"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İnsanca, Müslümanca ve hür yaşamak istiyoruz

29 Mayıs 2021, Cumartesi
Niye Allah’ın kullarından korkalım ki? Bunları söylemek, bu haklarımızı istemek “suç”sa, bu “suç”u her zaman işleyeceğiz.

28 Şubat’ta Mehmet Kutlular - Basın toplantıları, soru-cevaplar - 12

Bediüzzaman bunu niçin yapıyor? Devletten değil, Allah’tan korktuğu için bunlarda ısrar ediyor, çaba sarfediyor. Biz de Allah’tan korkacağız. Niye Allah’ın kullarından korkalım ki? Bunları söylemek, bu haklarımızı istemek “suç”sa, bu “suç”u her zaman işleyeceğiz. Biz insanca yaşamak istiyoruz. Müslümanca yaşamak istiyoruz. Hür yaşamak istiyoruz.

Bediüzzaman Hazretleri bir şey daha getiriyor. Devletin de bunları duymasını isterim. Daha Cumhuriyetten evvel Bediüzzaman, “Din nâmına siyaset yapılamaz” diyor. Dinin özerk olmasını istiyor, ayrılmasını istiyor. Hocaların maaşlarını devletten değil, vakıflardan almasını istiyor. Birtakım yardımların vakıflarda birikerek, onunla kendi ihtiyaçlarını görmesini esas alıyor.

Çünkü, hocalar maaş aldığı yere karşı hür olamıyor. Bunun en güzel örneklerini yaşamıyor muyuz? Hutbeleri okumak için devlet emrediyor. Hiç kimse “Bunlara ne hakkınız var” diye bir şey demiyor. Diyanet hür değil ki. Hocalar dine karşı bir şey olsa sesini çıkaramıyor. Buna “dinî değil” demeye hakkı vardır. Ama söyleyemiyor. Niye? “Çoluk-çocuğum var, işim var, aşım var. Bunlardan mahrum olurum, sefil olurum” korkusuyla. Hayır, dinimiz bu düşünceyi, bu tarzı kabul etmez. 

Dolayısıyla, Bediüzzaman diyor ki, “Din özerk olmalı.” Din siyasete karışmamalı, ama devlet de dine karışmamalı. O ilim hür yapılmalı. Sâdece nezâret etmeli, yanlışlara karşı dinî noktadaki düşünceleri söylemeli. Zaten Türkiye’nin sıkıntılarından bir tanesi de bu. Ama Bediüzzaman bunu da Cumhuriyetten evvel söylemiş. Fakat bu düşüncede olan bir insana 28 sene ezâ ve cefa çektirmişler. Burada bir yanlışlık var, düşüncede, zihniyette bir yanlışlık var... 

DOĞRU İSLÂMİYETİ GÖSTERMELİYİZ...

Tarihimizde şu vardır; hiçbir zaman medreseden ve tekkeden devlete el ve göz uzatılmamıştır. O zamanların üniversiteleri medreseler demiştir ki, “Benim vazifem millete din-i mübini en güzel şekilde öğretmektir.”  Tekke de, “Benim görevim de en güzel ahlâkı millete öğretmektir” demiştir. Ecdâdımız bunlarla şanla şerefle cihâna hâkim olmuştur. Birtakım Ehl-i Sünnet ve Cemaat dışı olan  İslâm anlayışlarına kanmayalım ve aldanmayalım. Bizim için bu hususta ne İran örnektir, ne de Suudî Arabistan...

Bediüzzaman, gelişen hak ve hürriyetlerin, demokratikleşmenin meydana geldiği bu asrın başında  Müslümanların siyasî yapılanmada nasıl hareket edeceğini söylediği gibi, nasıl bir devlet sistemi kurulacağını da söylemiştir. Bugün de buna muhtacız. 

Henüz bunların daha  hükümleri geçmiş değil. Çünkü bunları başaramadık. Neden başaramadık? Zaten bu tarakta bezi olmayan insanlara bazı Müslüman kardeşlerimiz veyahut bazı gruplar biraz daha sert ve radikal tavırlar sergiledikleri için, onlar da bunları bahane yaparak, hak ve hürriyetlerimizin, din ve vicdan hürriyetlerimizin daha fazla kısılmasına sebep olmuşlardır.  

Kendimize özeleştiri de yapacağız. Bu da bizim görevimiz. Ama ulema madem ki Peygamberin varisidir, öyleyse ücretini Allah’tan bekleyerek ve isteyerek bu millete en güzel dinî meseleleri anlatmalı. Ki Bediüzzaman şunu söylüyor: “Doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstereceğiz.” Tekkenin görevi zaten hiç dünyevî değildir. O doğrudan doğruya âhirete müteveccihtir. Şâh-ı Nakşibendi Hazretleri, “Terk-i dünya, terk-i ukba (âhireti istemeyi dahi terk), terk-i hesti (bütün dünyevî hevesleri terk), terk-i terk (bu terklerle de övünmemek)” diyor. Bunlar bu işin piri ve önderi. 

“MÜSLÜMAN” KALARAK “DEMOKRAT” OLUNABİLİR...

İdarî yapılanmadaki birtakım sıkıntılar, Cumhuriyetten sonraki bazı tatbikatlar sonucu, mü’min kardeşlerimizin bir kısmı yurt dışına nazarlarını çevirip, maalesef dışarıdan birtakım siyasî ölçüler almaya kalkmışlardır. Bu yanlıştır. 

Bu yanlışı düzelteceğiz. Zaten millet bu gerçeklere inanır. Biz dini güzel öğretirsek, ahlâkını öğretirsek, devlette görevli olanlar da nihayette bu milletin içinden çıkan insanlardır. Onlar da milletin seçtiği ya da tayin ettiği insanlardır. Bunun tersini yapamayacaklardır. 

Bu değerlerin güzelini ortaya koyup gösteremediğimiz için, Bediüzzaman’ın dediği gibi ehl-i hamiyet de müstebit oluyor. Birileri milletin hak ve hürriyetlerini savunuyor, hakim güçler onun üzerine gittiği zaman millet onu yalnız bırakıyor. Tıpkı, eskiden Neron’un arenaya insanları atıp da aslanlara parçalattırıp oturup zevkle seyrettiği gibi... Şimdi de arena medya. 

Belirli yerde düğmeye basıldığı zaman öyle o insanları parçalıyor ki hiç kimse onun yardımına koşamıyor. Yargısız infaz yapılıyor. Ne haysiyetini, ne şerefini bırakıyor. Kendi savcı, kendi hâkim oluyor, yargılıyor ve cezalandırıyor. Böyle olur da bu insanlara sahip çıkılmazsa sizin ve bizim hukukumuzu savunacak insan da bulunmaz. 

Bunlar bizim temel meselelerimizdir. Haklarımızı hürriyetlerimizi savunanlara sahip çıkacağımız gibi demokratikleşmenin öncülüğünü de biz yapacağız. Bunu kasten istismar edenlere de “Müslüman” kalarak “demokrat” olunabileceğini onlara fiilen inşallah göstereceğiz. 

“MÜSLÜMAN-HIRİSTİYAN DİYALOĞUNDA DİNÎ BİR ZARAR YOKTUR”

Müslüman-Hıristiyan diyaloğunda da dinî bir zarar yoktur. Onlar ehl-i kitaptır. Kur’ân ehl-i kitaba ayrı bakıyor. Sonra biz hak dine, en mükemmel dine sahip olduğumuz halde “Hıristiyanlaşmak”tan neden korkalım? Biz niye onları Müslümanlaştırmayacağız ki? Onlar kendi dinlerine bile sahip değiller. Ama dünyada bütün baskılara rağmen, Müslümanların bütün hata ve kusurlarına rağmen İslâmiyet genişliyor. 

Bediüzzaman Said Nursî onlarla da dost olacağız diyor. Niye? Evvelâ huzur ve asâyiş lâzım. Harp halinde bir şey yürümez. Onlar fen ve teknoloji noktasında bizden ileriye gitmiş. O zaman bunu onlardan iktibas edip alacağız. Hak ve hürriyetler noktasında biz onları kabul ediyoruz. 

Hz. İsa’yı biz kabul etmezsek Müslüman olmayız. Hz. Musa’ya Museviliği ve Tevrat’ı, Hz. İsa’ya İncil’i ve Hıristiyanlığı veren, her ikisine kitap ve Peygamberlik vazifesi veren Allah’tır. Ama tahrif ve tahribe uğradıkları için onların bütün hakikatlarını en mükemmel bir şekilde toplayan İslâm en son din olarak gelmiştir. Biz onları zaten kabul ediyoruz, onlar bizi kabul etmiyor. 

Said Nursî daha 1952’de İstanbul’a geldiği zaman, Patrikhane’yi ziyaret ediyor. Athenagoras o zaman Başpatrik. Ona dediği şu, “Siz bizim dinimizi, Kur’ân’ımızı ve Peygamberimizi (asm) kabul edin, biz sizi ehl-i necât kabul edeceğiz.” Bu çok büyük bir sözdür. Çünkü, imanın esasında Hazreti Adem’den, Hazreti Muhammed’e (asm) kadar hiçbir değişiklik yok. İmanın esası hep altıdır. 

Ama, muamelat ve ibadet kısmında değişiklik vardır. Onlar İslâmı arzî bir din olarak–haşa–kabul ediyorlar. Bu kafalarını değiştirsinler, Kur’ân, “Yâ ehl-i kitap, gelin öyle bir kelimede birleşelim ki, o da Lâilaheillallah’tır” diyor. Onların en büyük sıkıntısı teslise, üçlemeye girmeleridir. “Lâilaheillallah” diyorsa, o zaman o da Hazreti Muhammed’in (asm) hak peygamber olduğuna inandığı zaman zaten temel iman meselesinde birleşmiş oluyoruz. 

BEDİÜZZAMAN, İSLAM ÂLEMİNİN PROBLEMLERİNİ ÇÖZDÜ

Muamelat, ibadet kısmı ayrı. Ehl-i kitap muhataplarımız da sonra yavaş yavaş diyalog kurulup, tartışmalarla, konuşmalarla İslâm’ın kendi dinlerini de havi olduğunu, kendi dinlerine de ihtiyaç kalmayacağını göreceklerdir. Ama bu diyalogla olur. Kavgayla, gürültüyle olmaz.

Bediüzzaman eserleri ile İslâm âleminin birikmiş olan problemlerine çözüm getirmiştir. Kur’ân ve Sünnete uygun bir şekilde, İslâma yeni bir yorum getirmiştir. 

Nur Risaleleri, Kur’ân ve Sünnetin ruhunu hiçbir yerde rencîde etmemiş, Kur’ân’a ve hikmete hüve hüvesine uygundur ve sadece yorum getirmiştir. Hürriyet nedir, demokrasi nedir, siyasî yapılanma nedir, dindeki yeri neresidir? Eskiden bizim bütün padişahlarımız dindardı. Ama hiç biri de doğrudan İslâm ismini devlet adı olarak kullanmamıştır.  Bu sebeple Abbasiler, Emeviler, Osmanlılar, Selçuklular diyoruz. 

HERKES BEDiÜZZAMAN’I ANLAMAYA ÇALIŞMALI..

Dinin siyasete âlet edilmesi yanlıştır. Zira, siyaset, her türlü yanlışlıklara ve zulümlere açık bir sistemdir. O zaman din adına yapılıyor gibi kabul edilip, birtakım insanların dinden küsmesini netice verir. Halbuki eski yöneticiler Müslüman olmalarına rağmen yanlarına bir şeyhülislam almışlardır ve dinî meseleleri ona sormuşlardır. Yanlış yapmaktan, zâlim olmaktan kurtulmaya çalışmışlardır.  ille de medreseden idareci olmamış, iran’da olduğu gibi, oradaki ulemanın idâresi gibi anlamamış, Osmanlılar da,  Emeviler de, Abbasiler de öyle anlamamışlardır.

Medreseler ve tekkeler devleti idare etmemiş. Ama onları murâkabe ve kontrol etmiş bu iki müessese. Yanlışlardan, dine mugayir şeylerden kurtarmaya uğraşmış ve bunu da başarmıştır. İran’da “mollalar”ın, “ayetullahlar”ın zâten Ehl-i Sünnetten ayrılmalarının sebeplerinden biri bu. imamın yedinci şartı gibi “ayetullah”ların devleti yönetmesi olmazsa olmazlarıdır. Ehl-i Sünnetin böyle bir inancı yok.  Kimse onları ölçü almasın. Zaten bunun Ehl-i Sünnet dışı olduğu hususunda asırlardır bunun tartışmaları yapılmıştır.

Bediüzzaman bu vatanın evlâdı. Bu topraklar yetiştirmiş onu. Âlem-i İslâm’ın maddî ve mânevî hastalıklarına Kur’ânî ilâçlar ortaya koymuştur. Lütfen Bediüzzaman’ı da anlamaya çalışalım. Hem devlet çalışsın, hem millet çalışsın ve hem âlem-i İslâm çalışsın.

—SON—

Okunma Sayısı: 2721
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı