Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Risâle-i Nur mesleğinin temel esasları



Telif ettiği Nur Risâleleriyle bir çok alanda tecdid vazifesini gerçekleştiren büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri, Asr-ı Saadet sonrası kelâm âlimlerinin aklı esas alarak iman hakikatlerine yaptıkları hizmet metotları ile, kalbi esas alarak dine hizmet eden tarikat ehlinin metotlarını birleştirip, ruh ve sair letâifin yardımı ile maksada giden Kur’ânî metodu ortaya koymuştur. Hem aklı, hem kalbi, hem bütün duyguları tatmin ederek huzur-u tâmmı kazandıran ve diğer alanlardaki tecdid hizmetiyle Bediüzzaman, âhirzaman müceddidi olduğunu bilfiil göstermiştir. Bu itibarla, hem diyanet, hem siyaset, hem cihad, hem saltanat, hem daha pek çok dairelerde vazifeli olan Bediüzzaman’ın, cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye olarak vasıflandırdığı bir meslek ve meşrebi vardır. Talebelerinden sürekli ihlâs, sadâkat ve tesanüd isteyen Üstadın, sadâkat noktasında beklediği şey, mesleğine olan sadâkattir. Yoksa; bilmeyerek bize düşman olan dinsizlik kuvvetine yardım etmek gibi dehşetli bir duruma düşme ihtimali söz konusu olur.

Risâle-i Nur mesleğinin esaslarını, genel hatlarıyla dört ana grupta toplamak mümkündür.

1- Diyanet ciheti: “Mesleğimiz tarikat değil, hakikattir. Bu zamanda sahabe mesleğinin bir cilvesidir” diyen Bediüzzaman, tasavvuf berzahına uğramadan zâhirden hakikate geçip, doğrudan doğruya iman hakikatlerine hizmet etmeyi esas almıştır. Müşrik bir toplumu imana ve tek bir Allah’a inanmaya dâvet eden sahabiler gibi, fen ve felsefeden gelen müthiş bir dalâletle kalpleri yaralanmış, imanları sarsılmış ehl-i imanın imanını kurtarmak ve muhafaza etmek, Nur Hareketinin özünü teşkil eder. Şahsa bağlı bir usûl yerine, meşveret temeline oturan bir yapısı vardır. Dünyevî ve uhrevî, maddî ve manevî hiçbir şey beklemeden sırf rızâ-yı İlâhî için hizmet edilir. Üstadın tâbiri ile “Hakikat-i İslâmiye içinde cereyan edip gelen esas velâyet, esas takvâ, esas azimet, esâsât-ı sünnet-i seniyye gibi ince, fakat mühim esasları muhafaza etmek, Risâle-i Nurun bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zarûretle ve hadisâtın fetvâlarıyla onlar terk edilmez” tesbitleri bu hareketin ruhu, âdeta genleridir. Organize edilmemiş serbest bir üniversiteyi andıran ve sırren tenevveret prensibiyle hareket eden bir hizmet tarzıdır. Hedefi dünya ve siyaset olan gizli bir cemiyet yapısından uzaktır. Bu şahs-ı mânevînin, hizmetin ihtiyaçları için kurulmuş bir takım müesseseleri olabilir, fakat orijinal yapısının kurumsal bir kimliği yoktur ve olmamalıdır. Sahabelerin îsar hasleti onda da vardır. Tefâni sırrıyla, bu dâvâya gönül verenler, kardeşinin nefsini kendi nefsine şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi şeylerde tercih ederler. Üstadın “Mesleğimiz, Haliliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş, en civanmert kardeş olmak iktizâ eder. Bu hılletin üssü’l-esası, samimî ihlâstır. Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinden sukût eder, ortada tutunacak bir yer bulamaz, gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var” demesi, mesleğimizin diyanete taâlluk eden nirengi noktalarından biridir.

2- Siyaset ciheti: Bediüzzaman her şeyin menfî olanına karşı, müsbet olanına da taraf olmuştur. Bundan dolayı menfî siyasetin her çeşidine karşıdır. Siyasetin dinsizliğe veya dinin siyasete âlet edilmesinden, ırkçılığa dayalı siyasetlerden, ihtilâl yoluyla din nâmına devlet yönetimini elde etmek yahut menfaat üzerine yapılan siyasetlerden, şeytandan Allah’a sığındığı gibi sığınmış ve kaçmıştır. Ama, siyasetin dine dost ve hizmetkâr yapılması mânâsındaki müsbet siyasete bilfiil destek vermiştir. Halk Partisine karşı, Demokrat Parti’yi desteklemesi bu cümledendir.

3- Cihad ciheti: “Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azîmdir. Dahildeki cihad başka, hariçteki cihad başkadır. Dahildeki cihad, müsbet bir tarzda mânevi tahribatı, mânevî ihlâs sırrı ile tamir etmek şeklindedir. Hârice karşı, ancak zarûret olduğu zaman kuvvetle mukabele edilir” diyen Bediüzzaman, bu anlayışı “Mesleğimiz, müsbet harekettir” cümlesiyle özetler. Bundan dolayı, Nur Talebeleri doksan senedir ne dahilde, ne hariçte hiçbir menfî harekete ve asayişi bozacak fitnelere bulaşmadılar.

4- Saltanat ciheti: İslâmda devlet yönetimiyle ilgili olarak adalet, meşveret, hakka dayalı kanun hâkimiyetinin esas alınması şart koşulmuştur. Dört halife dönemi, dindar bir cumhuriyet uygulamasıdır. Meşrutiyet-i meşrûayı din namına alkışlayan Bediüzzaman, her zeminde parlamenter demokrasiyi savunmuştur.

Asya-Nur Kültür Merkezinde bir saatten fazla süren ve her bölümü müstakil bir seminer konusu olan bu seminerimiz, anahatlarıyla Nur Mesleğinin temel esasları ile ilgili genel bir bilgilendirmeyi temin etmişti.

14.05.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Bir özel gün daha geçti



Bir Anneler Gününü daha geride bırakmış durumdayız. Her özel günü kendine lâyık şekilde anıp, ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi hayatımızı yaşamaya çalıştığımızdan olsa gerek. Özel günler bize pek de sıkıcı gelmez.

Annesiyle arası bozulan bayanın, “Anneler Gününe az kaldı. O gün bir hediye alır, alırım gönlünü” derkenki umarsızlığı, kolundan tutup “Ya o güne kadar yaşayamazsa” demek için yolundan çeviriyor beni.

Ancak yüzüne bakınca, alacağım cevaptan ötürü çekinip, tekrar yoluna devam ederkenki canımın acısı ise ayrı bir yazı konusu.

Hayatımızda en çok kıymet bilmemiz gereken kişiler onlar iken; en çok hırpaladığımız, en çok incittiğimiz, en çok üzdüğümüz kişiler ise yine onlar.

Başkalarına gösterdiğimiz inceliği, kibarlığı, hassasiyeti en yakınlarımızdan neden esirgeriz? Bir türlü cevabını bulamadığım ve sürekli kendime sorduğum bir soru bu. Ancak bırakın cevaplamayı anlamakta bile zorlanıyorum.

“Anneme yaptıklarımın onda birini bir dostuma yapsam, şimdi beni terk etmişti” cümleleriyle yapılan bir itiraf bu konuyu biraz daha açıklığa kavuşturuyor.

Sanırım bize karşılıksız verdikleri şefkatten ötürü, emin olduğumuz bu sevgiden dolayı, incitip, kırmaktan, uzak durup, hatırlamamaktan çekinmiyoruz.

Annelerimizin sevgisinden ötürü hiç korkuya kapılmamışız. “Bu sevgiyi kaybedebilirim.” türünden bir endişemiz olmamış. Bu hoyratlığımız, başımızdaki kavak yelleri bundan olsa gerek.

Yoksa, “Geri döndüğümüzde bir daha affedilmeyeceğiz, bin defa yalvarsak da geri döndüremeyiz. Günlerce aramasam, bir daha telefonumuza cevap vermeyecek” türünden korkularımız olsaydı; eminim tavrımız, davranışımız ve halimiz o kadar farklı olurdu ki biz bile şaşar kalırdık.

Neden her şeyde olduğu gibi bu sevgiyi de kaybedince, ellerimizden yitip gidince kıymetini anlıyoruz?

Ve neden her şey kaybedilince kıymeti olur? Ardından gözyaşı dökülüp, defalarca duâlarda istenir. Geri dönüşü olmayan kaybedişlerin yaşama ihtimali “an” kadar yakınken, neden bu kadar rahat yaşar ve sonra kendimizi paralarız? Soruldukça içimizi parçalayan, buna benzer birçok soru gelip gider sessizce hayatımızdan.

Kendimize bu kadar zulmü, kendi ellerimizle yapmak akıl kârımı?

Annesinin mezarının başında “Anam kıymetini bilemedim. Anam hastalığına gelemedim. Anam aradın ama cevap veremedim. Anam affet beni” diye kendini paralayan, yıllarca içindeki pişmanlığı atamayan, küçük bir tınıda dahi gözleri nemlenen evlâda içimden acımak gelmiyor.

Gözleri kapılarda kalan, sürekli acaba “Kızım mı geldi?” diyerek gözleri o yöne dönen yaşlı annenin bu evlâdına kim acır ki?

Zira hepimizin bildiği tek hakikat. Her an gözümüzün önünde ki vefiyatlar haber verirken daha neyi bekliyoruz ki kıymet bilmek için.

***

Annesinden ayrılana kadar çokta kıymet bilmemiş ben. Şimdilerde sesini duymadan bir tek gün geçiremeyen yine ben. Her gün yanımda, gözlerimin önünde iken bu anların ne kadar kıymetli olduğunu fark edemeyen ben. Annemle aynı dünyada yaşamama ihtimalini, hayaline bile getiremeyen yine ben. Ömründen ömür istense, hiç düşünmeden verecek olan ben. Ama onu üzen yine ben.

Ancak ahir zamanda, menfaatsiz işlerin olmadığı, kimsenin kimseyi bir karşılık beklemeden sevmediği bu dünyada. Hiç düşünmeden canını verecek, ikinci bir kişinin olmadığı bir zamanda annemi bana lütfettiği için. Hâlâ onunla aynı zamanda yaşadığım için "Sen sevdiğim ilk kadınsın” dememe fırsat verdiği için Rabbime ne kadar şükretsem azdır.

Annem; senin kızın olduğum için, nefesim adedince, ömrümün saniyeleri kadar şükretsem yine az.

Annem; üç yüz altmış beş günlük Anneler Günün mübarek olsun.

14.05.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Dünya dardır ve sıkıcıdır



Edirne’den bir okuyucumuz: “On Yedinci Lem’a’nın 14. Notasının 3. Remzinin son paragrafında bahsedilen, ‘Madem böyledir; hazer et. Dikkatle bas. Batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma’ cümlesinde ne anlatılmak istenmektedir?”

On Yedinci Lem’a’nın On Dördüncü Notasının Üçüncü Remzi, insanın çok ince, çok derin, ulaşılamayan, tanımlanamayan, elle tutulamayan bir yanına ulaşıyor, elle tutuyor, nazara veriyor ve insanın, dikkat etmediğinde, o tanıyamadığı garip halinde ve keşfedemediği acip duygusunda boğularak batabileceğine dikkat çekiyor; insanı uyarıyor.

İnsan kendisini tanısın, tanımasın; her yönüyle derinliği olan bir varlıktır. Yaşadığı hiçbir hatırayı gerçekte unutmaz. Tattığı hiçbir acının izini hafıza arşivinden silemez. Tattığı hiçbir lezzetin hatırasını dimağından çıkaramaz. İnsan ne geçmişini ve mazisini unutabilir; ne geleceğe dayalı ümit ve emellerinden vazgeçebilir. Bazen lâf olsun diye söylenmiş bir tek kelime, ona, geçmişinde iz bırakan bir hatıra sayfasını açar ve insan âdeta aynı olayı tekrar yaşar.

Kimi zaman küçük şeyler, büyük haramlara kapı açarlar. Ondandır ki din, mide bulandıran küçük şeylere “mekruh” demiştir. İnsan, “Bir damladan, bir noktadan ne olacak” der, takvayı esas tutmaz, kendini sakınmaz; ama ne acıdır, az sonra öyle bir dalga gelir ki, onu haram denize çeker, boğar, bütün hayatını mahveder.

Bazen de farklı bir yapıya ve karaktere sahip olduğunu ileri bir yaşta, hiç beklemediği bir “an içinde” keşfeder insan. Bu an, zamanın çok küçük, zerre gibi bir parçasıdır ve insanın bütün dünyasını değiştirecek güçtedir. Allah nelere kadir değildir ki?

Bir cam parçası, nasıl, gökyüzünü güneşiyle ve yıldızlarıyla birlikte içine alabiliyorsa; incir çekirdeği kadar bir hafıza kuvvesi, nasıl, bütün ömürdeki yaşanmış hayat hallerini kuşatabiliyorsa; gökyüzündeki her bir kara delik, nasıl dev küreleri ve dev ölü yıldız enkazlarını yutabiliyorsa; çok büyük ve çok önemli hatıralar da bazen umulmadık bir kelimenin, beklenmeyen bir işaretin büyülü kucağında gizliden oturuyor olabilir ve bir tek işaret ilgili kişiyi çok farklı bir duygu yoğunluğuna götürebilir, ruhunda bir fırtına estirebilir. Meselâ birdenbire facia getirebilir, birdenbire huzura gark edebilir, birdenbire kriz verebilir, birdenbire kalp sektesine sebep olabilir, birdenbire ölüm getirebilir, birdenbire hayat kurtarabilir.

Böyle, insanın hayatını alabora eden şey, eğer bir helâl lezzet, bir meşrû heyecan ve bir mâsûm hâtıra ise hiç mesele yok. Fakat yine de, insanın başına neler açacağı bilinmez. Meselâ, askerde; arkadaşının ağzından alelusul dökülüveren söz gelişi “ateş” sözcüğü, avcı hattında, bütün dikkatiyle hedefe kilitlenmiş bir er için, çok hasret duyduğu annesinin ocak başındaki muhterem ve müşfik tavırlarına şimşek gibi bir pencere açabilir, hayâlî bir intikal sağlayabilir. Bu öyle bir penceredir ve öyle bir intikaldir ki, erin bütün dikkatini dağıtır ve belki de düşmana kendisini hedef eder. Ya da, çok stratejik bir alanda, tam kritik bir esnada düşmanı gözden kaybetmesine sebep olur.

Peki; âhiretin ebedî ve cazibeli hayatı karşısında, oldukça geçici, sığ, itici ve hızlı bir seyirle tükeniveren ve bir “zerrecikten” ibâret olan dünya hayatının insan kalbinde oturduğu “konuma” ne demeli? Peygamberlerin ve vahyin doğru haberleri bütün kulaklarda yankılanırken; bu “hayalî zerreciğin”, o “dev hakikî hayatı” yutmasını nasıl izah edersiniz? Bunun ona tercih edilmesi hangi akla sığar?

Oysa aslında insan dünyaya sığışamıyor; zindanda boğazı sıkılmış bir adam gibi “of!” “of!” deyip duruyor. Çünkü dünya insana kâfi gelmiyor. İnsan hakikî bir hayat, ebediyet arıyor. Fakat aradığını dünyada zannediyor ve yanlış kapı çalıyor! Aradığının âhirette olduğunu söylediğinizde, ölümden korkuyor ve kendisini bir hatıraya, bir ışığa, bir kelimeye, bir taneciğe, bir işarete, bir öpmeye; sözün kısası, bir “dünyacığa” hapsediyor. Ama o “dünyacıkta” yerleşemiyor. Çünkü kalbi âhireti istiyor. Bundandır ki her ibadet, insan kalbine sonsuz bir huzur ve doyumsuz bir lezzet veriyor.

On Yedinci Lem’a’nın On Dördüncü Notasının Üçüncü Remzinden; insanın hayatı boyunca imtihan içinde olduğuna, hayâtı boyunca bütün dikkati ve yoğunluğu ile aklının “başında” olması gerektiğine, zerrecik bir dünya için ebedî bir âhiret hayatını boğmaması gerektiğine, bütün ümitleri konusunda yalnız Allah’a güvenmesinin ve bütün korkularını bir yana bırakıp yalnız Allah’tan korkmasının önemine; aksi takdirde çok küçük şeylerin, insanın dünya-âhiret dev hayatını boğup mahvedebileceğine işâret edildiğini görüyoruz.

Anlaşılıyor ki, insan, bir sırat köprüsünde duruyor.

14.05.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Bolluk ve berekete ermenin yolu



Ebedî istikbale yapılan yatırımlar en güzel, en değerli yatırımlardır. Kalıcı, ebedî yatırımlardır bunlar. Başta iman ve ibadet olmak üzere yapılan bütün hayırlar bu kısma girer.

Birgün Hz. Esmâ’yla konuşurken bu yatırımların bir nev'ine dikkat çekmişti Resûlullah (asm). Hz. Esmâ’ya elinde bulunan malı biriktirip yığmamasını öğütlüyor, “Tâ Allah fazlından bol bol versin” buyuruyor, ihtiyaç sahiplerine vermesini, verdiğini de saymamasını tenbih ediyor, “Tâ ki Allah da sana sayısız ikramlarda bulunsun”1 diyordu. Görülüyor ki Buharî ve Müslim’de yer alan bu hadis-i şerifte Allah’ın bol bol lütfuna, fazlına ulaşmanın yolu olarak malı yığmamak, Allah yolunda dağıtmak gerektiği gösteriliyor. Yığsak ne olacak ki? Ahiretimize götüremeyiz. Dünyada kalır. Hayır yaptığımızda ise ahiretimize azık olur. Yine hadis-i şerifte ihtiyaç sahiplerini kollamamız, sayarak vermemiz isteniyor ve böylece Allah’ın sayısız ikramlarına kavuşacağımız belirtiliyor.

Demek Allah’ın sayısız ikramlarına kavuşmanın yolu da bu.

Çevrenize bakın. Ağaçlar meyvelerini, arı balını, güneş ısı ve ışığını, bulutlar yağmurlarını karşılıksız verirler. Nimetler bitmez. Allah onlara yine bol bol ihsan eder.

Peki, ya şuurlu insanoğlu Allah için verirse, Allah ona hiç vermez mi? Bir kudsî hadis-i şerifte Rabbimiz, “Ey Âdemoğlu! Ver ki sana da verilsin” teminatını veriyor. Asmayı budama gibi birşey bu. Budarsanız daha çok ve verimli ürün elde edersiniz.

Bu kudsî hadis-i şerifi nakleden Kâinatın Efendisi (asm), Allah’ın hazinelerinin alabildiğine geniş, bol ve çok olduğunu söylüyor, gece gündüz verilenlerden hiçbir şeyin onları noksanlaştıramadığını belirtiyor. “Yeryüzünü yarattığı andan itibaren yapmış olduğu ihsanları görmediniz mi? Bunlar O'nun hazinelerinden hiçbir şey eksiltmedi”2 buyuruyor. Gücü sonsuz, yoktan yaratan bir Yaratıcının hazineleri elbetteki tükenmez.

Peygamberimiz (asm) dünya malının bollanıp bereketlenmesinin bir yolunun da hırsla istememek, başkalarının eline avucuna bakmamak olduğunu bildiriyor. Dünya malının göz alıcı ve iştah çekici olduğuna dikkat çekip, mal kanaatle ve hırs göstermeksizin alınırsa bollanıp bereketleneceğini belirtiyor. Azımsayarak ve hırs göstererek alındığında ise onda bereket ve hayır bulunmayacağına, böylelerinin yiyip de doymayan kimse gibi olduğuna parmak basıyor.

Bu öğüdün o anki muhatabı olan Hakîm bin Hizam, “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, bundan sonra ölünceye kadar kimseye el açıp birşey istemeyeceğim” der. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in de bundan sonra kendi paylarına düşen ganimet malını dahi almadıklarını ve kimseden birşey istemediklerini biliyoruz.3

Demek tok gözlülük, istememek, Allah için vermeyi prensip edinmek, verdikçe değil azalmak, aksine çoğalacağına inanmak gerekiyor. Bolluk ve bereketin yolu bu.

Dipnotlar:

1- Buharî, Zekât: 21; Müslim, Zekât: 88; Ebû Davud, Zekât: 46; Neseî, Zekât: 62.

2- Buharî, Tevhid: 19; Müslim, Zekât: 36.

3- Buharî, zekât: 46; Müslim, Zekât: 96; Tirmizî, Kıyame: 29; Neseî, Zekât: 50.

14.05.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kurtuluş ve mutluluk, Yusufî (as) tarîkta



Şuuruna varalım veya varmayalım; derinden derine vicdanımızda şu soru yankılanır: Biz bu dünyaya niye geldik? Cevabını veremezsek, sıkıntı, üzüntü ve endişesi; makam-mevki, şan, şöhretin getirdiği bütün huzur ve mutluluğu süpürüp götürür.

Cevabı Kur’ân’da şöyle verilir: “Bu kâinatı yaratması, sizden hanginizin daha güzel iş ortaya koyacağını imtihan etmek içindir.”1 “Onlar, görmüyorlar mı ki her yıl, bir veya iki kere imtihan ediliyor, çeşitli belâlara çarptırılıyorlar da yine nifaklarından dönüş yapmıyor, bundan ibret de almıyorlar.”2

Bu âyetlerin yorumu yapılırken; yaratılışın asıl gayesi üç maddede formule edilir:

- İman-ı billah (Allah’a iman),

- Ma’rifetullah (Allah’ı bütün isim ve sıfatları ile tanımak, eşyanın hakikatini anlamaya çalışmak; Kur’ân’ın açtığı yol içinde yüce Yaratıcı’nın hikmetlerinin anlaşılıp mütalâa edilmesi)

- Ve muhabbetullahtır (Sayısız nimetleri vereni tanıdıktan sonra sevmektir.)

İşte bu hakikatler için imtihanlardan geçirilmekteyiz. İmtihanı kazanıp lütuflara mazhar olmak da, imtihan ve sıkıntılara katlanmakla mümkün. Tıpkı Hz. Yusuf (as) gibi:

Bilindiği gibi, henüz çocukken kıskanç kardeşleri onu kuyuya atar. Oradan geçen bir kafile onu bulur ve Mısır’a götürüp köle olarak satar. Aziz’in hanımı Yûsuf’a göz koyar; kendisiyle beraber olmaya çağırır. Kabul etmeyince, iftira edip, hapse attırır.

Senelerce sonra, hükümdarın gördüğü rüyayı tabir eder; hapisten çıkar ve Mısır Azizi olur. Hz. Yûsuf (as) bolluk yıllarında bütün ambarları zahire ile doldurtur; kıtlık yıllarında halka dağıtır. Kardeşleri de zahîre almak için iki kez Ken’an ilinden Mısır’a gider. Yûsuf (as) kardeşlerine kendini tanıtır…

“Aa! Sen, yoksa sen Yusuf musun?” dediler. O da: “Evet ben Yusuf’um, bu da kardeşim! Gerçekten Allah bizi lütfuna mazhar etti. Şu kesindir ki kim Allah’ı sayıp, haramlardan sakınır, itaatlara devam eder ve imtihanlara sabrederse, Allah da böyle güzel hareket edenlerin mükâfatını asla zayi etmez.”3

Onları affettiğini belirtir; babası Hz. Yakub’u (as), annesini ve kardeşlerinin tamamını Mısır’a davet eder. Anne ve babasını tahta oturtur; diğer on bir kardeşi ise Hz. Yûsuf’un önünde eğilir. O zaman Yûsuf (as); “Babacığım, işte bu vaktiyle gördüğüm rüyanın çıkışıdır; Rabbim onu gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni hapisten çıkaran, sizi çölden getiren Rabbim, bana pek çok iyiliklerde bulundu. Doğrusu Rabbim, dilediğine lütufkârdır. O şüphesiz, bilendir, hâkimdir.”4 “Rabbim, bana hükümdarlık verdin, rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin Yaratanı! Dünya ve âhirette koruyanım sensin! Benim canımı, Müslüman olarak al! Ve beni iyilere kat!”5

İşte Hz. Yusuf (as) şöyle de demişti:

“Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis kötülüğü emredicidir.”6

“Ândolsun ki, Yûsuf ve kardeşlerinin olayında, soranlara nice ibretler vardır.”7

Nefsini temize çıkarmayanlara; soranlara ve ibret alanlara selâm olsun…

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Hud, 7.; 2- Age., Tevbe, 126.; 3-Age, Yusuf, 90.; 4- Age, Yûsuf, 100.; 5- Age, Yûsuf, 101.; 6- Age, Yusuf, 53.; 7- Age, Yûsuf, 7.

14.05.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Cinnetin maddî yönü



Dün, "toplumdaki cinnet halleri"nin mânevî buhranla alâkalı yönüne değinmiştik. Bugün ise, meselenin maddî sebeplerini nazara vermeye çalışalım.

Uzun zamandır ekonomik gidişat ve göstergeler hakkında iç açıcı haberleri göremez, duyamaz olduk.

İcra, iflâs, kayıp, kaçış, kapanış, tükeniş, protesto ve karşılıksız çek haberlerinin ise, ardı arkası kesilmiyor.

Belediye ve devlet ihalesi alabilen imtiyazlı tabaka ile ithalat–ihracat ayrıcalığından yararlanmasını bilen becerikli şahıs ve şirketlerin dışında kalan vatandaş ekseriyetinin hali, cidden endişe verici bir seyir takip ediyor.

Bugün paraya para demeyen azınlık derecedeki ihale fırsatçıları ile ay sonunu getirebilme derdine düşmüş dar ve sabit gelir sahibi geniş vatandaş kesimi arasında, ne yazık ki tam bir uçurum hâsıl olmuş vaziyette.

Yatırım olmayınca, artan işsizlik derdine bir türlü çare bulunamıyor. Aynı sebepten, ekonomiye de bir türlü can gelmiyor, dinamizm sağlanamıyor. Sıcak paranın banka ve borsada dolaşıp durması, faizlere bulanıp nemâlanması, sadece yabancı şirketlerle üç–beş bin yerliyi memnun edebiliyor.

Bu paradan hasıl olan kâr ve gelir ise, ne yazık ki burada yatırıma dönüşmüyor, bir şekilde dış piyasalara akıp gidiyor.

İşte, kontrolsüz ve hesapsız şekilde piyasaları vuran tuhaf zam dalgalarının bir sebebi de budur: Ekonominin dönen dolaplarından yabancılar nemâlanıyor, azınlık bir kesim besleniyor; buna mukabil, vatandaş ekseriyeti çileli, zahmetli bir hayata tâlim ediyor.

Haliyle, bu da insanları sinirli olmaya, asabî davranmaya sevk ediyor.

Bu fecî vaziyetin neticesi ortada: Mânevî buhranın pençesinde zaten kıvranıp duran insanlarımızın, ikinci bir belâ olan maddî sıkıntılarla da pençeleşmek zorunda kalması, maalesef hemen her gün şahit olduğumuz vahim hadiseleri netice veriyor.

Demek ki, umumî huzur ve sükûn için de çift yönlü, çift kanatlı gitmek gerekiyor: Kudsî reçetelerle mânevî buhranın, sosyal ve iktisadî adâlet reçetesiyle de maddî buhranın önüne pekâlâ geçilebilir.

Tarihin yorumu 14 Mayıs 1950

Demokrasinin bayram ve matem günleri

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk "hür ve demokratik" mânâdaki genel seçimi yapıldı. Belli başlı üç partinin birbiriyle kıyasıya mücadele ettiği seçim sonucuna göre, toplam 472 milletvekilinin partilere dağılımı şu şekilde gerçekleşti:

Demokrat Parti: 396

C. Halk Partisi : 68

Millet Partisi : 1

Bağımsızlar : 7

Yapılan bu demokratik seçimlerin ardından, CHP'nin 27 yıldır süregelen tek parti sultası yıkıldı. 1946'da kurulan ve ilk kez bir "namuslu seçim" şansını yakalayan Demokrat Parti ise, tek başına iktidara geldi.

Celal Bayar'ın cumhurbaşkanlığı, Adnan Menderes'in de başbakanlık makamına gelmesiyle neticelenen 14 Mayıs seçimleri, Türkiye tarihinde "Beyaz ihtilâl" ve "Demokrasi bayramı" şeklinde yorumlandı.

Ne var ki, bu sevindirici bayram, on yıl sonra millete zehir edildi. Amentüsü kan, kin, vahşet olan bir cunta, milletin hür iradesiyle iktidara gelmiş olan Demokrat Partiyi 27 Mayıs 1960'ta devirdiler. Bunu yapmakla, sadece bir iktidar partisine değil, aynı zamanda ülkenin geleceğine ve umum milletin hukukuna da darbe vurmuş oldular.

Yapılan darbe ile, demokrasinin canına okundu. Ülke kalkınması sekteye uğradı. AB'ye üyelik sürecinin tıkanmasına sebebiyet verildi. Vatana, millete ve İslâm âlemine kötülüklerin en büyüğü yapılmış oldu.

İşte, hürriyet ve demokrasiye sahip çıkmanın en samimi ve inandırıcı yolu, evvelâ 1960'taki o kanlı darbeye karşı çıkmak ve nâhak yere devrilen demokrat iktidara sahip çıkmaktan geçer.

Aksi halde, bize revâ görülen herşeye razı olmak, önümüze konulan herşeyi benimsemek durumunda kalırız ki, o takdirde başımıza gelecek her türlü belâya, musibete müstehak oluruz.

Hâsılı, hürriyet ve demokrasiye yönelik darbenin, muhtıranın ve müdahalenin her türlüsüne karşı gelmek, aynı şekilde hukuku çiğnenmiş olanlara sahip çıkmak, bir "demokratik hukuk devleti" vatandaşı olmanın en öncelikli vazifelerinden biridir.

O halde, ben bir vatandaş olarak, bundan 48 sene evvel kanlı bir darbe ile devrilen bu milletin hakkını, hukukunu, hürriyetini, siyasetini, Demokratını aynen olduğu gibi geri istiyorum. Bundan asla tâviz vermiyor ve yapılan o zalimane tasarrufları da zerrece tanımadığımı âleme ilân etmek istiyorum. Aynı haykırışım, 12 Mart Muhtırası ile 12 Eylül İhtilâli için de geçerli.

14.05.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bunlar neyin reklâmı?



Gazete, televizyon ya da dış mekânlarda yer alan pek çok reklâm materyalinin, gerçekte ‘neyi’ tanıttığı tartışma konusu. Bu konuda en çok istismar edilenler de maalesef ‘hanım’lar. İlgili ilgisiz her ‘ürün’ün tanıtımında yer alan ‘kadın’ görüntüleri, gerçekte kadınlara zarar veriyor.

Bu uygulamaya karşı çıkması beklenen ‘feminist dernekler’ ise sus-pus! Tesettüre karşı çıkarken gösterdikleri ‘gayret’in yarısını bu konuda gösterseler, belki de bu istismar sona erecek. Ne var ki, çok cılız bir iki ses dışında, ‘kadın’ın reklâm yoluyla istismar edilmesine ses çıkaran olmuyor.

Hemen ifade edelim, bu konuda suçlu olan sadece görünüşte kadın haklarını savunan ‘feminist’ dernek ya da STK’lar değil. Her türlü ‘ürün’de kadın görüntüsü kullanan üretici firmaların da sorumluluğu var.

Başka bir çelişki de, ‘muhafazakâr’ bilinen bazı firmaların da bu yanlış yola sapmasıdır. Kamuoyunda ‘iyi’ imaja sahip olan pek çok büyük firma, ürünlerini tanıtırken; millet ekseriyetinin tasvip etmediği görüntülere yer veriyor. Onlara sorulsa belki de ‘reklâm ajansları’nı suçlayacaklar, ama ‘para’yı verenin ‘düdüğü’ çaldığı bir yerde bu bahaneye inanan olmaz. Muhafazakâr bilinen firmaların, belirli mahfillere ‘yaranmak’ için girdikleri bu yol, yol değil. Türkiye’de reklâm yapan ve kendi ürünlerini tanıtan her firmadan, Türkiye ve dünya gerçeklerine uygun materyal/afiş ya da reklâm filmi hazırlatması beklenir.

Bu tesbitleri firma ismi vererek isimlendirmeye kalksak, ‘dost’lar alınır. Ama ‘başörtüsü’ reklâmlarında bile ‘müstehcen’ ögeler olursa gerisini siz düşünün!

Reklâm, netice itibarıyla ‘müşteri’ye ulaşmak için kullanılan bir yol. O halde, reklâm metinlerinde ve görsellerinde Türkiye ortalamasına hitap etmek gerekmez mi? Büyük firmaların, özellikle ‘başörtülü’ fotoğraflara reklâmlarında yer vermemesi ne ile izah edilebilir? ‘Laiklik’ bunu açıklamak için yeter mi?

Aslında reklâm verenleri yola getirmenin yolu vardır, ama o da ‘reklâm alan’ların işine gelmiyor. Kartel medyasını bir yana bırakalım; ‘Türkiye gerçeklerine uygun yayın yapan’ medya bir araya gelse ve reklâm verenlere; “Bize, okuyucularımıza uygun reklâm metinleri hazırlayın” dese çok mu garip olur? Böyle uygulamalar dünyada var, ancak bizde ‘Para gelsin de ne olursa olsun’ anlayışı maalesef yol buluyor. Bu tavır, Türkiye gerçeklerine uygun reklâm metni hazırlamayan firmaların tavrından daha da ürkütücü olmalıdır.

Reklâm verenin karşısına bu şekilde bir taleple çıkmayıp, yayınlanmak üzere gönderilen metinlerde değişiklik yapmakla bir yere varılmaz. Geçtiğimiz günlerde böyle bir hadise yaşandı ve reklâm filminde değişiklik yapan yayıncı, aynı ‘ilân’ı yeniden yayınlamak durumunda kaldı.

Hiç komplekse gerek yok, uygun görmediğimiz ‘reklâm’ları, firma sahiplerine izah ederek iâde edebilmeliyiz. Unutmayalım; ‘para her şey’ değildir!

14.05.2008

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Filistin direniş şiirlerinden bir demet



‘Halksız olan topraklar, topraksız olan halka’ adlı kökünde zulüm yatan bir sloganla yola çıkan Siyonistler, Filistin’i ele geçirmek için yaş-kuru ne varsa yakmış yıkmış, katliâmlar yaparak kadeh kadeh şehid kanı içtikten sonra, 14 Mayıs 1948’de kuruluş bildirisini dünya kamuoyuna açıklamıştır. Ne yazık ki, dünya milletlerinin bir çoğu, akıtılan Filistinli kanını görmezden gelmiş ve adına İsrail denen bu devleti tanımıştır.

1920 yılında Filistin’i ziyaret eden bir grup Polonyalı gazeteci, İsrail’in demir yumruklu kadın başbakanı Golda Mair’e “Gelin çok güzel! Ama ona sahip çıkan bir damat (Filistinliler) var” diye Filistin hakkındaki izlenimlerini getirirler. Golda Mair de bu söze karşılık olarak “Allah’a şükür olsun ki damat çok zayıf, gelin kolayca elinden alınabilir” der. (Orijinal Sins, sh. 78.)

Gerçekten de Golda Mair’in dediği çıkmış, akrabalarının ve Hakka inanmışların desteğinden yoksun kalan damat, o mübarek ve bereketli gelinin elinden alınmasına engel olamamıştır.

Kaçırılan bu güzel gelin 60 yıldır ayrılık acısıyla kan ağlamaktadır. Gözü yolda, sevgilisinin gelip kendisini kurtarmasını beklemektedir.

Mazlûmun duâsı kabul olur diye, Âkif’in diliyle kurtuluş için duâ etmektedir herdaim.

“Ya Rab! Bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?

Mahşerde mi biçarelerin felahı?”

Biz de diyoruz ki: Bu karanlık gecenin sonu elbette vardır ve gelecektir.

Çekilen bunca acı sona erecektir elbet. Çünkü şair Mehmed Emin Yurdakul’un da dediği gibi, demir ve ateşle hiçbir vatan ve ırk ölmemiştir. Şerefli bir tarih ve medeniyete, sağlam bir fazilet ve ahlâka, zengin bir şiir ve edebiyata, dinî ve millî ananelere, ırkî ve vatanî hatıralara malik olan bir milletin mahvolduğunu tarih göstermemiştir.

Hür irade, öyle demirden ve betondan duvarlar içine hapsetmekle, aç-susuz bırakılmakla yok olmaz. Cehennemî bir ıztırap dahi verilse, sönmez vatan sevdalının aşk alevi. Hak olan dâvâya adadı mı insan kendini, gözlerinde alev alev yanan hürriyet ateşidir onun meşalesi. Onunla görür önünü. Yaralarını kendi derisiyle sarar hürriyet âşığı. Ekmek yerine yabanotu yer; taştan çıkarır suyunu. Yaralı da olsa kükrer zalimlerin yüzüne ve asla boyun eğmez. Direniş şarkıları söyler, ta ki son nefesine kadar....

Kaydet

Kaydet!

Arab’ım...

Kart numaram ellibin.

Sekiz çocuğum var, dokuzuncusu yazın sonunda

Kızıyor musun?

Kaydet!

Arabım... Lâkabı olmayan bir ismim ben.

Bu diyarda, öfke kazanı içinde yaşayanların

En sabırlısıyım ben.

Kaydet!

Arabım...

Dedelerimin üzüm bağlarını çaldın.

Çocuklarımla beraber sürdüğüm toprağı,

Sen yağmaladın.

Bana ve torunlarıma şu taşlardan başka bırakmadın.

Denildiğine göre hükümetiniz bunu da alacakmış?

Öyle ise kaydet!

Ta sayfanın başına

Ben nefret etmem insanlardan.

Kimseyi yağmalamam.

Ama aç kalırsam,

Yerim etini beni gasp edenin.

İkaz ediyorum... İkaz ediyorum

Açlığımdan ve öfkemden kork benim..

Mahmud Derviş

***

Yirmi imkânsız

Sanki yirmi imkânsızız biz.

Burada.....

Göğüslerinize çökmüş bir duvar gibiyiz.

Aç kalırız, açıkta kalırız.

Meydan okuruz şiirlerimizle...

Sanki yirmi imkânsızız biz.

Lüd’de... Remle’de... Celil'de...

Kalıcıyız burada.

Gidin de deniz suyu için siz

İncirin, zeytinin gölgesini bekleriz biz.

Fikirlerimizi ekeriz... Hamur içinde eriyen maya gibi.

Sinirlerimiz.... Buzul soğukluğu

Kalbimiz.... Cehennem ateşi gibi

Susadığımızda taşı sıkarız.

Acıktığımızda toprak yeriz

Gitmeyiz...

Pak kanımızı feda etmekten sakınmayız.

Burada... Mazimiz... Hazırımız... Müstakbelimiz

Tevfik Ziyad

***

İnsan

Ağzını zincirlediler

Ellerini musalla taşıyla bağladılar

Ve dediler ki: Katilsin sen

Aşını, üstünü, başını.... Bayrağını aldılar

Sonra da ölüler zindanına attılar

Ve dediler ki: Hırsızsın sen

Kovdular onu her limandan

Küçük sevgilisini aldılar elinden

Sonra da dediler ki: Sığınmacısın sen

Ey elleri ve gözleri ağlayan

Sona erecektir gecen

Neron öldü, ama baki kaldı Roma...

Savaşır gözleriyle

Kurusalar da buğday tanelerin

Başaklarla dolacaktır vadin..

Mahmud Derviş

***

Direniş

Kirpiklerimizle hüznü ve dikeni kökünden sökeriz,

Gülü severiz,

Ama buğdayı daha da severiz,

Gülsuyunu severiz,

Ama başaklar ondan daha temiz.

Başakların boynunu sıkı tut

Hançere sarıldığın gibi

Toprak... Çiftçi ve ısrar

Söyle bana nasıl yenilir

Bu üç temel

Söyle bana nasıl yenilir?

Mahmud Derviş

Kaynaklar:

Orijinal Sins “Reflections on the History of Zionizm and İsrail”Benjamin Beit Hallahmi. Olive Baranch Press 1993

Şuara El-Arad El-Muhtelle Dr. Abdurrahman Yağı.

Kâzıma linneşr ve’l tercüme Kuveyt 1982

Not: Beyitler kısaltılarak alınmıştır.

14.05.2008

E-Posta:




Mustafa ÖZCAN

Rehber makamındaki yol kesiciler



Tekbir giyim ve ardından H.Ü. vakalarıyla ilgili tartışmalar yanlış bir zeminde ve mecrada seyrediyor. Meselenin özü kaçırılıyor ve ayrıntılar ön plana çıkarılıyor ve mesele yine magazinleştiriliyor. Müjde Ar’ın örneğinde olduğu gibi mesele gazoz meselesine veya dört şahit meselesine indirgeniyor. Aslında bu iki örnek de İslâmî camianın (Elif Çakır’ın yazdığı gibi şayet varsa) ne kadar çürük bir zeminde bulunduğunu da gösteriyor. İşte bu zayıf halkadan veya surda açılan gedikten de saldırılar geliyor. Rıza Zelyut’un yazısı bu bağlamda değerlendirilmeli. Aleyhisselatu Vesselam’ın ümmetiyle paylaşmadığı bazı hususiyetleri veya meziyetleri var. Bunlardan birisi gece ibadetidir. Suyutî bunlara hasais demiştir. Şifa-i Şerif ve şerhlerinde Peygamberimize has özel ibadetlerden ve bazı özel farzlardan ve ruhsatlardan bahsedilmektedir. Sözgelimi, Peygamberimizin dörtten fazla evlenmesi kendisine has bir hukuktur. Bir Malezyalının yaptığı gibi Peygamberimiz dörtten fazla evlendi diye bunu kendimize sünnet edinemeyiz. Dâr-ı bekaya irtihalinden sonra ümmehatu’l mü’mininle mü’minlerin evlenmesinin yasak olması gibi Peygamberimiz’e has geçici teşri veya yasalar vardır. Onun dışında Adem’den beri fıtrî olan evlilik tek eşliliktir. Onun dışındaki istisnadır ve istisnalar da kaideyi bozmaz ve ruhsata tabidir. Bu ruhsatı ibahe kapısı yapmak da İslâm’ın ve genel olarak bütün dinlerin ruhuna aykırıdır. Hadis-i şeriflerde ifade edildiği gibi Cenab-ı Hakk nefsine düşkün zevvak (hedonist) erkek ve kadınları sevmez. Tabii fıtrat da bunu bir zafiyet telakki eder. Dolayısıyla, ‘ya çok eşlilik ya da zina’ seçeneği, seçenek değil nefsin bir oyunudur. Kendi taşkınlığını aklamak için zinayı paklamaktır. Fizikî olarak taaddüdü zevcat bir istisna olarak geçerlidir ama zorunlu addedilmesi fıtrat dışıdır. Dünya nüfusuna baktığımızda herkesin ikinci bir eşle evlenmesi kabil ve mümkün değildir. Taaddüdü zevcat arttıkça diğer erkekler için bırakın taaddüdü zevcatı, izdivaç kapısı bile kapanmaktadır.

Bundan dolayı mesele ayağa düşmüştür. Kimileri bu tarz vakalara meşruiyet atfedenleri ‘uçkur uleması (Mine Kırıkkanat) ‘kimileri de ‘uçkur mücahidleri’ olarak nitelendirmektedir. Kimileri de sulandırma veya vulgarize etme babından; ŞENLİKoğlu gibi meseleyi gazoz meselesine çevirmiştir. Buna mukabil, taaddütü zevcat refusenikleri de bu defa taaddüdü ezvac yani çok kocalılık hukuku istemektedir. Bazı hile-i şeriyyeler şeytanın tuzakları mesabesindedir. Bu bağlamda, İbnü’l Cevzi gibiler hullecileri şeytanın avaneleri olarak görür. Bu tür hafiflikler İslâm düşmanlarının şamatalarına neden olmakta ve Müslümanları küçük düşürmektedir. H.Ü. meselesi bir hukuk meselesi değildir ki dört şahit aransın. Mesele Müslümanların ve İslâm’ın imajıyla alâkalı bir meseledir. O zât muayyen gazetelerde yazmasa veya M. Gündüz gibi peşine bir sürü cemaat görüntülü adamı toplamasa kimse onun ne yaptığıyla ilgilenmez bile. Mesele o görüntüleri İslâm’a mâledebilmektir. Mesele İslâm olmadıkça kim ne halt ederse etsin o kendisini bağlar ve ferdi daireyi ilgilendirir. Bir de bu bapta, suret-i haktan görünerek en iyi savunma saldırıdır şark kurnazlığıyla hareket ederek; şeytanî bir zeminde güya İslâm’ı savunmaktır. Sonra mesele ‘tencere dibin kara seninki benden kara’ edebiyatına dönüşüyor. Hak ile batıl birbirine karışıyor. En büyük vurgun hak ile batılın birbirine karışması ve karıştırılmasıdır. Buna neden olan gafil ve ahmak hocalar indallah da mesuldürler. Sonra bazı okurların ‘benim adıma ne güzel küfrediyor. Boşalıyorum vallahi’ tarzındaki yaklaşımları da İslâm nezahetini temsil etmez ve sonunda sizin adınıza atılan küfürlerin bumerang gibi sizi vuracağı günler gelir. Maalesef günümüzde büyük bir kültürel boşluk var. Eleklerimiz kevgire dönmüş durumda. Herkes bir tarafından camiaya hulûl ediyor veya aklı kıt ama hırsları sınır tanımayan bazı kimseler de bu zemini istismar ediyorlar ve öne çıkmak ve yol kesmek için fırsat olarak görüyorlar. İbni’l Cevzi bu hususta bir hikaye naklader. Vaktiyle bir sûfi bir Sultan’ın huzuruna girmiş ve ona vaz’u nasihatta ve irşadda bulunmuş. Bunun üzerine Sultan kendisine bin dirhem vermiş ve sûfi de bunu almış. Sultan sözkonusu sûfiyi parayla savuştururken kendini şöyle demekten de alamamış: “Hepimiz avcıyız. Av tekniklerimiz ve oltalarımız farklı olsa da....”

Ama oltaların en kötüsü din adına atılan oltadır. Söz ile özü ve söz ile fiili uymayanlar fiilleriyle sözlerini tekzip edenler zümresindendirler. Bu tipler cehennemde büyük makaslarla boyuna dillerini ve dudaklarını keseceklerdir. Bunlar, şehvetlerine din kisvesi giydirir. Günümüzde iktidara, para ve şehvete ulaşmak için en kısa yol olarak dini kullananlar ne kadar da çoğaldı. Şehvetine din kisvesi giydiren kimse muayyen bir dönem sonra M.K. gibi bunun hakkı olduğunu da düşünmeye başlar. Buna zihinde meşrûlaştırma da diyorlar. Bu durumda adam bu herze ve rezaletleri işlerken bir de sevap işlediğini düşünür. Başkaları imkânsızlıktan dolayı bu tarz sevaplardan mahrum kalsa da! Ona da bir kulp bulur ve kendisinin Allah’ın sevgili kulu olduğunu ve ötekilerin de unuttukları arasında kaldığını düşünür. Ve giderek bilmeden ayaklı şeytan yani mefisto haline gelir. Bunların yaptıkları söylediklerinin pratikte tekzibi mahiyetindedir. Şeytanın en tehlikeli yanaşması sağ canipten gelenidir. Şeytanın sağ canipten gelmesini içimizden bazı beyinsizler ‘bizdendir ve bizden olanların hataları sevaptır’ diye de meseleyi içselleştiriyorlar. Yeni Şafak’ta iken yine böyle bir dâvâ için şu ayeti celileyi yazmıştım ve yine yazıyorum: “Rabbena la tec’alna fitneten lillezine keferu...” Yani: Ey rabbimiz bizim yüzümüzden İslâm imajının kirletilmesine müsade etme ve İslâm imajının kirletilmesi noktasında bizi inanmayanlar için bir imtihan vesilesi kılma. Evet, sizin yüzünüzden birileri İslâm’ın değerleriyle şamata ediyor ve meseleyi Hazreti Peygamberin özel hayatına kadar taşıyorsa bu ayetin kapsamına girmişsiniz demektir. Dolayısıyla yapılması gereken sadaret mevkiinde olanların yani insanlara telkin verenlerin, rehber makamında görünenlerin kutta-i tarik yani yol kesen hâline gelmemeleridir. Bu ayetler refusenikler için değil sözde İslâm’ı temsil edenler için inmiştir. En büyük şeytan başkasının içindeki şeytan değil içimizdeki şeytandır.

14.05.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

14 Mayıs’ın mânâsı…



Bediüzzaman, “eski dahiliye vekili, şimdi parti kâtib-i umûmisi” dediği dönemin Halk Partisi Genel Sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı mektupta, “yirmi sene zarfında devlet makamlarına birtek istidâ (dilekçe) yazmayan” biri olarak “bir hakîkati beyân etmeye kendimi mecbur bildiğini” belirtir. İktidardaki Halk Fırkasının millet karşısında “gâyet ehemmiyetli bir vazifesi”ni bildirir: “Bin seneden beri, âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi (Müslümanların birlik ve bütünlüğünü) muhâfaza eden ve âlem-i beşeriyetin (insanlığın) küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir sûrette kurtulmasına büyük bir vesîle olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri, eğer şimdi, eski zaman gibi, kahramancasına Kur’ân’a ve hakaik-ı îmâna sahip çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-ı Kur’âniye ve îmâniyeyi tervîce (rağbete getirmeye) çalışmazsanız, size katiyen haber veriyorum ve katî hüccetlerle ispat ederim ki, âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adâvet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşîliğe mağlûp olup, âlem-i İslâmın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimâlîden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet verecek…” (Tarihçe-i Hayat, 437)

Devamında “hâriçte iki dehşetli cereyâna karşı, bu kahraman millet, Kur’ân kuvvetiyle dayanabileceği”ni açıklayan Bediüzzaman, “hamiyetperver ve milliyetperverler” olarak, tek parti devrinde cereyan eden “medeniyet hesâbına mukaddesâtı çiğneyen usûller”e dikkat çeker. “Üç dört şahsın inkılâp nâmında yaptıkları icraatı esas tutulması”nın yanlışının düzeltilmesini ister.

Bir Müslümanın “başka milletler” olmayacağını nazara vererek, “İslâm milliyeti”ni esas alan Bediüzzaman, “eğer dînini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıt altında kalamaz; istibdâd-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez” diye ikaz eder.

Bir başka mektubunda ise, Nur talebelerinin yalnız imanla alâkadar olduklarını yazan Bediüzzaman, “Şimdiye kadar gizli komiteden, siyaseti dinsizliğe ve zındıkaya âlet edenler, istibdad-ı mutlakla Nurcuları ezdiler. İnşaallah, bir sebep çıkar o istibdadı kıracak” dediği noktada “Demokrat çıktı, bir derece kırdı” diye bir “haşiye” koyar. (Emirdağ Lâhikası, 140)

Bediüzzaman’ın milletin mânevî değerlerinden kopuk siyasete yaptığı tenbihteki en önemli nirengi noktalarından biri şüphesiz, “istibdad”a karşı temel hak ve hürriyetlerin teminidir. Kırk yıl önce mücadelesini verdiği, “milletin hâkimiyeti” ve “efkâr-ı ammenin (kamuoyunun) zembereği dediği meşrutiyet ve demokrasinin, bir diğer anlamıyla “demokratik cumhuriyet”in “mânâsız isim ve resim”den kurtularak bütün muhtevasıyla yerleşmesidir.

Dört büyük halifenin birer reis-i cumhur oluşu gerçeğinden hareketle “mânâ-yı dindar bir cumhuriyeti” oluşudur. Bu tefsirle İslâm ve Kur’ân nâmına meşrutiyeti alkışlar…

Aslında Bediüzzaman’ın, “hükûmetin büyük bir rüknü” dediği iktidarın “ikinci adamı” olan Halk Partisi Genel Sekreterine ilettiği ikazlar, bütün partiler için geçerli. Bundandır ki, o zamana kadar ortaya çıkan “siyasî muârızlar”dan bahseden Bediüzzaman, “eğer bu muârızlarınız hakâik-i îmâniyeye nâmına çıksaydı, birden sizi mağlup ederdi” diye onları uyarır…

Halk Partisi Genel Sekreteri’ne, “Siz, şimdiye kadar gelen inkılâp kusurlarını üç dört adamlara verip, şimdiye kadar umûmi harb vesâir inkılâpların icbârıyla yapılan tahribâtları-husûsan an’ane-i dîniye hakkında-tâmire çalışsanız, hem size istikbâlde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusurâtlarınıza keffâret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, hamiyetperver nâmına müstehak olursunuz” tespitinin mânâsı budur.

Gerçekten, “Demokrat çıktı” ve Türkiye’de çeyrek asır süregelen tek parti istibdat ve diktasını bir derece kırdı. Merhum Menderes’in, Millet Meclisi’nde, “Şimdiye kadar tek parti döneminde kabul ettiremediğiniz, millete mâl olmayan inkılâpların millete benimsetilmesini bizden beklemeyin” ifâdesinin bu anlama geliyor.

Bunun içindir ki Demokrat Parti’nin iktidara geldiği gün olan 14 Mayıs, Lâhikalarda bir “bayram” olarak ilân edilir. “14 Mayıs seçimleriyle çeyrek asrın diktatöryası zîr ü zeber edilip çatır çatır yıkılırken, millet, kendi mukedderâtına, hâkim olmaktan duyduğu hudutsuz bir sevinç içesinde bayram ediyor” denilir. (Emirdağ Lâhikası, 548)

“Ahrarlar”ın devamı olan, “demokratlık ve hürriyetçiliği” esas alan Demokrat Parti, 14 Mayıs 1950’de iktidara gelişinden bir ay sonra Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesiyle maddî hizmetlerin yanında mânevî hizmetleri başlatır. Demokrat Parti ve devamı partilerin iktidarı döneminde, 570’in üzerinde imam hatip okulu, onlarca yüksek İslâm enstitüsü ve ilâhiyat fakültesinin yanısıra yurt sathında binlerce Kur’ân kursunun hizmete açılır. Okullara din dersleri konulur. Diyanet’e 80 bini aşkın kadro tahsis edilir.

Bediüzzaman, “Ahrarlar” dediği “hürriyetperverler”in, yani “Demokratlar”ın muvaffakiyetlerine çok dua edip,“İnşaallah o ahrârlar istibdâd-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’îeye vesîle olacaklar” duasında bulunması ve “Anadolu’daki Müslümanları bir mânevî kuvvet ve duâcı yapmaya” daveti buna işârettir… (Emirdağ Lâhikası, 267)

14 Mayıs’ın mânâsı budur. Bugünkü iktidar ve siyasî partiler bundan ders almalıdır…

14.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

AB’nin Myanmar’ı olmayalım



Dünyada neler var neler. İki ülkeyi örnek vereceğim. Biri darbeler ülkesi olarak biliniyor. 1986’da Marcos’u devirip devlet başkanı olan Aquino, 1989’a kadar 7 darbe girişimiyle karşılaştı. Ondan sonra gelen Estrada bir darbe sonucu düştü yerine Arroyo geldi. Arroyo bugüne kadar 3 azil, bir darbe girişimi atlattı. Böylece ülke 11 yılda 13. kez darbe girişimine sahne oldu. Diğer ülke yarım asra yakın cunta tarafından yönetiliyor. Kasırga felâketinden sonra yüzbinlerce insanı öldü. Milyonlarcası ölümün pençesinde. Yabancı yardım ekipleri ülkeye kabul edilmiyor. Cunta, 2010’da çok partili seçimlere kapı açacağı “öngörülen” referandumu yapıyor. Buna göre ulusal ve bölgesel parlamentolarda sandalyelerin dörtte biri orduya ayrılacak. Devlet başkanı olacak kişinin geçmişinde askerî deneyim olacak. Birçok bakanlık, askerî personelin kontrolü altında olacak. Bunun yanında acil durumlarda devlet başkanı bütün yetkileri askeriyeye devretme hakkına sahip olacak! Bu iki ülkeyle ilgili neler düşündünüz? Nasıl bir ortam hayalinizde canlandı? Elinizden gelse yardım eder miydiniz? Vatandaşlarının insan gibi yaşaması uğruna vereceğiniz destek “içişlerine müdahale ettiğiniz” şeklinde eleştirilseydi tavrınız ne olurdu? Fazla uzatmayalım. Bu ülkelerden biri Filipinler diğeri de Myanmar. Türkiye’den bakınca demokrasinin, hürriyetin, insanca yaşamanın kıymetini daha iyi anlıyoruz değil mi?

Şimdi de üçüncü ve son bir ülkeyi nazarlarınıza sunalım. Ancak bu ülkeye buradan değil daha farklı bir yerden bakalım. Ülkede asker defalarca darbe yapmış. Bir çok kez muhtıra vermiş. Ülkesine 10 yıl hizmet etmiş başbakan ve bakanlarını asmış. Demokratikleşiyor derken sonradan anlaşılacağı üzere defalarca ihtilâl hazırlığı yapıldığı ortaya çıkmış. Halkın tercihi sürekli mecrasından saptırılmış. Bu ülke hakkında düşünceleriniz neler olur? Demokrasisine destek verilirse zararı olur mu? Bu çağda hâlâ darbe düşünülüyorsa tepkiniz ne olur? Yine uzatmayalım. Bu ülke de Türkiye. İçinden bakınca çok fark etmiyor olabiliriz. Ancak bizim Filipinler’e ve Myanmar’a baktığımız gibi AB de Türkiye’ye bakıyor. Onun için AB, Türkiye’yi eleştiriyor. “Madem AB gibi demokratik, laik ve hukukî bir yapıda beraber olacağız o zaman size yardım edeceğiz” diyor. “Laiklik yanlış uygulanıyor, demokratikleştirin” tavsiyesinde bulunuyor. Ama “içişlerimize müdahale ediyorlar” gibi alâkasız bir gerekçeyle karşı çıkılıyor.

Dün Meclis’te partilerin grup toplantısı yapıldı. MHP ve CHP’de yine AB eleştirileri vardı. Bahçeli, “Barroso, Rehn ve Lagendjik”i isim vermeden “Brüksel müfettişleri” diye küçümsedi. “Uluorta küstahça konuştuklarını” söyledi. “Demokratik laiklik” kavramını beğenmediğini açıkladı. Buna karşılık Başbakan Erdoğan da “Biz nasıl dünyaya kayıtsız kalmıyorsak dünya devletleri de Türkiye’ye kayıtsız kalamaz” diyerek AB’nin “desteğine destek” verdi.

Dünya küçüldü. Artık “senin-benim içişlerim” yok. Herkes birbirinden sorumlu. Bu böyle biline!

14.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Paris'ten gelen soru



Zülfü Livaneli dün Vatan’da çıkan yazısında, Paris’ten telefon eden bir arkadaşının sorduğu ilginç suali aktarıyor:

“Sizde neden Atatürk Camii yok?”

Ve devamında şunları yazıyor:

“Şaşırdım kaldım. Eminim ki, bugüne kadar bu soru hiçbir Türkün aklına gelmemiştir.”

Devamında, şunları düşündüğünü anlatıyor:

“Bu ülkede Fatih Sultan Mehmet’in adına cami var. Süleymaniye, Selimiye gibi camiler padişahların adını taşıyor. Hatta valide sultanlar, vezirler, komutanlar adına da camiler var. Özel kişiler adına da cami yaptırılmış.

“Yeni camilerimizden birisi Kocatepe adını taşıyor, ama o tepeyle bütünleşmiş olan komutanın adına yapılmış bir cami yok.”

Sonrasında “Acaba olsaydı din çıkışlı itirazlar azalır mıydı?” diye soruyor, ama “inanç sömürüsü” olarak nitelediği böyle birşeyin laiklik ilkesine aykırı olacağına hükmediyor ve “Dinle devleti ayıran devlet kurucusu adına cami yapılmaması doğru” kanaatine varıyor Livaneli.

Yazar her ne kadar “Atatürk Camii niye yok?” sualinin, bugüne kadar hiçbir Türkün aklına gelmediğinden eminse de, biz evvelce aynı konuyu iki kez işlediğimizi hatırlatmak istiyoruz.

Bunlardan biri, Diyanet İşleri Başkanının “camide daha fazla Atatürk vurgusu yapma” gereğinden dem vuran sözlerini eleştirdiğimiz 28.8.06 tarihli yazımız. O yazıdan birkaç pasaj:

“Eğer Cuma hutbelerinde Osmanlı sultanlarının isimleri anılıp onlara dua edilmesi örnek alınıyor ve Atatürk’ün de devlet kurucusu olarak onlar gibi görülmesi isteniyorsa...

“Arada çok önemli ve ciddî farklar var.

“Bir defa, Osmanlı sultanları dinle devletin iç içe olduğu bir sistemin hükümdarlarıydı ve Yavuz’dan itibaren de halife ünvanını taşımışlardı. Ama Atatürk bu sistemi ilga etti ve laiklik adına dinin devletle alâkasını kesti.

“İkincisi, Osmanlı sultanlarının dinle olan sıcak ve yakın ilgisinin müşahhas tezahürlerinden biri, adlarına inşa edilen selâtin camileri. Süleymaniye, Fatih, Selimiye, Sultanahmet, Yavuz Selim, Beyazıt en bilinen örnekler.

“Peki, Atatürk adını taşıyan bir cami var mı? Anıtkabir’in karşı tepesine inşa edilen camiye dahi niye Atatürk’ün adı verilemedi?

“Zira bu, Atatürk ve onun adına uygulanan jakoben laiklik anlayışı ile bağdaştırılamadı.

“Ayrıca Atatürk’ün devrimler sonrasında camiye adım attığına dair bir kayıt da yok.

“Hal böyle iken, ‘İlle de camilerde Atatürk vurgusu yapılsın’ diye üstelemenin izahı ne?”

Aynı konudaki ikinci yazımız 8.2.08 tarihli.

Bahçeli’nin, partisini “Anıttepe ile Kocatepe arasında çelikten bir halat” olarak nitelemesini yorumladığımız bu yazıdan da birkaç cümle:

“Atatürk’ün kabriyle karşı tepedeki cami arasında kopukluk olduğu düşünülüyorsa, bunu bağlamak bir siyasî partiye mi kaldı?

“Söz gelişi, Atatürk hayatta iken neden kendi adını taşıyan bir cami yaptırmayı düşünmedi?

“Böyle birşey takipçilerinin aklına niye hiç gelmedi? Ve tam tersine, Anıttepe’nin karşısındaki Kocatepe’ye şimdiki muazzam caminin inşa ettirilmesi, ‘Atatürkçülük adına’ karşı çıkanlar tarafından niçin yıllarca engellenip geciktirildi?

“Padişahların kendi adlarına mutlaka bir cami inşa ettirdikleri ve vefatlarından sonra bu camilerin haziresindeki türbelerine defnedildikleri Osmanlı sistemi devam ettiriliyor olsaydı, Bahçeli’nin ifadeleri belki bir anlam taşıyabilirdi.

“Ama öyle birşey yok. Tam tersine, cumhuriyet kurma iddiasıyla yola çıkanlar, Osmanlıyı herşeyiyle kötüleyerek işe başladılar. Bir ara bazı camiler ot deposu yapıldı. Padişahların türbeleri çok yakın yıllara kadar bakımsız mezbeleler olarak kendi haline terk edildi. Anıtkabir de mabedsiz bir laiklik âbidesi olarak yapıldı.”

Ve şimdi bu durum, Atatürk’ün ilham kaynağı ve laikliğin beşiği Fransa’da bile sorgulanıyor.

14.05.2008

E-Posta: [email protected]




Robert MİRANDA

Dünyamız tehlike altında!



Modern çağda insanoğlunun yüz yüze geldiği en büyük mücadele, insanın kendi açgözlülüğü ve hırsının çevremiz üzerinde yol açtığı yıkıcı ve harap edici etkileri tersine çevirme imtihanıdır.

Sanayileşme süreci dünya genelinde geliştikçe, bilim adamları sera gazı etkisinin Dünya’nın kutup bölgelerinde erimelere yol açtığını, deniz seviyesinin yükseldiğini ve gezegenimizin ekosisteminin dengesinin bozulduğunu rapor etmekte ve bu durum da insanoğlu dahil bir çok hayat formunun geleceğini tehdit etmektedir.

İnsanlar olarak dünyanın ürettiği kaynakları tükettiğimiz sürece, gezegenimizin ve kendimizin varlığının geleceği konusunda endişe duymalı ve onu himaye ve önemseme duyarlılığını kaybetmemeliyiz. Dünyanın kaynaklarının çok ve bereketli olmakla beraber, sonsuz olmadığını da unutmamalıyız.

Said Nursî, kâinatımızın hayattar olduğunu ve hayatın Yaratıcı’mızdan kaynaklandığına işaret etmekte ve tabiatın Allah’ı tanıdığını ifade etmektedir. Nursî’ye göre kâinat insanı da tanımakta ve insanın yaptıkları ve davranışlarıyla da doğrudan ilgilenmekte ve endişe etmektedir. Kâinatın bütün unsurları, yoldan çıkan insanoğluna, tabiatın dengesini bozduğu için kızmakta ve buğz etmektedir.

Günümüzde, yoldan çıkan insanoğlunun Dünya’ya karşı saygısının azaldığından ötürü tabiatın kızgınlığının arttığına şahit olmaktayız. Yoldan çıkan insanlık, dünyamızın tabiî kaynaklarını umarsızca tüketirken bir yandan da kâinatın dengesini bozmaktadır.

Kur’ân Müslümanlara der ki; eğer insan davranışlarında kötülük ön plana çıkarsa kâinat bundan rahatsız olur ve hiddetlenir. Eğer bu sapkın davranışlar sürecek olursa, kâinatın unsurları bir ikaz mahiyetinde öfkelenecek ve bütün varlıklar insanlığın aleyhinde bir gayz ve öfkeye kapılacaktır. (Mülk Sûresi, Âyet 8)

Kâinatın bu öfkesine bir çok örnek vermek mümkündür. Nuh’un kavmine hücum eden tufandan tutun da, Firavun’a isabet eden denizin öfkesine ve günümüzde meselâ ABD’nin New Orleans şehrini vuran kasırgalara kadar bütün vak'alar kâinatın dengesinin sapkın insanlar tarafından bozulmasından kaynaklanmaktadır.

Bediüzzaman Said Nursî, hayatı boyunca dağları, dereleri, baharı, bitkileri ve evrende yaşayan bütün canlıları incelemiş ve bu sayede, dengeyi keşfetmiş ve onlara aynı zamanda büyük bir sevgi ve merhamet beslemiştir. Said Nursî, bütün canlıların bir amacı ve birbirleriyle ilişkileri olduğuna işaret eder ve kâinattaki bütün varlıkların, canlı yahut cansız, Allah’ı tanıdıkları ve onu tesbih ve takdis ettiklerini belirtir. Nursî’ye göre bütün canlılar Allah’ın emirlerini duyar ve O’na itaat ederler.

O halde dünyamızda meydana gelen olaylar başıboş değildir ve bir emir altında gerçekleşmektedir. Yani kâinat insanlığın açgözlülüğü ve hırsından dolayı ortaya çıkan dengesizliğe reaksiyon vermektedir. Dünya’nın iklimindeki değişiklikler, deniz seviyesinin yükselmesi, gittikçe artan alışılmadık fırtınalar ve yıkıcı kasırgalar ve de gezegenimizin gittikçe ısınması hep bu unsurların Allah’tan aldıkları emirler neticesinde meydana gelmektedir. O, kâinatın unsurlarına, insanlığın sapkınlığına bu şekilde cevap vermelerini emretmiştir.

Said Nursî eserlerinde insanlığın sapkınlığı sonucu gelişen bu tip yıkıcı vak'aları tersine çevirmek için, kâinatı anlamaya ve onu okumaya ihtiyacımız olduğuna işaret eder. Biz dağlara, derelere, nebatata ve içinde yaşayan bütün canlılara ve cansız varlıklara saygı duymayı öğrenmeliyiz. Bunları kâinatımızın yaşayan ve Allah’ın emirlerine itaat eden ve onu tesbih ve takdis eden birer unsuru olarak görmeliyiz. İnsanlığın yıktığı ve bozduğu tabiî dengeyi yeniden düzeltmek için, buna mecburuz. Çünkü bu unsurlar Allah tarafından kâinata yerleştirilen birer harika eserdir. İnsan da tabiatın dengesini muhafaza etmek konusunda kendisini mecbur hissetmeli ve böylece kâinatın öfkesini üzerine çekmemelidir.

14.05.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT