara yazdırırlardı.

Şimdilerde “Söz konusu vatan ise gerisi teferruattır.” sözü moda oldu. Genelde Kuvayi Milliyeciler’in ve Ulusalcıların öne sürdüğü bu söz M. Kemal’e aittir. Ancak bir sözün hangi makamda, kime karşı ve niçin kullanıldığına bakılmaksızın piyasaya sürülmesi hayli manidâr. Zira bu söz şu anda bir siyasal hareketi bitirme, kapatma amaçlı olduğu kadar saflarını belirleme ve zinde güçlere “Biz buradayız. Siz neredesiniz?” muhaberesini yapmak için de kullanılmaktadır. Bir çok üniversitede “Hayatta en hakikî mürşit ilimdir” vecizesi yazılı iken meselâ giriş salonunda, çok amaçlı salonların sahne üstünde ya da altında yer alan bu söz silindi, bazı üniversitelerde “Söz konusu vatan ise gerisi teferruattır” yazıları öne çıkarıldı. Şimdi vatan kurtarma zamanı ya?

Vatan’a fiilî bir dış taarruz yapıldığında ve düşman/lar tarafından işgal edildiğinde, “bu böyle mi olur şöyle mi olur, şunu yaparken acaba teamüle aykırı mı, ayıp kaçar mı?” gibisinden ufak tefek ayrıntıları dikkate alıp vatan müdafaasında gecikmelere, sektelere ve tıkanmalara yol açacak ayrıntıların önemli olmadığını vurgulayan bu söz maalesef ve maalesef hiçbir hukuk ve kural tanımadan siyaseten rakiplerini ezme ve sindirme metodu olarak algılanmaktadır şimdilerde. Daha da fecisi yerleşik menfaat sisteminin bozulmasından rahatsız olanlar ortalığı yaygaraya verip “Vatan-Millet-Sakarya” edebiyatıyla durumu kurtarmaya çalışıyorlar. Kurtarıcı rolüne girmek için “Vatan” gibi mukaddes bir kavramı adice istismar etmekten çekinmiyorlar. Sanki kendilerinden başka vatansever yokmuş veya milletin büyük ekseriyeti “Vatan satan Hasan”mış gibi...

Aslında cümleyi;

“Söz konusu siyasetse, gerisi teferruattır.

Söz konusu menfaatse, gerisi teferruattır.

Söz konusu menfaatse, hukuk teferruattır.

Söz konusu menfaatse, millet iradesi teferruattır.

Söz konusu menfaatse, vatan teferruattır.” niyetiyle kullanıp kullanmadıklarını anlamak için her kurtarıştan sonra geriye nelerin kaldığını, nelerin hâlledildiğini ve kimlerin kayırılıp kimlerin köşe olduğunu görmek yeterlidir.

Bu Vatan kurtaran aslanlar (!) milleti kör, âlemi sersem mi sanıyorlar?

19.04.2008

E-Posta: [email protected]




Hasan YÜKSELTEN

Kanunun gözü terazinin özü müdür?



Bir zamanlar izlediğim Kemal Sunal filmlerinin birinde geçen ve o zamandan beri hafızamda yer etmiş olan bir repliktir: Kanunun gözü terazinin özüdür. Film 1979 İstanbul’unda geçer. Hatırladığım kadarıyla, mahallenin bekçisi rolündeki Kemal Sunal fırıncının yokluğunda fırına girip ekmek yapar. Ancak her biri değişik ebatlarda ve şekillerde olan ekmekler için kafasına göre fiyat belirler. Satın alanlardan biri rastgele fiyata itiraz ederek, ‘Terazide mi tarttınız?’ deyince mahalle bekçisi şu cevabı verir: ‘Kanunun gözü terazinin özüdür’ Ve kimse bu cevaba itiraz etme cesareti bulamaz. Öyle ya. Karşılarındaki koskoca bekçidir, kanundur, her söylediği emirdir, ekmeği gözüyle de tartabilir. Teraziye ne ihtiyaç var ki!

Her ne kadar sıradan bir film repliği gibi gözükse de, aslında bu ülkedeki yaşayış hakkında çok net ipuçları veren ve derin mânâlar taşıyan bir repliktir bu. Zira, bu topraklar bürokrat egemenliğinin, memur üstünlüğünün yüzyıllardır kanunla korunduğu, devletin kutsandığı topraklardır ne yazık ki. Bundan ötürüdür ki, milletin vergilerinden aldığı maaş karşılığında halka hizmet etmek için görevli olan bazı memurlar, hizmetkâr kimliğini atarak; millete patronluk yapmaya kalkışıyorlar. Halkın isteklerine ve millî iradeye göre değil de, kendi müstebidane ideolojilerine göre davranmaktan ve bunu halka dayatmaktan çekinmiyorlar.

Bediüzzaman bu durumla ilgili olarak şöyle der: “Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde, bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bir cihette mânen Demokratlara galip geliyorlar. Halbuki, İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan, hadis-i şerifte “Memuriyet, emirlik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır.”

Aslında işin temeli insan faktöründe düğümleniyor. İyi bir demokrasi için kanuna da ihtiyaç yok çünkü. Meselâ İngiltere yazılı anayasası olmamasına rağmen demokrasiyi en iyi işletebilen ülkelerdendir. Ülke olarak en iyi kanunlara da sahip olsanız, bunları uygulayan memurlarınız art niyetliyse, toplum bilinçsiz bir toplumsa, demokrasi kültürüne sahip değilse, asla iyi bir hukuk devleti olamazsınız. Temelde fert olarak demokrat olamamaktan kaynaklanan problemlerden ötürü toplumun da tam demokrasiye sahip olması mümkün olamıyor.

Yakın zamana kadar, devlet ve yetkilileri tarafından adam yerine konmayan insanların çoğu, bu düzene itiraz etmek ve “Neden biz adam yerine konmuyoruz?” demek yerine, bunun hıncını gücü yettiği kişileri adam yerine koymayarak çıkarmaya çalışıyordu. Meselâ amiri polisini adam yerine koymazken, polis sürücüyü, sürücü yayayı, yaya belki çocuğunu, eşini belki öğrencisini işçisini adam yerine koymayarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir toplumun kendi kendini adam yerine koymamakta inatlaştığı zamanlarda, filmde olduğu gibi, mahalle bekçisi bile topluma tahakküm etme yetkisini kendinde bulabiliyordu.

Çok şükür ki, günümüzde iletişim araçlarının da gelişmesiyle, insanlar tepki göstermeyi, haklarına sahip çıkmayı öğrendiler. Henüz yeterli seviyede değil tabiî ki ama geçmişe oranla bugün çok daha bilinçli bir toplum olduğumuzu söyleyebiliriz. Meselâ artık çocuklarını adam yerine koymayan ve onları kişiliksiz yetiştiren anne-babaların sayısı azalıyor. Çocuğunu öğretmene teslim ederken, ‘eti senin kemiği benim’ gibi ucube cümleler kullanılmıyor. Bilâkis öğretmenler veliler tarafından denetleniyor. Eskiden ‘devlet gemisi en iyisidir’ diyen toplum, şimdi geçimini devlette değil, ticarette, san'atta arıyor. Evrensel mânâda meslek sahibi olanların sayısı her geçen gün artıyor. Toplum, dünyanın sadece Türkiye’den ibaret olmadığını çok net görebiliyor.

Kısacası günümüz halkının demokrasi anlayışı, darbe anayasasına % 92 gibi bir oranla evet diyebilen 1982 halkının anlayışından çok çok ileride bugün. Her ne kadar beyhude bir şekilde, ‘kanunun gözü terazinin özüdür’ diyebilen, hazineden geçinmeli, ideolojik bağnazlık içerisindeki azınlık bir zümre, varlığını devam ettirmek için olmadık oyunlara başvursa da, toplum artık kanmıyor. Çünkü günümüz bilgi çağında hiçbir şey gizli kalmıyor ve geçen yıllar sadece insanları değil, toplumu da olgunlaştırıyor.

19.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Hüdaperest sosyalistler



Geçenlerde Mesaj tv’de bir açık oturumda Ali Murad Daryal’ın sözlerini dinlerken bir noktaya takıldım. Bir tespiti çok çarpıcı ve orijinal geldi. O da Seyyid Kutup’la alâkalıydı.

Esasında, Ali Şeriati ve Seyyid Kutup gibilerin geleneksel veya muhafazakâr ulemaya yönelttikleri bazı tenkitler yerden göğe kadar haklı. Onları geçmişin tortularına takılmakla suçluyorlardı. Meselâ, zekâtı iskat etmek için evrak veya banknotlara zekât terettüp etmeyeceğini savunuyorlardı. Kimi geleneksel sünnîler bu anlayışı savunurken, aynı anlayışın İran’da da makes bulduğunu Ali Şeriati’nin yazılarından öğreniyoruz.

Bununla birlikte, çağının tortularına takılma açısından geleneksel ulemanın Seyyid Kutup ve Ali Şeriati’ye yönelttikleri kimi tenkit ve eleştiriler de son derece yerinde. Bu eleştirilerin can alıcılarından birisini Ali Murad Daryal sözkonusu sohbette yaptı. Merhum Seyyid Kutup’un İslâmda Sosyal Adalet adlı kitabının aslında sosyalist jargonun ve dünya görüşünün mahsûlü olduğunu söyledi. Yani Seyyid Kutup sosyalistlerin bir problemine İslâmda çare arıyordu. Soru ve zemin sosyalist kaynaklı olduğundan dolayı, cevap da tabii ona göre şekillenecekti veya olacaktı. Halbuki Yusuf Kardavi’nin Fakirlik Problemi Karşısında İslâm kitabı da aynı konuyu işlemekle birlikte en azından Kardavi’nin çıkış noktası katıksız ve İslâm.

Dolayısıyla İslâmiyet ilkinde sosyalist bir bakış açısıyla yorumlanıyordu. Bunun nedeni de konjonktür baskısıdır. Bu baskının altında kalan Seyyid Kutup, İslâmın sosyalizan bir yorumunu yapmak durumunda kalmıştı. Sokak baskısı değil, ama konjonktür baskısına maruz veya mağlup kalanlardan birisi de merhum Musafa Sıbai olmuştur. İslâm sosyalizmi kitabı böyle bir terkibin ürünüdür. Mustafa Sıbai’ninkisi aslında biraz da fantastikti. Halbuki sosyalizmi Irak uleması ve Abdulaziz Bedri gibiler tam tersine İslâm ile beşeri ideolojiler arasında uyuşmazlığa temas sadedinde sosyalizmle İslâmiyetin de kabil-i telif olmayacağına vurgu yapıyor ve ortak zeminler olsa da pradigmanın; kalkış ve çıkış noktasının faklı olduğuna işaret ediyorlardı. Sözkonusu programda Ali Murad Daryal fevkalede tespitklerde bulundu. Bunlardan birisi de, ‘Her medeniyet kendi kavramlarıyal yaşar. Kendini kendi kavramlarıyla anlatır. Aksi takdirde bütünlüğünü kaybeder’ sözüydü. Gerçekten de zaman zaman konjonktürün zorlamasıyla eklektik yorumlar yapılıyor. Bu durumda İslâmın vahid-i kıyasisi veya paradigması eklektik hale geliyor ve bakış açısı bulanıklaşıyor ve müntesiplerinde şizofrenik bir anlayışa neden oluyor. İslâmiyet ile sosyalizmi telif etme yönünde ilk günden itibaren gayretler olduysa da bunlar semere vermemiş, boşa çıkmış ve bu yol akim kalmıştır.

***

Seyyid Kutup ile birlikte bu eklektik anlayışın tesirinde ve etkisinde kalanlardan birisi de Ali Şeriati’dir. Ali Şeriati zaman zaman Cemil Meriç ile mukayese edilmiş ve aralarında benzerlikler bulunmaya çalışılmıştır. Lâkin sosyalizmin tarihçesini ve Batı’daki köklerini ve gelişimini iyi bilen Cemil Meriç, Ali Şeriati’nin bu yönünü hiç bir zaman onaylamamıştır ve iltifat etmemiştir. Aksine, onun Marksizan bir İslâmî anlayış geliştirdiğini söylemiştir. Bununla birlikte, hac kitabını ve sosyolojik analizlerini takdir etmiş ve bu konuda hakkını da teslim etmiştir. Ali Şeriati gerçekten de sosyalizmden öylesine etkilenmiştir ki tarihî Şii veya İslâmi kavramları bu ideoloji ile harmanlamıştır. Proleterya gibi kavramların yerine mustaz’afin ibaresini koymuştur. Örnekler uzatılabilir, ama gerçek birdir. Bu da Ali Şeriati’nin en zayıf tarafını oluşturmuştur. Luther gibi bir yenileyici olmak isteyen Ali Şeriati bu yenilik etüdlerini veya deneyimlerini İslâm ile sosyalizm veya daha özelde Şiilik ile sosyalizm arasında yapmak istemiştir. Bu bağlamda, Şiilikteki muhalefet damarı ve geleneği de işini kolaylaştırmıştır. Türkiye gibi ülkelerde de Alevilerin öncelikle olarak Marksizme meyletmelerindeki temel neden ikisi arasında muhalefet ortak paydasıdır. Osmanlı’ya muhalefet geleneği kapitalizme muhalefete bir nevi geçiş kapısı olmuştur. Hem Alevilik de hem de sosyalizmde geleneksel değerlere ve yapılara karşı bir çıkış vardır bu da şüphesiz Şiilik veya Alevilikle sosyalist muhalefetin buluşmasını kolaylaştırmıştır.

Muhalefet geleneği buluşmayı kolaylaştırmıştır.

***

Dolayısıyla tarihî arkaplana da arkatip olarak Ebu Zer el Gifari ve Hazreti Osman ve Emevi ve Mervanileri yerleştirmişlerdir. Servet düşmanlığı ile Emevi düşmanlığı bir sembol olarak biraraya gelmiştir. Ortak paydada buluşmuştur. Bu itibarla, Hazreti Osman’a yönelik muhalefet veya eleştirinin hem Ali Şeriati, hem de Seyyid Kutup’ta buluşması tesadüf eseri addedilebilir mi? Merhum Ali Şeriati tarihî aidiyetten yola çıkarak sosyalizmle çabuk kaynaşmış ve hayatını da sosaylizmle Şiiliği kaynaştırmaya adamıştır. Onun ütopyası bu olmuştur. Gençlik yıllarında da Hudaperest Sosyalistler Hareketi içinde yer almıştır. Yani dindar sosyalistlerden birisi olmuştur. Sosyalizmi dindarlaştırmak, dini de sosyalistleştirmek istemiştir. Elbette bu eklektik bir anlayıştır ve teşekkülünde konjonktürün de payı vardır. Buna nazaran iki düşünürün de Soğuk Savaş sonrasında etkileri yok olmamışsa bile nisbeten azalmıştır. Sadede gelecek olursak her sistem kendi pradigması içinde yaşar.

19.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri