"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Böyle bir esere her zaman hepimiz muhtacız

24 Ekim 2021, Pazar
Âyetü’l-Kübra müellifin-insanî olarak-kendi yaşadığı, kendi üzerinden tevhidî tecrübeyi paylaştığı cihanşümul bir şaheserdir.

ÂYETÜ’L KÜBRA RİSALESİ KONULU MASA ÇALIŞMALARI - 4

***

“Dünyayı bilmeyene gezgin denemez

Merkezi sormayana yerindesin denemez...”

Yazar Caner Kutlu şöyle devam etti: Merkez Efendi’nin geliştirdiği bu söylemin, Bediüzzaman tarafından bir metodolojik yaklaşım olarak belirlendiği görülecektir. Şöyle ki:

“Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâlî olamıyor. Amma bizzât vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dâhilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh merkezden muhite, dâhilden harice bakmak lâzımdır.” (Mesnevî-i Nuriye) 

Bu tarif, ışığın kaynaktan çıkışı sonrasında olduğu gibi, doğru yol almada, yörüngelerin de aslında döndüğünü ve dönüştüğünü, dolayısıyla doğru görmenin şartı olarak, merkezden ayrılmanın biriktirdiği sapmalardan tekrar merkeze dönerek temizlenilebileceğini söylemiş oluyor - ki bu noktada Bediüzzaman hayalen muhalin elbisesini de giyme riskinin her zaman bulunduğunu hatırlatarak, her yolculukta karşılaşılabilecek bozgunculara karşı  iki çözüm önerisi olarak:

1- İç kuvvetin karşıdakine galebe edecek seviyede korunabilmesi. 

2- Sıkça merkeze dönüp istiğfar etme şeklinde sığınma, gereklerini ifade ediyor. Birincisi aklın, ikincisi vicdanın fonksiyonunu ifade etmiş oluyor.

Âyetü’l Kübra, yolcunun arzın, semanın ve insanın merkezine olan yolculuklarını birlikte kurgulayacaktır. Bu geçmiş yolculuklardan farklıdır.

“O olaylı günden beri olup bitenlere baktığım zaman, başımdan geçenlerin gerçek olduğuna inanmakta güçlük çekiyorum. Gerçekten de o kadar acayip şeyler yaşadım ki, hatırladıkça bugün bile şaşıyorum” diye başlayan Jule Verne hayaline binerek arzın merkezine yaptığı yolculuğu anlatır. İmam-ı Gazali de, his ve hayal altındaki her şeyi arz olarak tanımlar. “Semavat da buna dâhildir” der. “Duyulardan hariç olan ise, o kişinin semâsıdır.” 

Bilimin son dönemde merkeze yaptığı seyahatlerde duyuların kazandırdığı bir “arz imgesi”nden giderek “saf aklın” faaliyet gösterdiği bir “kavranabilirler” dünyasına doğru ilerlediğini gösterecektir.

Bediüzzaman’ın Âyet’ül Kübra’sı bu bağlamda hakikati arayan bir yolcunun, doğrusu hakikatin çıkış yeri olan, ‘mehaz’ını araması için akıl ve kalp ile çıktığı bir seyahati anlatacaktır. Burada bilimin ve kurgunun tamamen hayalin elinden alınıp, “Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiîsi” olarak “nazm-ı maani” denilen kurgu biçimine teslim edildiği görülmektedir.

Bediüzzaman’ın kâinattan Hâlık’ını soran yolcusunun gördüğü ise unsurların “zâhirî bir perde-i kudret olarak istimal olunuyorlar” şeklindedir. Yolcunun gördüğü unsurların ‘kayıtsız, her yere dağılan ve karıştırıcı’ yapısının getirdiği sorunun, Bediüzzaman hafıziyet ve kayyumiyet ile çözüleceğini ifade edecektir.”

Düzce Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Abdurrahman Kılıç “Bediüzzaman Hazretleri’nin Âyet’ül Kübra’nın ihtar kısmında gelecek metinleri “kendi müşahedatı” olarak ifade etmesi; öğrenmede ferdin bizzat aktif olması gerektiğini anlatırken, aslında her bir ferdin böyle bir yol ile varlıkların dilini ve hizmetini anlayabilir ve hatta anlama çabasında olması gerektiğini ifade ediyor. Bu açıdan Âyet’ül Kübra’ya, bilgi ve anlam oluşturma yaklaşımının bir örneği olarak bakılabilir.” dedi.

Kılıç özetle şunları ifade etti: “Tevhidin hakikatleri çok geniş ve anlamların çok derin ve meselelerin çok uzun olduğu nazara alındığında, bunun ihata edilmesinin çok kolay olmadığı dile getirilerek, anlama ve anlamlandırmayı gerçekleştirmenin temel zorluğunu dile getirdiğini görmekteyiz. Bu ancak kişinin “kendi müşehedatı ile olabilir. Günümüz eğitim anlayışına göre, bilgi mutlak değildir, ilişkilendirilebilir ve yeniden oluşturulabilir. Âyetü’l Kübra’da her bir varlığın dilinden Yaratıcının varlığı, birliği tekrar tekrar ele alınarak işlenmektedir. Bu işleme şekli, üç küllî muarrif olarak ifade edilen Kâinat, Peygamberimiz (asm) ve Kur’ân birlikte ilişkilendirilerek yapılmaktadır. 

Varlıkların dilinden hem vazifeleri hem hangi amaca nasıl hizmet ettirildikleri anlatılırken, sadece kâinat kitabı boyutu ile açıklamalar yapılmak yerine bunun Allah’ın bir olduğu görüşü ile sürekli desteklenerek, zihinlerde dalâlete yol açacak kelâm ve anlam oluşmasını da engelleyerek, öğrenmede amaca uygunluk çok net bir şekilde kullanılmıştır. Bu aslında Medresetüzzehra’nın ders ve muhtevası konusunda bir ipucu olarak düşülebilir. 

Varlıkların dilinden vahdaniyeti açıklarken aynı zamanda Kur’ân ve Peygamberimizin de (asm) ortaya koyduklarını sürekli dile getirerek güçlü bir bağ oluşturup, fen ilimleri ve din ilimleri birlikteliğini metin içinde çok harika bir şekilde kullanmıştır”

Programda söz alan Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Osman Özkul, çağımızın materyalist zihniyetine karşı Âyetü’l Kübra’nın sunduğu çözüm yollarının son derece önemli olduğunu söyledi. Bediüzzaman’ın Âyetü’l Kübra gibi eserleriyle pozitif bilimlerin, materyalizmin getirmiş olduğu determinist paradigmaya karşı Allah’ın varlığını, birliğini,  ilmini ve iradesini gösterdiğini ve ispatladığını ifade eden Özkul iki önemli noktaya dikkat çekti: “Birincisi yöntem konusunda Âyetü’l Kübra’nın son bölümünde Risale-i Nur’un neden tesir ettiği sorusuna verdiği cevaptır. “Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir.” şeklinde ifade edilen aynı lezzet içinde elemi göstermesi… Risale-i Nur’un tamamında bunu görmek mümkündür.” 

İkinci olarak işin sosyal boyutu düşünüldüğünde Âyetü’l Kübra’daki meselelerin de buna eklenebileceğini ifade eden Özkul,  bu asırda materyalizmin paradigmasının ve iddialarının çöktüğüne dikkat çekerek küfre dayanan anlayışların bu anlamda yeni paradigmalar geliştirdiğine dikkat çekti ve bundan sonraki süreçte Âyetü’l Kübra’nın açıklanması konusunda bu konuya da dikkat edilmesi gerektiğini söyledi.

İman ve Küfür Muvazeneleri’nde ehl-i dalâletin temsilcisinin söylediği “Ben, saadet-i dünyayı ve lezzet-i hayatı ve terakkiyat-ı medeniyeti ve kemal-i san’atı; kendimce, âhireti düşünmemekte ve Allah’ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm için, insanın ekserîsini bu yola himmetiyle sevk ettim ve ediyorum.” sözlerini aktaran Özkul, burada dile getirilen hubbu dünya, hürriyet ve kendine güvenmek olgularının farklı formlarda devam ettiğini belirtti.. 

Özkul sözlerini şöyle tamamladı: “Âyetü’l Kübra’nın toplumsal hayata etkisi ve bunlara cevap noktasında bu boyutlarını da düşünmeliyiz. Ayrıca bu ifadelerin deizmin bugün kullandığı temel argümanlardır. Açıktan kimse din düşmanlığı yapmıyor. Şimdi başka yöntemlerle, küresel teknolojik ve iletişim imkânları kullanılarak yeni yöntemlerle itikad-ı küfriye empoze ediliyor. Buna kafa yorulmalıdır. Dünyada insanların açlıktan ölmesi meselesi, Allah’ın adaleti meselesi, umumî afetler meselesi… vb. sorulara net cevaplar yeni yöntemlerle verilmelidir. Bu noktada Risale-i Nur’un çağdaş bir yorum olarak getirdiği açıklamalara, yeni problemler eşliğinde yeni yorum biçimleri geliştirilebilir. Risale-i Nur’un bu zamanda etkili olmasının sebeplerinden biri, geçmiş zamandaki farklı yönlerinden biri, bu asırdaki insanların zihinlerinin müşevveşiyeti karşısında hakikatleri yeni yol ve yöntemlerle sunmasıdır. Âyetü’l Kübra da hakikatleri anlamak noktasındaki yetersizlikleri de göz önüne bulundurarak yeni yol ve yöntemlerle mevcut sorulara cevaplar arayan bir özelliğe sahiptir. 

Son olarak söz alan Prof. Dr. İlyas Üzüm de: “Âyetü’l Kübra’nın Metodolojisi” başlıklı bir sunum yaptı. “Âyetü’l Kübra’nın insanî ve mantıkî bakımdan çok sağlam bir usûl, çok sağlam bir metot takip ettiğini ve bu metot üzerinden Yaratıcının varlığını, birliğini temellendirdiğini belirtti. Dünya görüşü, inancı ne olursa olsun, bu metodu takip eden herkesin aynı sonuca ulaşacağını, zaten metodun da bu demek olduğunu kaydeden Üzüm, insanlığın en başından beri yaşadığımız dünyanın yahut daha geniş anlamda fizikî âlemin sahibini sorguladığını, bu noktada uluhiyeti inkâr eden ateizm, uluhiyeti kabul etmekle beraber O’nun din göndermediğini ileri süren deizm, varlığı tanrılaştıran panteizm gibi akımlar çıktığını, Âyetü’l-Kübra’nın adlarını anmaksızın, fikir düzeyinde bütün bu inkârcı ekollerin temellerini, -deyim yerindeyse- yerle yeksan ettiğini dile getirdi.

İslâm ilim geleneğinde uluhiyet konusuyla, “İsbât-ı vâcib” başlığı altında kelâm ilminin meşgul olduğunu, söz konusu ilmin aklî argümanlarla Allah’ın varlığını ve vahdetini temellendirmeye çalıştığını, Âyetü’l-Kübra’nın sonlarına doğru bu görüşlere de yer verdiğini belirten Üzüm, ancak kelâm ilminin daha çok aklı iknaa çalıştığını, oysa insanın akıl ve kalpten oluşan bir mahiyete sahip olduğunu, tasavvufun da kendine has yollarla insanın bu yönüne vurgu yaptığını, Âyetü’l-Kübra’nın ise vahyin ışığında insanın hem aklını hem kalb ve öteki insanî duygularını tatmine odaklanan bir metodoloji izlediğini söyledi. 

Üzüm şöyle devam etti: “Âyetü’l Kübra, kâinattan, varlık âleminden yola çıkarak Kur’ân’ın rehberliğinde Vâcibü’l-vücudun varlığını, birliğini ve O’nun esma ve sıfatlarını temellendirir. Meselâ, Allah’ın sıfatlarıyla ilgili olarak bir sıralama yapmak yerine âlemde tecelli eden kudret eserlerinden, rahmet tecellilerinden, sanatlı yaratılışlardan hareketle Yaratıcının kudret, rahmet, hikmet sahibi olduğunu delillendirir. En son safhada ise esasen Yaratıcının kendisini bu âlemde fiilleri ile tanıttığını, kâinatın şahitliğinin gerçekte Yaratıcının kendisinin bir tür konuşması olduğunu ve O’nun bu konuşmasıyla daima mutlak uluhiyetini bildirdiğini ifade eder.

Âyetü’l Kübra’nın tevhidi temellendirirken, metodolojik olarak mantık ilmindeki “burhan”a dayandığını, burhanın “öncülleri yakîniyyât yani kesin bilgiler olan kıyas demek olduğunu, Risalenin doğruluğu şüphe götürmeyen yakîniyyât yahut bedihiyyata dayanarak inkârı mümkün olmayan sonuçlar ortaya koyduğunu belirten Üzüm, buna ilâveten eserin yeri geldiğinde âyetler naklederek kalb ve ruhu tenvir eden yol izlediğini ifade etti. Eserde daha çok tüme varım metoduyla, fizikî âlemdeki varlıkların, sahip oldukları özellikleri bakımından incelendiğini; akıl, bilinç, ilim, irade ve kast gerektiren bu özelliklerin varlıkların kendisine yahut sebeplere yahut şuursuz tabiata verilemeyeceğinin ortaya konduğunu, böylece Yaratıcının ilim ve iradesine ulaşmanın zarurî olduğunun delillerinin sunulduğunu söyledi. —DEVAM EDECEK—

Okunma Sayısı: 1897
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı