GELECEK PARTİSİ GENEL BAŞKAN YARDIMCISI AYHAN SEFER ÜSTÜN: TEK ADAM SİSTEMİNİN HER ŞEYİ YAPABİLECEĞİNİ İDDİA EDEN ZİHNİYET DEPREMİN ETKİLERİNİ İKİYE, ÜÇE KATLADI VE ÇÖKTÜ.
BAŞKENT SOHBETLERİ-1- CEVHER İLHAN - MEHMET KARA - MUHAMMET ÖRTLEK
TALİMAT BEKLEDİLER
“Tek adam rejiminin getirdiği ürkeklik her yere sinmiş, ‘talimat’ bekleniyor. Depremde valinin ilde derhal askeriyeden yardım alması gerekirdi. Ama talimat alma refleksi onları duraksattı. Erdoğan’dan talimat gelmeyince neredeyse 48 saat sonra asker ancak sahaya inebildi; o da yetersiz sayıda.”
“GELMEYİN” DENİLDİ
“İlk gün madenciler organize oldukları halde ‘gelmeyin’ talimatı verildi. Sonradan işin vahameti anlaşılınca ikinci gün ‘izin’ verildi. Deprem bölgesine ulaşmaları 10-12 saati buldu. Üçüncü gün ancak enkazlara girebildiler. ‘Kimse işe karışmasın’ diye tam bir sorumsuzluk sergilendi.”
***
Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Ayhan Sefer Üstün, Yeni Asya’ya konuştu:
Kendisini devlet yerine koyan zihniyet çöktü
“Deprem öncesi son yirmi yılda hükûmetin depreme yönelik bir hazırlığının olmadığı ortaya çıktı. Oysa Türkiye bir deprem bölgesi. Şehirlerimizin dörtte üçü, topraklarımızın, coğrafyamızın dörtte üçü depreme mâruz kalan yerlerde inşa edilmiş. Hiçbir hazırlık yapılmadığını görüyoruz.”

SUNUŞ:
Gelecek Partisi kurucularından Genel Başkan Yardımcısı Ayhan Sefer Üstün’le Türkiye’nin gündemini görüştük.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu ve hâlen serbest avukatlık yapan Ayhan Sefer Üstün, Refah ile Fazilet partilerinde il yöneticiliği yapmış, İnsan Hakları ve Mazlumlar için Dayanışma Derneği kurucu üyelerinden.
Bir avukat olarak insan hakları alanında ciddi çalışmalarda bulunan ve dört dönem Sakarya milletvekili seçilen Üstün, 22. ve 23. dönemde Anayasa Komisyonu Başkanvekilliği, 24. dönemde Meclis İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanlığı görevlerinde bulunmuş.
Ayhan Sefer Üstün’ün ayrıca TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı olduğu dönemde Rusya’da devam eden Risale-i Nur davalarına dair Komisyon’un daha önce aldığı “Bediüzzaman’a iâde-i itibar” kararını imzalayıp bir üst yazı ile bu ülkedeki savunma avukatlarına iletme talebimizi yerine getirmekle davaların seyrinin değişmesine önemli katkıları oldu.
Ayhan Sefer Üstün’e öncelikle Türkiye’yi sarsan, kırk dört binden fazla insanın vefat ettiği, yüz binden fazlasının yaralandığı ve gerçeğin birkaç kat olduğu son deprem bölgesindeki izlenimlerini sorduk. Arama-kurtarma, âcil yardım, barınma ve korunma ihtiyaçlarının ulaştırılmasında ve dağıtımındaki koordinasyonsuzluk ve başarısızlığı, tepeden “tâlimat”lı “tek adam ucûbe sistem”e bağlıyor. “Tek adam rejimi’ depremde de çöktü” diyor. Siyasi iktidarın felâkette kutuplaştırma, âfette siyaset ve partizanlık vahametine dikkat çekiyor.
Sohbette Bediüzzaman’ın Kur’ân tefsiri eserlerinden atıfla âyetteki “istişâre emri” ekseninde demokrasiyi ve “adâlet hakikati”ni müzâkere ettiğimiz Ayhan Sefer Üstün’ün değerlendirmeleri, siyasetin demokratikleşmesine ve “tesirât-ı hâriciyeden azâde” yargının bağımsızlığının ve tarafsızlığının teminine ışık tutuyor.
“TEK ADAM REJİİMİ” DEPREMDE DE ÇÖKTÜ…
Deprem bölgesinde ciddi bir plânsızlıktan şikâyet ediliyor. Bölgeden yeni döndünüz; İzlenimleriniz çerçevesinde değerlendirmenizi alabilir miyiz?
Aslında bu depremin de temel sloganı “Devlet nerede? - Devlet yok mu?” oldu. Bu haklı bir çağrıydı. Devleti insanların temel ihtiyaçlarını gidermek için kurdukları bir organizasyon olarak târif edilir. Şimdi organizasyon yok, organizasyon olmayınca aslında devlet de yoktur. Bu depremde “tek adam sistemi”nin her şeyi yapabileceğini, başarabileceğini, kendisini devlet yerine koyan zihniyet çöktü. Evvela bunu bir tespit olarak ortaya koyalım.

İkincisi, deprem öncesi son yirmi yılda hükûmetin depreme yönelik bir hazırlığının olmadığı ortaya çıktı. Oysa Türkiye bir deprem bölgesi. Şehirlerimizin dörtte üçü, topraklarımızın, coğrafyamızın dörtte üçü depreme mâruz kalan yerlerde inşa edilmiş “deprem kaderdir, olan olur, ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” anlayışıyla kendisini kurguladığı için, devleti de buna göre konumlandırmış. Hiçbir hazırlık yapılmadığını görüyoruz.
Elbette kadere inanıyoruz; lâkin tedbirlerimizi de alacağız. Ondan sonra tevekkül edeceğiz. Yani tedbiri almadan kadercilik anlayışına sığınmak büyük bir musibete duçar olmak anlamına gelir. Bu tarihte de vardır. Hiçbir hazırlığını yapmamıştır, yol azığı, ulaşım aracı, hayvanını, tedbirini almadan kendini çöle atan insan “Allah beni korur” der” sonra cesedini yerde bulurlar. Çünkü bu yanlış bir kader anlayışıdır. Orman yangınları çıktığında da, hazırlıklı olmadığını gördük. Sel âfetinde, dere yataklarına karşı da hiçbir önlem almadığını, taşkın olduğunda, felâket geldiğinde iktidarın hazırlıksız olduğunu anladık. Hazırlık yapmanıza rağmen yine felaket gelebilir, yine bir deprem olabilir, o ikinci aşamadır; ondan sonra müdahale edileceği sözkonusu olur.
AFAD PARTİZANLIKLA HANTALLAŞTIRILMIŞ
Görünen o ki hükûmet bütün mekânizmaları ortadan kaldırmış. Zira bu tür şeylerde Kızılay artık neredeyse AFAD’ın gölgesinde bırakılmış, AFAD’ın sanki bir yan kuruluşu olarak yok edilmiş gibi bir konuma düşürülmüş. AFAD başlangıçta operasyonel bir kurum iken, sonraki aşamalarda özellikle İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasıyla nepotizm, akraba - eş dost kayırmacılığı ortaya çıkarmış. 24 tane daire başkanlığı, yeni genel müdürlükler kurulmuş. Partizanlık had safhaya çıkmış. Yani AFAD hantallaştırılmış, kendini dahi hareket ettiremeyecek hantal bir kurum haline getirilmiş. Ve biz böyle büyük bir depreme müdahale etmesini beklemişiz…

Aslında AFAD depremi kavrayamamakla alakalı sorun yaşadı. Böylesi bir ortamda hemen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin devreye sokulması gerekirdi. Ama tarihten gelen bir takım korkular bunu engelledi. Böyle anlamsız korkular içerisinde olmak acizlik gibi geliyor. Oysa İl İdaresi Kanunu’nun hâlâ yürürlükteki 11. maddesi çok açıktır. Buna göre valilerin bir yerden “talimat” almasına gerek yok. Vali derhal çağırabilir. Ama “tek adam rejimi”nin getirdiği ürkeklik her yere sinmiş, “talimat” bekliyor.
Kısacası, “Erdoğan’ın talimatıyla yangına müdahale ettik” diyen zihniyet ülkeyi bu hale getirdi. Yangın çıktığında itfaiyenin yapacağı iş yangını söndürmektir, otomatikman devreye girer. Deprem olmuşsa valinin ilde derhal askeriyeden yardım alması gerekirdi. Ama “tek adam rejimi”nin getirdiği bu talimat alma refleksi, onları duraksattı. Erdoğan’dan talimat gelmeyince neredeyse 48 saat sonra asker ancak sahaya inebildi; o da yetersiz bir sayıda…
Bir de 99 depreminde de yaşadığımız için söylüyorum; en fazla cesurca müdahaleyi Zonguldaklı madenciler yapmıştı. Bu depremde ilk gün madenciler organize olukları halde “gelmeyin” talimatı verildi. Sonradan işin vahameti anlaşılınca ikinci gün “izin” verildi. Fakat madencilerin deprem bölgesine ulaşması 10-12 saati buldu. Üçüncü gün ancak enkazlara girebildiler.
ERKEN MÜDAHALE EDİLSE ÇOK CAN KURTULURDU…
Bir başka zâfiyet, “uluslararası yardım”ın mahcup bir dille, kodla söylenmesiydi. “Dördüncü koda yükselttik” denildi, açık bir çağrı yapılmadı. Oysa o sabah “Türkiye’nin dünyadaki dostlarına sesleniyoruz, yardım edin” denmesi gerekirdi. Bu da güya “âciz görünmeyelim” diye yine kibrin getirdiği bir sonuçtu. Hani dünya, Avrupa bizi kıskanıyordu? Yani uluslararası yardım çağrısı bile açıktan yapılamadı, “millet anlamasın” diye didindiler.

Halbuki uluslararası yardımlar erken gelseydi birçok can kurtulabilirdi. Ben Maraş’taydım bakın işte orada çıkarılanların bir kısmının donarak öldüğünü söylediler bana. Velhasıl bunun gibi bir sürü aksaklıklar oldu. Depremden sonra da bu sefer de iaşe, barınma, tuvalet vesaire sorunları devreye girdi. Burada da düzensizlik ve koordinasyonsuzluk hâkim oldu. Ve en vahimi, siyasi iktidar, sivil toplumun önünü açmak istemedi.
Uluslararası bir yardım kuruluşu olan İHH dahi “acaba zılgıt yer miyim”, “bana ne derler” diye ürkek bir şekilde ikinci gün sahaya çıkabildi. Türkiye’nin en organize olmuş yardım kuruluşları önce çekingen davrandı, çok sonradan açıldılar. Çok büyük bir yıkım olduğundan, sonunda sesini kesen hükûmet bu sefer gadrini başka yerlere, AHBAP’a - Haluk Levent gibilere yöneltti. Oysa hükûmetin âfette sivil toplumun önünü açması; deprem bölgesine çadır, konteynır, battaniye götürmesi; aş evi, seyyar mutfaklar kurulmasının önünü açması lazımdı…
Kendi yaptığımız işten örnek vereyim. Genel Başkanımız Sayın Ahmet Davutoğlu, Hatay’ın Defne ilçesinde “bir çadır - konteynır kent” kurulumuna önayak oluyor. Buranın jeneratörü, seyyar mutfağı, seyyar tuvaletleri var, kadın-erkek ayrı duş alanları var, kalacak konteynırların sayısı da peyder pey artıyor. Son Defne depreminde oradaydık, şehirde elektrikler anında kesildi. Jenaratörlerimiz hemen devreye girdi, tek ışık bizim konteynır kentin ışıklarıydı, insanlar oraya koştular. Bu küçük bir hizmet ama böyle küçük hizmetlerin sayılarının artmasıyla insanların derdine derman olunabilir.

Belediyelerin yardımlarını engellemek çok yanlış
“Hepsini AFAD yapsın, ben yapayım” tekçi zihniyetiyle hareket ederek belediyelerin yardımlarını, vatandaşların hayrını engellemek çok yanlış. Şimdi bakın 99 depreminde aksaklıklar olmasına rağmen sivil toplumun önünü açan anlayışla ortak akılda buluşma vardı.
Marmara depreminde Sakarya’da her sabah saat sekizde - dokuzda büyük çadır yönetiminde, kriz merkezinde sorumlu bakan, milletvekilleri, vali, belediye başkanları, belediye meclisi üyeleri -o zaman belediye meclisi üyesiydim- toplanır, “dün ne yapıldı, bugün ne yapılacak” diye konuşulur, sonra sahaya dağınılırdı. Hiç olmazsa bilgi sahibi olurduk ve biz o yapacağımız işleri ona göre ayarladık, yönlendirirdik.
Şimdi “tekçi zihniyet”le “kimse işe karışmasın, muhalefet belediyeleri olmasın” diye tam bir sorumsuzluk sergilendi. Muhalefet belediye başkanlarına “geçmiş olsun” telefonu dahi açılmadı. Bakın Cumhurbaşkanı, hâlâ Hatay Büyükşehir Belediye Başkanını aramadı, Hatay ziyaretine dahil etmedi. Hâsılı “her şeyi ben yaparım” anlayışı bizi mahvetti, depremin etkilerini ikiye, üçe katladı…
—DEVAM EDECEK—