Şûrâ–yı Devletin kuruluşu
Bugünkü Danıştay'ın başlangıcı, 1868'de teşkil olunan Şûrâ–yı Devletin kuruluşuna dayandırılır.
Bu iki kuruluş, birbirinin tıpkısının aynısı değildir. Ancak, birbirinden tamamen farklı da değildir.
Bu müessese, zaman içinde statüleri ve görmüş olduğu hizmetleri itibariyle kısmî değişikliğe uğrayarak günümüze kadar gelmiş.
Şimdi biz bu hadisenin tarih sahnesine çıkış hikâyesine kısaca bir nazar gezdirelim.
* * *
Demokrasi (meşrûtiyet) tarihimizde atılan ilk ciddî adımlardan biri de, hiç şüphesiz 10 Mayıs 1868 tarihinde atıldı.
Devrin Sadrâzamı meşhûr Âli Paşa da, tıpkı selefi Reşid Paşa gibi, giderek ehemmiyet kazanan bu Şûrâ/Meclis sisteminin yerleşmesi için, büyük gayret gösteren şahsiyetlerden biridir.
Sultan Abdülaziz ise, bu ilk olma özelliğine sahip parlamenter sistemi (İptida Meclis–i Mebûsan) bir cihette hoş karşılayıp tasvip etti. Fakat, ne yazık ki bu toleransı onun hayatına mal oldu.
Diktatör ruhlu ve aynı zamanda Serasker (Genelkurmay Başkanı) olan Hüseyin Avni Paşa, Padişah ile birlikte bu taptaze demokrasi filizini de kesip biçti. Önce darbe yaptı; ardından, devirdiği Halife Sultan'ı—intihar süsü vererek—katletti.
Böylelikle, demokrasi yolunda atılmış çok önemli bir adım, kan, darbe ve cinayetle lekedar edildi.
* * *
Sultan Abdülaziz’in, Avrupa seyahati esnasında gördüğü demokratik idarelerin işleyiş biçimi ve bilhassa Londra’da ziyaret ettiği Avam Kamarası’ndaki müzakere tarzları, onu ziyadesiyle etkiler.
Avrupa seyahatından sonra, Sultan’ın üzerinde hasıl olan müsbet tesirlerin farkına varan Sadrazam Ali Paşa, bu fırsatı değerlendirerek bir “Şûray–ı Devlet” nizâmnâmesi hazırlatıp Padişaha takdim eder.
Bu nizâmnâmeye göre, Şûray–ı Devlet şu şekilde tarif ediliyor: "Bu büyük şûrâ, müslim ve gayr–ı müslim tefrik edilmeksizin, devlete bağlı bütün vilâyetlerden ve onların 'İdare Meclisi'nce seçilecek azalardan müteşekkildir."
Bugünkü milletvekili mânâsında olarak ilk defa “meb’us” ismi verilen bu üyeler, iki yılda bir seçilecekler.
Nizâmnâmeye göre, ayrıca kuvvetlerin tek elde (vahdet–i kuvâ) toplanması yerine, kuvvetler ayrılığı (tefrîk–i kuvâ) esâs kabul ediliyor.
Padişahın bile selâhiyetlerini daraltan bu nizâmnâmeye göre, bütçenin tanzimi de yine meclise/şûraya aittir.
Bu ilk demokrasi hareketini benimseyen Abdülaziz, konuya verdiği ehemmiyeti şu sözleriyle te’yid eder: “Her kim olursa olsun, hangi millete mensup bulunursa bulunsun, bütün erbâb–ı iktidarın Şûray–ı Devlete dâhil olmasını isterim. Bu Meclis Suriyelilerin, Bulgarların, Boşnakların, velhasıl tekmil anâsırın erbâb–ı iktidarı için müşterek bir merkez olmalı ve bu erbâb–ı iktidar Vükelâya (Bakanlara) yardım etmelidir.”
Meclis toplanıyor
Bâb–ı Âli’deki hükümet merkezine doğru, muhtelif vilâyetlerden gelen seçilmiş, tensîb edilmiş meb’uslar (vekiller), yola çıkarlarken, halkın heyecanla tezahürat yaptığından ve Osmanlı’ya bağlı bütün milletlerin memnuniyet verici hallerini izhâr ettiğinden bahseden kaynaklar, nihayet bu mutlu güne, 10 Mayıs 1868 tarihinde yapılan bir büyük merasimle gelindiğini kaydediyor.
Meclisin açılışında bir nutuk irad eden Sultan Abdülaziz, sarf ettiği şu sözleriyle de, bu teşkilâtın “kuvvetler ayrılığı” prensibine dayandığını kesin ve net bir şekilde ifâde eder: “Bu teşkilât–ı cedide, kuvve–i icrâiyenin; kuvve–i adliye, kuvve–i diniyye ve kuvve–i teşriîyeden tefriki esâsına müstenittir.”
Her bir teşkilâtın, aynı zamanda kendi esâs ve usûlleri istikametinde bağımsız olduğunu da ilân eden Sultan Abdülaziz, aslında meşrutî idareye geçişin kapılarını kendince aralamaya çalışıyordu.
Bu ilk “Şûray–ı devlet” ideal mânâda bir ‘Millet Meclisi’ sayılmasa da, bundan yaklaşık bir buçuk asır kadar evvel böyle bir demokrasi hâdisesinin vuku bulması, devrin şartlarında fevkalâde ehemmiyetlidir.
Bu meşrû ve mühim teşebbüsü, yabancı bir tarihçinin tabiriyle “İbtidaî bir meclis–i meb’usan” şeklinde vasıflandırmak her halde daha doğru olur.
Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) Hareketi
Türkiye'de Yeni Osmanlılar, Avrupa'da ise Jön Türkler ismiyle şöhret bulan hürriyet, meşrûtiyet ve kànun hakimiyetini gaye edinen bu hareketin filizlenmesi Tanzimatın ilk yıllarına kadar gidip dayanır.
Bu hareketin içinde zincirleme şekilde yer alanlar, II. Meşrûtiyet döneminin sonuna, hatta Cumhuriyet'in ilk yıllarına kadar da—şu veya bu ölçüde—etkili olmaya devam etmişlerdir.
Hareketin misyonu ise, günümüzde de varlığını koruduğu ve şartların elverdiği ölçüde meydân–ı zuhûra çıkmaya çalıştığı söylenebilir.
Hareketin gelişme seyri
Şimdi de, Yeni Osmanlılar Hareketinin tarihî süreç içindeki zuhûruna ve gelişme seyrine kısacık bir hasr–ı nazar edelim.
Dünyada ebedî ve ölümsüz devlet yoktur.
Dolayısıyla, Osmanlı için söylenen "Devlet–i ebed müddet" sözü de, daha çok duâ ve temennî yerinde kullanılmış düşünülmeli.
Ayrıca, şu da var ki: Söz konusu tâbir, bu büyük cihan devletinin dayandığı manevî dinamiklerin ebediyete doğru uzandığı mânâsını yansıtıyor.
Başta da değindiğimiz gibi, insanlar nasıl doğup büyüyüp sonunda vefat ederek şu fâni âleme vedâ ediyorsa, devletler de aynen öyledir.
Kezâ, insanların ömrünü uzatmak için nasıl ciddî tedbirler alınıyor ve hastalıklara (tehlikelere) karşı çeşitli yollara başvuruluyorsa, devletlerin ömrünü uzatmak ve onları sıhhatine kavuşturmak için de benzer yöntemlere başvuruluyor.
İşte, Osmanlı'da da Tanzimat Hareketi (1839) ile başlayan ve Islahat Fermanı (1856) ile devam ederek 1876'da Meşrûtiyetin ilânı, Kànun–u Esâsinin kabulü ve Meclis–i Mebûsânın açılmasıyla müşahhas (somut) bir şekil kazanan o fevkalâde süreçteki canhıraş çabalar, esasında birçok kurum ve kuruluşu artık eskimiş, köhnemiş olan Osmanlı Devletine yeni bir hayatiyet ve dinamizm kazandırma maksadını taşıyordu.
Bunda ne ölçüde başarılı olduğu ayrı mesele. Ancak, bu yöndeki çabaların 1908'de yeni bir ivme kazandığı ve bu yeni sürecin tâ 1918'e kadar devam ettiği söylenebilir.
Bu tarihten sonra ise, artık peyderpey Osmanlı'dan ümit kesilmiş ve yeni bir çare arayışının vetiresi/süreci içine girilmiştir. Her ne ise... Tekrar sadede dönelim.
Basiretli aydınların gayreti
Osmanlı'nın yeniden ihyası için, başta padişah ve sadrâzam olmak üzere, birçok vezirin (nazır) bilfiil içinde bulunduğu Tanzimat ve Islâhat Hareketlerinin yanı sıra, ayrıca bazı hamiyetli Osmanlı aydınlarının da kendi çapında isabetli düşünceleri, hatta gayret ve teşebbüsleri vaki olmuştur.
Bugünkü tâbirle bir nevî "sivil inisiyatif" şeklinde gelişen bu teşebbüsler, ne yazık ki tâ 1865'e kadar gizli kalmış, varlığını rahatça tebârüz ettirememiştir. Yani, kendini açık ederek fikir meydanına çıkamamıştır.
Zira, fikir hürriyeti bu tarihlerde bir hayli kısıtlanmış ve farklı fikir sahipleri olanca şiddetiyle çeşitli baskılara mâruz kalmışlardır.
Evet, 1865'e kadar tam bir gizlilik içinde yürütülen ve bu tarihten sonra da gayr–ı resmî bir cemiyet şeklinde tarih sahnesine çıkan Yeni Osmanlılar Hareketinin fikir öncüleri arasında şu isimleri görmekteyiz: Namık Kemâl, Ziyâ Paşa, Şinâsi, Mehmed Bey, Reşad Bey, Nuri Beyler, Ebüzziyâ Tevfik, Agâh Efendi ve meşhur "Çırağan Baskını" organizatörü Ali Suâvi Bey.
1870'li yıllarda, Prens Sabahaddin ve Lutfullah Beylerin babası ve Sultan II. Abdülhamid'in eniştesi olan Mahmud Celâleddin Paşa da, bu harekete en aktif şekilde iştirak etmiştir. (Genç yaşta gurbet elde vefat eden Celâleddin Paşanın oğulları da, aynen babalarının izinden giderek Jön Türkler Hareketini diri tutmaya gayret etmişlerdir.)
Daha sonraları Avrupa'da "Jön Türk/Fransızca: Jeunes Turcs" diye isimlendirilen Genç Osmanlılar hareketinin en öncelikli talebi fikir hürriyetinin sağlanması ve garanti altına alınmasıydı. Ardından, sırasıyla meşrûtiyetin ilân edilmesi, padişahın yetkilerine sınırlama getirilmesi, farklı siyasî eğilimlere fırsat tanınması, yeni bir anayasanın hazırlanması ve parlamentonun tesis edilerek buna işlerlik kazandırılmasıydı.
Esasında istikbâli gören basiretli zâtların da içinde bulunduğu bu yeni fikrî hareket, 1850'li ve 1860'lı yıllarında olabildiğince gizli şekilde yürütülmeye ve yaygınlaştırılmaya çalışılıyordu.
Ne var ki, bir siyasî fikrin uzun müddet gizli kalabildiğini beşer tarihi kaydetmiyor.
Nitekim, burada da durum aynen öyle oluyor: Bir müddet sonra, devlet ve hükümet çevrelerince varlığı fark edilen bu yeni hareketi boğmaya, hiç olmazsa bertaraf etmeye yönelik baskıcı teşebbüslere başlandı.
Özellikle, bu fikir hareketinin en yılmaz savunucusu olan Namık Kemal, bilhassa Tasvir–i Efkâr gazetesinde neşrolan yazılarından dolayı çok ağır tazyiklere maruz kaldı. Tazyiklerin dayanılmaz noktaya varması karşısında ise, daha fazla dayanamadı ve bir fırsatını bularak hudut haricine hicret etti, Fransa'ya gitti.
Ne var ki, Namık Kemâl burada da boş durmaz. Neşriyat yoluyla hürriyet ve meşrûtiyeti burada da vatan ve İslâmiyetin selâmeti nâmına müdafaaya devam eder.
Tam da bu noktada, bilhassa şu hususu hatırlatmakta fayda var: Jön Türkler Hareketinin içine zaman zaman ilgisiz ve hatta münasebetsiz adamlar da girmiş ve orada kendine yer edinmeye çalışmıştır. Meselâ, Mısır Valisi M. Ali Paşa ile menfaat kavgasına giren ve Sultan Abdülaziz'le de aynı sebepten dolayı zıtlaşan Mustafa Fazıl Paşa gibi. Bu paşa, şahsî isteklerine kavuştuğu anda, gruptan ayrılmış ve münferit hareket etme cihetine girmiştir.
Binâenaleyh, Jön Türklerin içine zamanla—sayıları az da olsa—bazı mason kimseler, ayrıca komitacılıkta mahir bazı ardniyetli adamlar da girmişlerdir.
Buna rağmen, ekseriyetinin iyi niyetli, hamiyetli ve dindar kimseler olduğunu kabul etmek gerekir. Zira, tamamına karşı gelmek ve onları toptan karalama cihetine gitmek, bugün havasını nisbeten teneffüs ettiğimiz hürriyet ve demokrasi nimetine karşı gelmek anlamına taşır.
Dolayısıyla, tedricî kànuna tâbi olan demokrasinin gelişmesine hizmet edenleri tenkit değil, takdir etmeli.
Nitekim, büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri de öyle yapmış.
Bediüzzaman Said Nursî, tâ 1890'larda "Ahrar" diye tanıyıp öyle de tanımladığı Jön Türklerin ekseriyetle hamiyetli, milliyyet dâvâsında dürüst ve samimî olduğunu söyler. (Bkz: Münâzarât, s. 125)
Nursî, aynı eserinde, 1892'de Mardin taraflarında tanıma fırsatını bulduğu Yeni Osmanlılar için aynen şu ifadeyi kullanıyor: "Tâ o vakitte anladım; ekser Ahrarımız mutekîd (inançlı, itikatlı) Müslümanlardır."
Üstad Bediüzzaman'ın bu ifadesinden de anlıyoruz ki, 1908'de kurulan Ahrar–ı Osmaniye Fırkası henüz tarih sahnesine çıkmadan da, bu fikrî hareketin evveliyatını ve bir nev'î altyapısını teşkil eden Jön Türkleri/Yeni Osmanlıları "Ahrar" olarak görmüş ve öyle de isimlendirmiştir.
Doğrusu, Yeni Osmanlılar hareketinin en kudretli fikir ve ifade sahibi Namık Kemâl'dir. Ki, bu şahsiyet, özellikle "Vatan ve hürriyet şairi" olarak biliniyor.
Aynı zamanda "hürriyet" tabirini fikir, siyaset ve edebîyat literatürüne en zengin mânâsıyla kazandıran, bu tâbiri şiir ve makalelerinde nakış nakış dokuyan Namık Kemâl'in, bu vatanda kànun hakimiyetinin tesisi ile hürriyet ve meşrûtiyetin yerleştirilmesi yolunda en çok çaba sarf etmiş, hatta bu uğurda hayatını hiçe sayarak, sürgünlerde, zindanlarda ömür tüketmiş büyük bir hamiyetperver olduğuna tarihî kayıtlar şahitlik ediyor.
Dolayısıyla, onun hakkında uydurulmuş olan yığın yığın müstehcen fıkraların, onunla hiçbir alâkası yoktur. Bunların bir kısmı ona sehven mal edilmiş, bir kısmı da böylesi bir hürriyet kahramanını tamamen karalama maksadıyla üretilmiş bulunuyor.
Jön Türkler iki gruba ayrıldı
Osmanlı devlet sisteminin ınkıraza doğru gittiğini ve yakın bir gelecekte yıkılmasının artık mukadder bir âkıbet olduğunu görenlerin başında, padişah, sadrâzam ile nâzırlar değil, Genç Osmanlılar hareketi içinde yer alan dâhî edipler, şairler ile basiretli fikir adamları gelir.
Samimane bir niyet ve gayretle inkıraza çare arayan bu hamiyetli grubun içinde olanlar, önce Sultan Abdülaziz, ardından Sultan Abdülhamid'le maalesef karşı karşıya geldiler.
Bu faziletli sultanların etrafını kuşatan yalaka tipli, müstebit ruhlu hükümet temsilcileri de, Jön Türk grubunu dağıtmak ve çökertmek için, zaman zaman "kraldan ziyade kralcı" kesilerek harekete geçmiş ve son derece etkileyici taktikleri kullanmışlardır: Ağır hapis, sürgün, zindan, vesaire...
Ancak, buna rağmen, bu hamiyetli şahsiyetler, dâvâdan vazgeçmemiş ve muhtemel bir inkıraza karşı düşündükleri çare arayışına aralıksız şekilde devam etmişlerdir.
— DEVAM EDECEK —