"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Kainat da ayetlerden teşekkül eden bir metindir

23 Ekim 2021, Cumartesi 12:46
Âyetü’l-Kübra Risalesi’ndeki okuma metodu ile kâinata baktığımızda kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalâacısı derecesine çıkma müşerrefiyetine erişiriz.

ÂYETÜ’L KÜBRA RİSALESİ KONULU MASA ÇALIŞMALARI - 3

***

Çalışmaya katılan araştırmacı-yazar Mehmet Asıf Işık, “Âyetü’l Kübra: En büyük mu’cizeye bir başka açıdan bakış” başlıklı sunumunda  “Cenab-ı Allah, Hz. Musa’ya Firavun’un hilesini boşa çıkarması için “Âyet’ül Kübra”yı gönderdiği misillü, insanlığı dalalet ve sefahat bataklığından kurtarması, iman ehlini sahil-i selâmete çıkarması için Kur’ân’ın hizmetkârı, Hazreti Peygamberin (asm) bu asırdaki vârisi ve “kendisine ilim verilenlerden” Bediüzzaman Said Nursî’ye, Kur’ân’ın manevî mu’cizesi olarak “Âyet’ül Kübra” Risalesi’ni ilham etti” dedi. 

Bu ve emsali eserlerle, hem aklı ikna, hem de kalbi tatmin eden muhtevasıyla küfür, inkâr ve şirk fikirlerinin ortadan kaldırıldığını ifade eden Işık, Hz. Musa’nın (as) elindeki Âyet’ül Kübra’sı olan Asa’sı, vurulduğu her yerden dağlardan, taşlardan su çıkardığı, sihirbazların, önüne attıkları büyülerini bozduğu gibi, Kur’ân-ı Hakîm’in hikmetinin semasından gelen Âyet’ül Kübra Risalesi’nin de küfrün ve şirkin fikir ve iddialarını temelinden sarstığını söyledi. 

Işık sözlerine şöyle devam etti: “İsmiyle müsemma olan bu eser dinsiz felsefeye ve dine muhalif bütün seküler anlayışlara karşı pozitif bilimlerin vasıta/enstrümanlarıyla baştan sona tevhidin ispatına dair iman dersleri mecmuasıdır. Varlık âlemine çıkarılmış olan, yerden göğe, zerrelerden güneşe/gezegenlere, cüz’den küll’e (mikro-makro) kadar bütün varlık gurupları intak sanatıyla ve hal diliyle konuşturulmuş gibi, tecellilerine âyinedarlık ve şâhitlik ettikleri İlâhî ilme, iradeye, kudrete, hikmete, sanata vs. adeta işaret ve ilâncılık ediyorlar.

Gözümüz önündeki âlemleri ve içindeki bütün varlıklardaki tezahür-ü Rububiyeti seyirci mahlûkatına gösteren Yaratıcı’nın eserlerinde görülen, tesadüfe, sebeplere, şuursuz tabiata ve kör kuvvetlere verilemeyecek mükemmel “teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavzif” ile, koşturuldukları işlerdeki kusursuz işleyişlerle mevcudat sanki dile gelmiş gibi her bir varlık adeta “bana bak, merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin” der.

Sözlerinin devamında Âyetü’l-Kübra’da Yaratıcının varlığı, birliği ve varlık üzerindeki mutlak hakîmiyeti konusunda harika örnekler ve deliller sunulduğuna dikkat çeken Işık,  “Hülâsa, Âyet’ül Kübra, hem Kur’ân’da beyan ve dâvâ edilen, hem de Hazreti Peygamber Efendimize (asm) gösterilerek insanlığa tebliğ etmekle memur edildiği hakikatleri kalp ve akıllara gösteriyor.  Kur’ân’ın manevî mu’cizesi olarak Bediüzzaman’ın kalbine ilham edilen Âyetü’l Kübra bu asrın firavunları olan dalâlet ehli olan küfür, şirk ve çeşitli dinsizlik cereyanlarının belini kırmıştır.” diyerek konuşmasını tamamladı. 

Daha sonra söz olan Mustafa Usta da, simülasyonlarla örülü bir yaşama tarzının bazı zaman gerçek hayatın adeta sahte olarak algılanmasına yol açtığını belirterek buna ilâve olarak maddeci ve hazcı anlayışların tesirinin de artmasıyla insanın Yaratıcısına olan muhatabiyet ve sorumluluğunu unutabildiğine ve vazifesini de ihmal edebildiğine dikkat çekti. 

Bu tür çalışmaların bu noktadaki önemine değinen Usta sözlerine şöyle devam etti: 

“Malûm ki Cenab-ı Hak: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek ve tanınmak istedim mahlûkatı yarattım.” buyurmuşlardır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Saniî Zülcelâl’in zatını tanıtmak istediğini ve dolayısıyla da bilinmek istediğini bu sebeple de isim ve sıfatlarının tecellisi olarak kâinatı yarattığını ifade eder. Tanıtma eylemi ise yaratan ile yaratılan arasında bir iletişimi zarurî kılar. Kâinat özelinde düşündüğümüzde bu iletişimin tıpkı Kur’ân-ı Kerîm’de olduğu gibi yazılı olduğunu görürüz. 

Malûm ki harflerden müteşekkil olan kelimeler birer temsildir. Yani yazılı olarak gördüğümüz ağaç kelimesi kazandığı temsil yeteneği ile zihnimizde canlanır. Buna bir nevi kod da diyebiliriz. En eski dönemlerde bu kod bir resimdir. Bugün bazı alfabelerin kaynağının resim olduğu düşünülürse bu durum daha iyi anlaşılacaktır. Esasında her görsel ya da işaret yazı sayılmaz. Mühim olan bu işaretlerin bir düzgüde belli bir nizam içinde bir araya gelerek metin teşkil edebilmesidir. Kâinatın âyetlerden teşekkül eden bir metin olduğunun göstergesi de kâinattaki her bir unsurun tesanüd ve muavenet içerisinde bir vahdet-i vücut teşkil etmeleridir. Buradan da hareketle kâinatta Cenab-ı Hakk’ın esmasının tecellisi olan her bir varlığın temsil hüviyetinde olduğunu ve mükemmel derecedeki nizamı ile de anlamlı bir metin haline geldiğini ifade edebiliriz. Metin ise öncelikli olarak dil bilgisel bir yapı değil iletişimsel sürecin bir parçasıdır. Yani kâinat yaratan ile yaratılanlar arasındaki bir bildirişim ve haberleşmedir.

Kitab-ı kebir-i kâinatın nakkaş-ı ezelisi; kâinatın her bir sahifesiyle ve her bir satırıyla hatta harfleri ile kendini tanıttırmak ve Kendisini sevdirmek için bu haberleşme ile en cüz’îden en küllîye kadar her bir mevcudun müteaddit lisanlarıyla cemal-i kemalini tanıttırıyor ve sevdiriyor. Bediüzzaman Hazretleri kâinat için mektubat-ı Samedaniye ifadesini de kullanır. Yani kâinat Samed olan Allah’tan gelen mektuplardır.

Kâinatı adeta mükemmel bir kitap yahut mektuplar şeklinde yaratan Mütekellim-i Ezeli, insanın cisimden oluşan cansız kafasına manevî olan şuuru vermiştir. Böylelikle o kitabı okuyup mevcut manaları anlayabilecek kabiliyeti ihsan etmiştir. İnsanı Sani-i Hâkim’e muhatap olma seviyesine çıkaran bu ihsan ile hakikî ve ezeli bir sanatkârı anlayan estetik bir tavır da insana nakşedilmiştir. Bu da bizlere günümüzde zihinsel okuma olarak ifade edilen tefekkürî bir okumaya götürmektedir. İşte Âyetü’l- Kübra Risalesi her zamankinden daha çok ihtiyaç hissettiğimiz bu okumanın, kâinata mana-i harfi ile bakmanın tatbik edilmesidir. Âyetü’l- Kübra Risalesi’ndeki okuma metodu ile kâinata baktığımızda kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalâacısı derecesine çıkma müşerrefiyetine erişiriz.”

Programa Düzce Üniversitesi’nden katılan Dr. Ahmet Küçük de “Âyetü’l- Kübra: Marifetullaha Giden Yolda Aklın Nurunun Vicdanın Ziyası ile Buluşması” başlıklı sunum yaptı. 

Habermas’ın dinden ve dinî değerlerden yoksun kalan sekülerleşmiş ve bireyselleşmiş  toplumun dinden aldığı toplumsal hayat için gerekli manevî değer, ahlâk ve motivasyonlarının yerine bir şey koyamamasının günümüz toplumlarının karşı karşıya kaldığı en önemli tehlikelerden biri olduğu tesbitiyle konuşmasına başlayan Küçük, Âyet’ül Kübra Risalesi’nin bu tehlikeleri berteraf edecek özellikleri içinde barındırdığını söyledi. 

Bediüzzaman Said Nursî’nin “Aklın nuru fünun-u medeniyedir; vicdanın ziyası ulumu diniyedir. İftirak ettikleri vakit birinden taassup, diğerinden hile ve şüphe tevellüd eder” sözünde dile getirdiği taassup, hile ve şüphe durumlarının sekülerizm bataklığına batmış günümüz toplumlarında görülen bir durum olduğuna dikkat çeken Küçük sözlerine şöyle devam etti:  

“Günümüz Batı toplumu aklî bilimleri öncüleyerek ve dinden uzaklaşarak hile ve şüpheye, Doğu toplumları da vicdanı ve din ilimlerini önceleyip fen bilimlerini/aklı geri planda tutarak taassup girdabında boğuşmaya devam etmektedirler. Oysa özellikle İslâm tarihinin en verimli dönemlerine baktığımızda din bilimleri ile fen bilimlerinin birlikte yoğrulduğu dönemlerde gerçekleşen maddî ve manevî terakkiyat örnek olarak karşımızda durmaktadır.

Habermas’ın çok ilginç bir ifadesi ile konumuzun bağlantısını güçlendirmeye devam edelim.

Ona göre modern bilim, kendi öz eleştirel aklı ile bütün tabiatın ve tarihin metafizik yapılarını (dini, vahyi, İlâhî kitapları…) terk etmeye zorladı. Tabiat/Kâinat ölçülüp biçilebilen bir nesne olarak pozitif bilimlerin eline havale edildi. Yaratan ile bağı koparılan insana ise elindeki daracık aklı ve kısacık eli ile kâinata hükmetme egosu verildi. Böylelikle inanç ve bilimin oluşturduğu sentez parçalanmış oldu.

Günümüzde gelinen noktada pratik/modern akıl, artık dünyevî zihinlerde, eksikliğinin iyice belirginleştiği insanın asıl amacını, Yaratan ile olan bağını tekrar kuracak araçları geliştirmediği sürece, kendi meşrûiyetini iddia edemez. 

Habermas bu ifadelerle aradığı şeyin toplumsal dayanışma için gerekli manevî motivasyon kaynaklarının olduğunu kastetse de burada asıl aranan Âyetü’l Kübra Risalesi’nde Hâlıkını arayan seyyah misali insan ile Yaratanı arasındaki koparılan bağın tekrar kurulması çabasıdır.

Bediüzzaman Said Nursî Âyet’ül Kübra Risalesi ile Yaratana ulaşmanın farklı bir yolunu din ilimleri ile ve fen bilimlerini birlikte işleterek, aklı ve kalbi sentezleyerek göstermektedir.

“Vâhidiyet içindeki Ehadiyeti göstermek” diye tarif ettiği bu İlâhî bakışla, zerrelerden yıldızlara kadar bütün mevcudatın her birinin, mutlak kudret sahibi Yaratıcının varlığının parlak birer delili olduğunu hem aklî delilleri hem de vahyi delilleri bir arada kullanarak ispat etmektedir.

Bunu yaparken ne bilimi din adına yok saymakta, ne de dini bilimin insafına terk etmektedir. Aksine bilimi, dini gerçekliği anlamamıza Marifetullaha ulaşmamıza vesile kılmaktadır.

Risale-i Nur’un doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîm’den aldığı bu meslek, insanı marifetullaha ulaştıran en kısa yoldur. İnsan bu yolla, ne determinizm içinde çırpınıp, sebeplere takılarak boğulur; ne de, kâinatı yok sayar. 

Bediüzzaman Said Nursî Risale-i Nur genelinde ve Âyet’ül Kübra özelinde bize din ilmi fen ilmi ayrımı yapmadan, her ikisini bir bütün olarak değerlendirerek, kalp ile aklı buluşturarak TEVHİDE DAYALI BİR BİLİM ANLAYIŞI çerçevesinde; mevcudatı, varlıkları, dinden soyutlanmış pozitif bilim anlayışının yaptığı gibi, KENDİLERİ ADINA DEĞİL DE DELÂLET ETTİKLERİ ŞEY ADINA BAKMA ve mana-i harfi bakışı ile okuma metodunu göstermektedir.

Böylece kalp gözünü kaybeden Batı’ya;

• Elinde tuttuğu fen bilimleriyle, bütün kâinatı incelettirerek ve 

• Onu bir kitap gibi okutturarak, 

• Delâlet ettiği manaları göstererek 

• Sebepler arkasındaki gerçek mesebbebi göstererek 

Her bilimin Allah’ın bir isminin tecellisi olduğunu ispat etmekle onu hile ve şüphelerinden arındırmaktadır.   

Sonuç olarak, Batı düşüncesini temsil eden, kalb yerine aklı önceleyen, Habermas’ın istediği tarzda seküler insanların anlayışına uygun olan ve onları tekrar yaratıcıları ile buluşturarak gerçek (Abd) kimliklerine kavuşturacak olan gerçek tercüme/tefsir elbette aklı kalb ile buluşturan özelde Âyet’ül Kübra ve genelde Risale-i Nur ise, imanları zayıflamış aklı ihmal etmiş ehl-i imanın imanını tekrar; tasavvurdan tasdike, teslimiyetten imana, marifetten şehadete, taklidi imandan tahkikî imana, iltizamdan iz’ana, tasavvufdan hakikate yükseltecek olan da özelde Âyet’ül Kübra ve genelde Risale-i Nur dur.”

“Modernlik ve sonrası tasvir yaklaşımlarına karşılık; bir örnek olarak Âyet’ül Kübra Risalesi” başlığı ile bir sunum gerçekleştiren Caner Kutlu da şunları söyledi: 

“Tasvir (şekil ve suret verme), görmek ve gördüğünü göstermek şeklinde bir çalışmayı ifade eder. Her sanatkârın da yaptığı aslında budur; ‘sanat’ı görmek ve göstermek... Bunun için, sanat ve muhatap arasında karşılıklı birebir görme ve gördüğünü gösterme ilişkisi kurulur.

Burada muhatabın, sanatkârın bizzat kendisi Sanatkâr’ın sanatı olması durumunda ise, vazifesi kendini görerek Sanatkârın sanatını görmüş, kendindeki sanatları göstererek de Sanatkârın sanatını gördüğünü O’na göstermesi mümkün olacaktır.

Kâinattaki ve insandaki karşılıklarını anlamak için, buradaki etkileşimi sağlayan bağlantı araçlarını nurun ala nur, ışık, ziya, nur, ateş, şuur, elektrik, yansıma, kırılma, ayna, şeffaflık, güneş, suret, zaman, perde, perde gerisi, sıfat, isim, harf, gölge, renk, şekil, akıl, kalp, vicdan, latife, berzah, hava, şua (ışın), lem’â (ışık demeti), çizgi, misal gibi daha pek çok kavramı da doğru anlamak ve kurmak gerekecektir.

Risale-i Nur’un neredeyse tamamı, görme ve gösterme eğitimini veren bir teori kitabı ve bunların karşılıklarının üretildiği bir laboratuvardır. Bunun en açık bir örneği Âyet’ül Kübra Risalesi’dir.

—DEVAM EDECEK—

Okunma Sayısı: 1970
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı