Yasemin YAŞAR |
|
İnanmak ile inandığını yaşamak arasındaki mesafe |
Günümüzde ehl-i iman diyebileceğimiz birçok insan, iman noktasında problem taşımıyorsa da, amel noktasında problemli gözükmektedir. Bu konu kelâm âlimlerinin de üzerinde durduğu bir meseledir. Mutezile imamları amelin imana dahil olmadığını kabul etmeyerek günah-ı kebâireyi işleyen bir insanın imansız olduğuna hükmetmişlerdir. Bu ifrat yaklaşım bir de tefriti doğurmuş ve imansız amelin kurtuluşa vesile olacağına dair görüşler ortaya atılmıştır. Bediüzzaman kelâmcıların bu problemini, amelin imana dahil olmadığı ve amelsiz imanın kâfî gelmediği formülüyle çözmüştür. Bu mesele ile ilgili 13. Lem’a’da, yüz hakikat dersini aldığı halde bozuk bir adamın iltifatına kapılan bir arkadaşından örnek verir. Bediüzzaman, “Nasıl oluyor da bu hakikat derslerini alan birisi bu derece sukut edebilir?” diye düşünür ve cevaben; ‘ehl-i imanın şeytanın desiselerine kapılıp günah işlemesi, imansızlıktan
ve iman zayıflığından olmadığını, hem kebairi işleyenin küfre girmediğini’ söyler ve bunun sebebi olarak da tahribin kolay olduğunu, hem insandaki nefsin her vakit şeytanı dinlediğini, had konmayan kuvvelerini ve akibeti görmeyen kör hissiyâtı ile aklın muhakemesinin kaybolduğunu, his, heves ve vehim galebesiyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri geldiğini söyler. Bediüzzaman bu tespitten sonra da, insanın bu mühim tehlikelere her vakit düşebileceğini, bunun için ise, tekrar ile tesis yöntemi ile hakikatlerin iç dünyamıza tesisinin şart olduğunu izah eder. İşte bu önemli tespitlerden şunları çıkarmak mümkündür: Amel ile iman arasında hem bir bağ, hem de bir mesafe vardır. Bağ vardır, zira Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde, ‘İman temenni değil, kalplerde yerleşmesiyle amelin de onu tasdik etmesiyle vücut bulur” demiştir. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de de müttakînlerin vasıflarını sayarken, ‘iman eden ve salih amel işleyenler’ tabiri kullanılır. Dolayısıyla iman ve amel arasında bir bağ vardır. İmanın amel ile desteklenmesi ve takviye edilmesi şarttır. Aksi halde, bile bile tercih söz konusu olacaktır. Bilindiği gibi nefis, yaratılışı gereği İslâmiyete uymak istemez. Kalp ise yaratılışta temiz ve selimdir. Fakat nefsin amel işlemedeki isteksizliği veya günahların menhus lezzetine kapılması hastalığı kalbe sirayet eder. İnansa bile dinî hakikatlere imtisâli zor olur. Çünkü Bakara 9. âyette belirtildiği gibi, ‘kalplerinde hastalık vardır’; işte kalpte başlayan bu hastalık tedavi edilmedikçe, hakiki iman da oluşmaz. Tahkikî imanın oluşması için akıl yolu ile hâsıl olan kalpteki iman ile kalbin selimiyetini muhafaza için sahip olunan iman beraber olmalıdır. Akıl yoluyla hâsıl olan iman yalnız kalır, ibadet, amel, zikir, evrâd, istiğfar ile desteklenmezse; bu, suretten ibaret olan iman haline dönüşür. Çünkü böyle bir durumda kalp zayıftır, nefis ona hâkimdir. İşte böyle insanlar, bile bile yanlışı tercih ederler. Demek ki, nefsi zayıflatmak için akıl ve kalbi beslemek gerekecektir. Kalbin kuvvetlenmesi için aklî beslenme, aklî beslenme meylinin ortaya çıkması için kalbî beslenmeye ihtiyaç vardır. İmanın tahkikleşmesi meselesi de zaten budur. Böylelikle aklı şeriatla besleyenin amelleri artacak, amellerin yapılmasına yönelik istek, huzur, meyil de aklın beslenmesi ile ziyadeleşecektir. Mânevî mekanizmanın bu iki ayağının imtizacı ve uyumu nispetinde de nefis zayıflayacaktır. İman ile amel arasındaki bağ bu şekilde olup, aralarında mesafenin olduğu da unutulmamalıdır. Zira şeytan bu noktadan hareketle insanları ümitsizliğe atıp, imanından edebilecek vesveseleri bu kanal ile yapmaktadır. Şöyle ki: İnsan imana ait bir meseleyi öğrenip, kavrayabilir. Fakat bu öğrendiğini tatbik etmesi gecikebilir. Doğru olan öğrenilen ile hemen amel edilmesi gerçeğidir. Fakat inanma ile inandığını yaşama arasında zaman farklı olabilmektedir. İşte bu mesafeye bakıp, hemen hakikatleri yaşamadığı için, ümitsizliğe veya şüpheye düşmek doğru değildir. Vesvese bahsinde şeytanın insanın kuvve-i hayaliyesini nasıl aldatıp, önce ümitsizlik, sonra da imansızlığa götürdüğü anlatılır. İnandığı ile inandığını tatbik arasındaki mesafeye bakıp, “Bu kadar bildiğim halde neden zihnimden imana muhalif şeyler geçiyor, ben ne biçim Müslümanım, bile bile yapmıyorum, benden adam olmaz” diyerek ümitsizliğe düşmekte ve bu düşüncesine ehemmiyet verirse de, mânevî hastalığa kapılıp, imanından dahi olmaktadır. Veya amelinin güya daha iyisini aramak sûretiyle düştüğü şüphe, bıkkınlık ve ümitsizlik ile mühim tehlikelere atılmaktadır. Zaten şeytanın istediği de budur, yani insanı ye’se atarak, bu mesafenin (iman ile amel) daha da açılmasına sebep olmaktır. İman ettiğimiz hakikatleri hemen tatbik edemememizin altında yatan sebep, Mesnevî-i Nuriye’de geçtiği şekliyle “hâsse ve latifelerin ayrı ayrı tevhidleri” olmasıdır. Yani hakikatleri akıl ve kalp tasdik ettiği halde, nefis bu hakikate teslim olmamış olabilir. Akıl ve kalp kabul ettiği halde, hevâ ve heves kendi arzularının tatmini peşinde olabilir. Ancak akıl ve kalp nefse tam anlamıyla gâlip geldiğinde yani nefis terbiye olduğu vakit amelleri yapmak kolaylaşacaktır. Tahkikî iman sahibi olan insanlar ancak bunu gerçekleştirebilir. Yani akıl ve kalbi itminana ulaşmış; Allah’ı bilmenin, ‘bütün kâinatı ihata eden rububiyetini kabul, zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î küllî her şeyin O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudretinde olduğuna ve lâilâhe illâllâh kelime-i kudsiyesine iman etmek ve kalben tastik etmekle’ olduğunu bilmekle olacaktır. Yoksa bir Allah var deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek, sebepleri mercî tanımak, her şeyin yanında hazır ve nazır olan ilmini bilmemek, emirlerini tanımamak, elçilerini kabul etmemek, Allah’a iman hakikatinin kendisinde olmadığını gösterir. Bu da, nefsin teslim ve ilzam olmadığına delildir. İşte âhir zaman insanlarının bu hastalığına reçeteler sunan Risâle-i Nur eserlerinde iman ile amel arasında bu mesafenin kısalması yani inandığı hakikatlerin vakit kaybetmeden amele dönüşmesinin metotları öğretilir. Bunlardan birisi, iman hakikatlerinin iç dünyamıza sinmesi, kökleşmesi, yerleşmesi ve yaşanması; aynı zamanda Kur’ânî bir metot olan, ‘tekrar ile tesis’ metodunu kullanmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın namaz emri ve namazın beş vakte tahsisi altında bu sır gizlidir. Kur’ân-ı Kerim’de onlarca defa namaz hakikati hatırlatılır. Zira ibadet emr-i İlâhîsi, zihinleri Sani-i Hakim’e çevirtmek içindir. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine ve nehiylerine itaati, tesis ve temin için Saniîn azametini zihinlerde tesbite ihtiyaç vardır. Bu tesbit de, iman hükümlerinin tecellisi ile olur. İman hükümlerinin tecellisi, takviye ve inkişaf ettirilmesi ise, tekrar ile teceddüt eden ibadetle olur. Hakikatlerin tekrarı akıl ve kalpten başka diğer lâtifelerin, duyguların ve nefsin de kabulünü netice verecektir. İnsan, nisyandan geldiği için ve gaflete her an dalması mümkün olduğundan, tekrar ile unutulan ve üzeri örtülen hakikatler hatırlanacak ve böylelikle istikametli insan modeli ortaya çıkacaktır. Hâsılı, bu zamanda ehl-i imanın önemli bir problemi olan inandığı ile inandığını yaşamak noktasındaki mesafenin azalması, imanı tahkikleştiren Risâle-i Nur eserlerini okumakla mümkün olacaktır. Bıkmadan, usanmadan ve hakikatleri anlama ve yaşama niyeti ile yapılan okumalar Allah’ın izniyle netice verecektir. Bu çaba ve gayret, tevfik-i İlâhînin celbine vesile olacaktır. Elbette duâ etmeyi ve kalbin hastalanmasına mânî olan istiğfarı da ihmal etmemek gerekir. Netice şudur ki, iman hakikatlerinin yaşanması hem tekrar ile tesis metodunu öğreten Risâle-i Nurları okumak, hem Risâle-i Nurları okurken, tekrar ile tesisi gerçekleştirmekle mümkün olacaktır. 11.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Kaybettirenler ve kazandıranlar |
![]() |
Elbette aksini söyleyen de olacak, ama körü körüne yanlışlarda inad etmek Türkiye’ye çok şey kaybettirdi. En başta ‘İslâm dini’nin; gelişmeye ve ilerlemeye karşı olduğunu söylemenin neye mal olduğunu hesaplayabildik mi? “İslâm dinî gelişmeye ve ilerlemeye manidir, o halde bundan uzak duralım” demek; güneşin dünyaya ‘karanlık’ yaydığını iddiâ etmekten farksızdır. Ne yazık ki Türkiye’yi ‘idare eden’ler uzun yıllar bu iddiâyı dillendirmiş ve sistemin temelini de bu anlayışla atmışlardır. Bir dönem Erzurum Milletvekilliği de yapan merhum Osman Demirci Hoca, konuşma ve vaazlarında İslâmın terakkîye, yeniliğe, icada mani olmadığını anlatırken Asr-ı Saadetten bir misâl verirdi. Buna göre, Ashâb-ı Kiram’dan Temim Dârî (r.a) Şam’dan gelirken yanında kandil, yağ, ip ve fitil getirmiş. Bunlarla Mescid-i Nebevî’yi aydınlatmış. Buna çok sevinen Peygamber Efendimiz (asm), “İslâm’ı aydınlattın. Allah da seni dünya ve âhirette nurlandırsın” buyurmuş. Bu misâl, denizden bir katredir. Müslüman ilim öncülerinin ilim sahasında yaptıkları çalışmaları bizler bilip yeterince takdir edemiyorsak da, Avrupalılar biliyor ve takdir ediyor. Türkiye olarak idarecilerimizin uzun yıllar görmezden geldiği, görmezden gelmek ne kelime, susturmak istediği bir ‘müceddid âlim’e, Üstad Bediüzzaman’a ve eserlerine sahibiz. Bu eserlerin kıymetini de ‘yöneticilerimiz’ yeterince takdir etmese de gerçekleri gören Avrupalılar çoğalıyor. Meselâ, Alman gençlik hareketlerinin önde gelen isimlerinden biri olan ve Türkiye’nin AB üyeliğine destek veren makalesiyle gündeme gelen Michael Sendker, Bediüzzaman’ın görüşleri doğrultusunda hareket eden bir Türkiye’nin uzun yıllar öncesinde Avrupa ülkeleri seviyesine gelebileceğini hatırlatmış. Arkadaşımız Umut Yavuz’un soruları üzerine değerlendirmelerde bulunan Michael Sendker şöyle demiş: “Said Nursî, din ve modernitenin birbiriyle bağlantılı olması gerektiğini düşünüyordu. Onun din ve modern bilimleri bir arada okutacak bir üniversite fikri bu öngörüsünü karşılamaktaydı. Nursî böylece geleceğin bilim ve teknolojide olduğunu kabul ediyor, ancak bunları dinden soyutlandırdığınız zaman tehlikeli olacağını ifade ediyordu. Hatta o, bazı konuşmalarında, kendi çağdaşı olan bazı alimlerin adeta bir orta çağ kalıntısı olduğunu söylemekteydi. İşte bundandır ki, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü başkalarının aksine İslâm dinine değil, fakirlik, cehalet ve ihtilâfa bağlıyordu.” “Bence Said Nursî muhteşem bir kişiliktir” diyen Michael Sendker, şunları da söylemiş: “Eserlerinin bir yerinde Nursî’nin Avrupa’yı iki kısma ayırdığına şahit oluyoruz. 1930’larda kaleme aldığı bu eserinde Nursî, bir iyi bir de kötü Avrupa’dan bahsediyor. Kötü Avrupa’nın neticesinde ateizm ve dinsizliğin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu husus Hristiyanların da eleştirdiği bir gerçek. Kötü Avrupa’nın karakteri olan dinsizlik ve sekülarizm aynı zamanda Papa VI. Paul ve Jesuits, Bonhoeffer vs. gibi bir çok Avrupalı Hristiyan tarafından da eleştirilmekte, kınanmaktadır.” Aynı zamanda Münster Üniversitesinde Katolik Dini ve Latince öğrenimi gören Michael Sendker, Türkiye için çarenin “Bediüzzaman’ın fikirlerini dinlemek”te olduğunu söylüyor. Çok haklı. Zaten ‘yönetici’ kademesinde olmasa bile Türkiye’deki milyonlar onun tesbitlerini dinliyor, tasdik ediyor ve eserlerinden istifade ediyor. Türkiye’ye kaybettirenler ve kazandıranlar var. Şükür ki, Bediüzzaman ‘kazandıran’ların en başında. Gerisini ‘kaybettiren’ler listesinde olanlar düşünsün... 11.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
İnsan haklarında gelinen nokta |
![]() |
Dünya İnsan Hakları Haftası kutlanırken, hem dünyada hem de Türkiye’de insan hakları ihlâlleri devam ediyor. Oysa ki, 10 Aralık 1948 yılında yayınlanan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine Türkiye dahil dünyada onlarca ülke imza koymuştu. Bu bildirgede yer alan 30 maddeye bakıldığında altına imza konulan birçok konuya riayet edilmediği ortaya çıkıyor. “Demokrasi getireceğiz” diye ülkeler işgâl ediliyor. Dünyanın öbür ucundan gelip, yüz binlerce insan en tabiî insan hakkı olan “yaşama hakkı” hiçe sayılarak öldürülüyor. İnsan hakları kavramı çok geniş bir kavram… Bu kavramın içerisine din ve vicdan özgürlüğünden, düşünce özgürlüğüne, işkence ve kötü muameleden basın özgürlüğüne kadar birçok şey giriyor. Son günlerde yaşanan öğrenci olaylarına baktığımızda da özgürlüğün sınırının ne olması gerektiği sorgulanabilir. Konuşturmama özgürlüğü, yakıp-yıkma özgürlüğü insan haklarından mıdır? Eylem yapanlara uygulanan kötü muamele, ya da moda tabirle “orantısız güç uygulama” insan haklarının neresinde yer alıyor? Özgürlük bir başkasının özgürlüğünü kısıtlamaya kadar giderse, bu konuda yapılan müdahaleler insan haklarına ne kadar uyar? Özgürlükler nerede kısıtlanabilir? Bütün bu sorular günümüzde cevap bekleyen sorular. Türkiye’de yaygın olan bazı insan hakları ihlâllerini başlıklarına baktığımızda, ihlâllerin din ve vicdan özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, eğitim özgürlüğü gibi alanlarda yoğunlaştığını görebiliriz. Bunlara birkaç örnek vermek gerekirse; Kur’ân kurslarında yaş sınırı uygulaması, her ne kadar halledilmiş gibi görünse de eğitimin önündeki en büyük engellerden biri olan katsayı uygulaması, yine halledilmiş gibi görünse de hem kamuda hem de üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağı sıralanabilir… ««« Geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan, İmam Hatip Liseleri Mezunları Derneği’nce (ÖNDER) Beyoğlu Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde düzenlenen 6. İmam Hatipliler Kurultayı’ndaki konuşmasında, imam hatipte yaşadıklarını anlatırken, hem katsayı adaletsizliğine hem de bu liselere uygulanan ayrımcılığa dikkat çekmişti. Peki, 28 Şubat’ta uygulanan imam hatiplerin orta kısımlarının kapatılması, katsayı adaletsizliği gibi konular giderildi mi? Giderilmedi… Bunu çözecek kim? İktidar… Erdoğan’ın katıldığı kurultayın sonuç bildirgesine bakarsak da, bunlar rahatlıkla görülebilir. “Hiçbir öğrenci kılık kıyafeti nedeniyle öğrenim hakkından mahrum edilemez. Başörtüsü önündeki engeller kaldırılsın. Kesintisiz eğitime son verilsin, zorunlu eğitim kademeli hale getirilsin. Milli Güvenlik Bilgisi derslerinin içeriği değiştirilsin. Tüm okullara temel dinî bilgiler ve Kur’ân-ı Kerim seçmeli dersleri konulsun. Karma eğitime son verilsin, kız ve erkekler için ayrı okullar açılsın…” Bunlar dikkate alındığında Erdoğan’ın, “Kapıcı çocuğunun okumasından rahatsız oldular. ‘Bidon kafalı, göbeğini kaşıyan adam’ dediler bu milletin evlatlarına. ‘Başörtüsü’ deyip kızları eve hapsetmek istediler. Kapıcılık yapsınlar, el ayak işlerine baksınlar, çay getirip götürsünler, etkin konumlarda olmasın istediler. ‘Katsayı’ ile yoksulları köylerine sıkıştırmak istediler. Bu elitistlere, seçkincilere, statükoculara karşı eğitim mücadelemizden taviz vermedik. 8 yılda sunduğumuz imkânlarla eğitime verdiğimiz önemi ispat ettik” sözlerinin havada kaldığını görebiliyoruz. Başörtüsü yasağı üniversitelerde halledilmiş gibi gözükse de, bazı üniversitelerde hâlâ eğitim özgürlüğü engelleniyor. İçeri girebilenler ya perukla giriyor, ya da sonradan ne olacağı belli olmayan tutanaklarla karşılaşıyorlar. Garabet bir tanım olan “kamusal alan” meselesi halledilmiş değil. Öğrenciler başörtülü okuyabilseler de, çalışma hayatına gelince başını açmak durumunda kalacaktır. Bu eğer bir insan hakkı ise, her alanda bu hak verilmelidir. İhlal edilmesine müsaade edilmemelidir. Kamudaki yasağı henüz konuşamıyoruz bile. YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, başörtülü öğretim üyesi için “sorun teşkil etmez” demişti. Ancak bu havada kalan bir cümle olarak kaldı. ««« Elbette karamsar bir tablo çizmek isteme-yiz. Ancak bunların da İnsan Hakları Haftası vesile edilerek hatırlatılması ve çözüm mercilerine duyurulması gerekmektedir. Basının görevi de bu değil mi? Biz de bunu yapıyoruz. Sözün özü: Dünyada ve Türkiye’de insan haklarının sağlanması için herkesin üzerine düşen görev ve sorumluluklar vardır. Bu görev ve sorumluluklar yerine getirilse insanın mutluluğu, huzuru artacaktır. Önümüzdeki yıllarda hak ihlâllerinin en aza indiği, hatta bittiği İnsan Hakları Haftası kutlanması temennisiyle… 11.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İsrail’i dizginlemek |
![]() |
Arap ülkelerinin, 1948’deki kuruluşundan bu yana İsrail’e karşı verdikleri mücadelenin başarısızlığı, gelinen noktada karşı karşıya olunan tabloda açık şekilde görülüyor. Bu zaman zarfında İsrail’e karşı açılan her savaş ne yazık ki mağlûbiyetle ve siyonist işgal alanının biraz daha genişlemesiyle neticelenmiş. Bugün Kudüs başta olmak üzere Filistin topraklarının çok büyük bir kısmı ve ayrıca Suriye’ye ait Golan tepeleri İsrail hakimiyeti altında. İsrail’in Filistinlilere “lütfettiği” Batı Şeria ve Gazze ise, geniş Filistin coğrafyasında birbirinden kopuk küçücük birer “adacık” durumunda. Dahası, Gazze amansız bir ambargo kuşatması altında tutulurken, Kudüs’ü tamamen Yahudileştirme ve Batı Şeria’da yeni Yahudi yerleşimleri inşa etme çalışmaları tamgaz devam ediyor. İsrail bu inşaatlarda o kadar inatçı ve ısrarlı ki, Obama yönetiminin işbaşı yaptıktan sonra, mâlûm sebeplerle yine tıkanan barış görüşmelerini tekrar başlatmak için bunların dondurulması ve ertelenmesi yönündeki taleplerini de reddetti. Ve ABD, kulakardı edilen bu taleplerinden vazgeçmek mecburiyetinde kaldığını açıkladı. Oysa bu yerleşimler, var olan işgalin daha da genişletilmesinin ötesinde bir anlam taşımıyor. Bir taraftan Filistin tarafı ve Arap âlemi her fırsatta İsrail’in 1967 savaşı öncesindeki sınırlara çekilmesi gerektiğini tekrarlarken, diğer taraftan güya Filistinlilere bırakılan bölgelerde de Yahudi yerleşimlerinin ara vermeden, hızla devam ettirilmesini başka türlü izah etmek mümkün mü? İşgalin Kudüs boyutu ayrı bir vahamette. Mescid-i Aksa ve Kubbetüssahra başta olmak üzere İslâmın ve Doğuş Kilisesi başta olmak üzere Hıristiyanlığın mukaddes mekânlarının bulunduğu Doğu Kudüs’ü de Yahudileştimek için geliştirilen projeler bütün hızıyla sürdürülüyor. Mescid-i Aksa’nın hemen yanı başına, onu gölgede bırakacak cesamette bir Yahudi mabedi dikilirken, Aksa’yı ve Haremüşşerif olarak ifade edilen avlusunu çökme riskiyle karşı karşı bırakan kazı ve tünel çalışmaları da devam ediyor. Dahası, İsrail bunlarla yetinmeyip, güya Filistinlilere devrettiği Batı Şeria’daki birçok tarihî binayı “ulusal miras” kapsamına alarak, “topyekûn Yahudileştirme” projesini oraya da taşıyor. Devreye giren UNESCO’nun itirazına rağmen. İsrail’in genel tavır ve politikaları bu minval üzere devam ederken hangi normalleşmeden söz edilebilir? Bu tavırla barış müzakeresi olur mu? Elbette Benî İsrail Peygamberleri adına mabedler inşa edilebilir. Onlar, Kur’ân’da da adları geçen ve İslâmın da kabul ettiği ilâhî elçilerdir. Ama onların adını taşıyan gösterişli mabedler inşa ederek Kudüs’teki İslâm ve Hıristiyanlık eserlerini gölgelemeye, hattâ tedrîcen tahribe çalışmak, hiçbir şekilde kabul ve tasvip edilemez. Kudüs ve Filistin Müslümanların hakimiyetinde iken böyle şeyler hiç olmamış; tam tersine Hz. Ömer (r.a.) Kudüs’ün fethi sonrasında ziyaret ettiği kilisede namaz kılması teklifini geri çevirmiş; sonraki asırlarda da üç semavî dinin sembolleri hassasiyetle korunurken, mensupları barış ve huzur içinde bir arada yaşayabilmişti. Moşe Dayan gibi fanatik siyonistlerin dahi itiraf ettiği gibi, Osmanlı döneminde de aynı hassasiyet sürdürülmüş ve bu sayede Kudüs Müslümanların elinde “beledül-emin” olarak anılmıştı. Eğer İsrail, Filistin topraklarında Müslümanların bu âdil ve müşfik tavrını örnek alıp uygulayabilseydi, kendisini de kurulduğundan bu yana diken üstünde tutan “Filistin sorunu” doğmazdı. Aynı şekilde Filistinliler ve diğer Araplar da sosyalist Arap milliyetçiliğine dayalı kör ve neticesiz savaş yöntemleri yerine, akılcı ve gerçekçi stratejilerle hareket etselerdi, bugün Filistin’de çok daha farklı ve olumlu bir tablo yaşanabilirdi. Bakalım, Türkiye’nin farklı bir yaklaşımla devreye girmesi bu tabloyu değiştirebilecek; İsrail’i dizginleyebilecek ve Filistin’i rahatlatabilecek mi? Çok zor, ama “Keşke öyle olsa!” diyoruz... 11.12.2010 E-Posta: [email protected] |