"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

“TÜRKÇÜLÜK ADINA” YAPILANLAR TÜRKLERE DE BÜYÜK ZARAR VERDİ

07 Temmuz 2012, Cumartesi
Türkçü milliyetçiliğin, bütün toplumsal ve kamusal alanlardan dışladığı dini tamamen vicdanlara hapsetmeye çalışan katı, bağnaz ve saldırgan bir laikçi anlayışla beraber uygulanması, herkes gibi, hattâ diğer unsurlardan çok Türklere zarar verdi.
“TÜRKÇÜLÜK ADINA” YAPILANLAR TÜRKLERE DE BÜYÜK ZARAR VERDİ

İSLÂM VE TÜRKLER
Müfessirlerin yorumuna göre, bin yıllık tarihimizde üstlendikleri misyon, “Allah öyle bir kavim getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler” mealindeki Maide Sûresi 54. âyetinde haber verilen kavmin Türkler olduğunu fiilen gösterdi.
Bediüzzaman da milliyetçilikle ilgili izahlarında Türklere seslenirken bu mânâyı ifade ediyor:
“Bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı (hücumları) def ettiniz, (yukarıdaki âyete) güzel bir mâsadak oldunuz...”
Arap toplumuna inen İslâmın, yine Araplar eliyle üç kıt′aya yayıldığı ilk dönemlerden sonra, i’lâ-yı kelimetullah sancağını Abbasîlerden devralarak dalgalandırmaya devam eden kavmin Türkler olması, bu mânânın tefsiri niteliğinde.
Yine Said Nursî, bu mânâ ile çok yakından irtibatlı bir başka hakikati de şöyle ifade ediyor:
“Türk milleti, anasır-ı İslâmiye (İslâm kavimleri) içinde en kesretli (fazla) olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır...”(Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, s. 543)
Avam lisanında, yabancı birinin İslâmı seçmesi için kullanılan “Türk olmuş” ifadesi, Müslümanlıkla Türklük arasındaki bu derin bütünleşmenin toplumsal bilinçaltına ne kadar yer etmiş olduğunu gösteren çok tipik ve ilginç bir örnek.
Türk kimliğinin İslâmla bu derece özdeşleşmiş olması, diğer Müslüman kavimlerin Türklere müsbet bakışının da temelini teşkil etmekte.
Bu imajla cihan devleti olan Osmanlının, Endonezya’dan Afrika’nın en ücra köşelerine kadar her yerde hâlâ hayırla anılması, Açe’deki Cuma hutbelerinde yakın zamana kadar Osmanlı halifelerine duâ ediliyor olması, bunun örneklerinden sadece birkaçı.
Ve günümüz dünyasında, 1.5 milyarı aşan bir nüfus potansiyeline sahip Müslümanlarla pozitif iletişim kurmamıza imkân verecek en önemli manevî bağ ve irtibat unsuru, İslâm kimliğimiz.
Stratejik, siyasî, kültürel, ekonomik, ticarî, v.s. hangi açıdan bakarsanız bakın, kesinlikle gözardı edilemeyecek çok muazzam bir avantaj bu.
Asırlarca iç içe yaşadığımız farklı kavimlerle ilişkilerimizde de İslâm, bizi birbirimize bağlayan en önemli irtibat noktalarının başında geliyor.
Bediüzzaman’ın, evvelce “Ben Müslüman bir Türkü fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar” derken, sonra Türkçü muallimlere tepki olarak “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum” deme noktasına gelen Kürt talebesinden verdiği örnek (Tarihçe-i Hayat, s. 1100), aradaki İslâm bağının önemini ve bu bağın tahribi halinde doğacak sonuçları çok iyi ifade ediyor.
Aradan geçen yüz sene zarfında yaşadıklarımız ve gelinen nokta ise, olayı iyice netleştiriyor.
Eğer Türkiye’yi bütün İslâm âlemiyle beraber bir dünya gücü haline getirebilecek bir potansiyel son derece sığ, düzeysiz ve kasıtlı yaklaşımlarla karalanıp “ümmetçilik” diye aşağılanmasa ve aynı sınırlar içinde birlikte yaşadığımız farklı unsurlar “Ne mutlu Türküm” demeye zorlanmasaydı, bugün çok daha farklı yerlerde olurduk.
Ne kimse Türk kelimesinden alerji duyardı, ne de Türkiye adını taşıyan bir ülkenin vatandaşı olmaktan rahatsız olurdu. Türklük buyurgan, dayatmacı, düşmanca bir imajın değil, sevgi ve saygıyla kucaklanan bir kimliğin ifadesi olurdu.
İslâm kardeşliği ve dayanışmasını “ümmetçilik” tabiriyle küçümseyip yerden yere vururken,  onun yerine “Türkün Türkten başka dostu yoktur” sözünde ifadesini bulan yalnızlıktan başka birşey koyamayan zihniyetle varılan yer ortada.
Şimdi Türkiye hem içeride, hem dışarıda bu tecrit halinden kurtulmanın sancılarını yaşıyor.

TÜRKLÜĞE DE SUİKAST
Bediüzzaman Türk kimliğinin Müslümanlıkla ne kadar bütünleştiğini vurguladıktan sonra Türklere şöyle sesleniyor:
“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizac etmiş (kaynaşmış), ondan kabil-i tefrik (ayrılması mümkün) değil. Tefrik etsen mahvsın (ayırırsan mahvolursun). Bütün senin mazideki mefahirin (iftihar vesilesi olan icraatın) İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir zemin yüzünde (yeryüzünde) hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme.” (Mektubat, s. 543-4)
Bu mefahirden kasıt, İslâmın bayraktarı olarak yaşanmış bin senelik tarihin şan ve şeref levhaları ile hayatın her alanındaki medeniyet eserleri.
İslâm ve dünya başkenti İstanbul’un benzersiz ve muhteşem silüetine şekil veren zarif Osmanlı kubbe ve minareleri, yüzyıllardır hiçbir kuvvetin silemediği mefahirin ilk akla gelen ve her zaman gözümüzün önünde duran örnekleri...
Gerek Türkiye topraklarında, gerek diğer İslâm beldelerinde benzer daha nice mefahir var.
Ve çok daha önemlisi, Türklerin de muazzam katkılarıyla gelişen İslâm medeniyetinin temellerini atıp, her alanda inkişafına katkıda bulunan çok kıymetli fikir, gönül, ilim, aksiyon insanları.
Kur’ân’ın rehberliğinde fikir ve ilim dünyasına yeni ufuklar açan mütefekkirler; gönülleri aydınlatan maneviyat sultanları; şefkat, izzet ve dirayet eksenli yönetimleriyle, hükmettikleri her yere adalet ve hizmet götüren devlet adamları; hayatın derunî boyutunu zenginleştiren sanatkârlar...
Asırlar boyu, nesilden nesile devredilerek bugünlere ulaşan bu mefahir için, Türklere “Kalbinizden de silmeyin” diyor Bediüzzaman. Neden?
Sualin cevabı, bu sözlerin, İslâmla kaynaşmış ve bütünleşmiş bir Türk kimliğinin geliştirilerek muhafazasının çok daha büyük önem kazandığı bir dönemde kayda geçirilmiş olmasında yatıyor.
Onun bu hatırlatma ve tavsiyeleri yaptığı dönemde “Din yok, milliyet var” anlayışıyla, İslâmdan arındırılmış bir Türkçülük ideolojisini ikame etmek için yoğun bir kampanya başlatılmıştı.
M. Kemal’in “Türkler Arapların dinini kabul etmezden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra bu din Türk milletinin millî rabıtalarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanını uyuttu. Muhammed’in dinini kabul edenler kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasretmeye mecburdular” sözleri bunun bir ifadesiydi.
Türklerin “bilmedikleri ve anlamadıkları bir dille” yazılan Kur’ân’ı okumalarını “Beyni sulanmış hafızlara döndüler” diyerek aşağılaması da.
(Bu bilgiler, Atatürk’e en yakın isimlerden Afetinan’ın hazırladığı “Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları” kitabında mevcut.)     
Türkçü milliyetçiliğin, bütün toplumsal ve kamusal alanlardan dışladığı, hattâ özel hayat alanlarındaki tezahürlerine bile tahammül edemediği dini tamamen vicdanlara hapsetmeye çalışan katı, bağnaz ve saldırgan bir laikçi anlayışla beraber uygulanması, herkes gibi, hattâ diğer unsurlardan çok daha fazla Türklere zarar verdi.
“Ne mutlu Türküm” demeyeni düşman sayan zihniyetin kendi despot anlayışını devlete mal etmekle yetinmeyip, mutluluk gibi, insanın maneviyatındaki iç dinamiklerle doğrudan irtibatlı bir ruh halini dahi tepeden inme sloganlarla dayatarak, bütün ipleri elinde tuttuğu dönemlerde, etnik kökeni Türk olan insanları da canından bezdiren istibdat politikaları uygulamış olması, işin ibretli ve ironik bir başka vechesini oluşturuyor.
Bağnaz laikçi bir zihniyetin refakatinde uygulanan Türkçü politikalar Türkleri de ezmedi mi?
Peki, bu sıkı laikçi ve Türkçü politikaların mimarları, fikir babaları, keskin uygulayıcıları Türk müydü? Tarihî kayıtlar öyle olmadığını gösteriyor. Türkçülük adıyla Türklüğe yapılan suikastın bu yönü de, işin dikkate değer ayrı bir yönü.

TÜRK-KÜRT KARDEŞLİĞİ

Herkesin dilinde dolaşan, ama malûm fitneler sebebiyle bir miktar zedelenen “Türk-Kürt kardeşliği”ni tekrar ihya edip kurtarmanın ve kuvvetlendirmenin en sağlam formüllerinden biri, Said Nursî’nin Van’daki Kürt talebesiyle diyaloğundan çıkan mesajla önümüze konuyor.
Aslında Said Nursî’nin başından beri Kürtlere yaptığı ısrarlı tavsiye, Türklerle birlikte olmak.
Meselâ, 2. Meşrûtiyet döneminde Kürt hamallara hitap ederken, “Altı yüz seneden beri bayrak-ı tevhidi umum âleme karşı ilân eden; ve istibdada şiddet-i itaat ve terk-i âdât-ı milliye ile ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve marifetinden istifade edeceğiz” dedikten sonra şu ilginç tesbiti yapıyor:
“Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti; mecmuumuz (hepimiz) bir iyi insan oluruz. Hodserane (serkeşlik) yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara (diğer etnik gruplara) ders-i ibret vereceğiz...”
Ve “İyi evlât böyle olur” deyip devam ediyor:
“Hem de istibdat zamanında bir batman itaat etmişsek, şimdi bin batman itaat ve ittihad farzdır. Zira şimdi sırf menfaati göreceğiz. Çünkü hükümet-i meşrûta (meşrûtiyet hükümeti), hakikî hükümet-i meşrûadır (meşrû hükümettir).” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 186)
Türklerle Kürtler arasındaki irtibatı peder-evlât ilişkisiyle bir tutarak konuyu bir aile sıcaklığı ortamına taşıyan ve böylece ayrılıkçı duyguları besleyen komplekslere gerek olmadığını ima eden Said Nursî’nin, “Türkleri, istibdada aşırı itaat edip millî âdetlerini terk etmeleri ihtiyarlattı” tesbitini dile getirdikten sonra, onların düştüğü bu zaaftan istifade edip ayrı bayrak açmak yerine, “Kuvvet ve cesaretimizi onlara hediye edelim” tavsiyesinde bulunması ayrıca dikkat çekici.
Bediüzzaman’ın İslâm ortak paydasında Türk-Kürt kardeşliğine vurgu yapan kuvvetli ifadelerini, Türkleri ondan soğutma kast-ı mahsusuyla “Kürtlüğü”nün nazara verildiği Eskişehir Mahkemesindeki müdafaalarında da görmekteyiz:
“Ben herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve halis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası olduğundan, bana Kürt diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakikî ve civanmert bin Türk gençlerini işhad edebilirim (şahit gösterebilirim).” (Tarihçe-i Hayat, s. 356)
Başka yerlerde de buna benzer birçok ifadesi var Said Nursî’nin. Ve o zaman bahsettiği “bin Türk gençleri” bugün milyonlara erişmiş bulunuyor.
Onun içindir ki, bu derslerle yetişen Nur camiası, Türklerin de, Kürtlerin de, başka etnik menşelerden gelenlerin de son derece fıtrî bir şekilde ve iman kardeşliği potasında kaynaşıp kucaklaştıkları, birbirlerine “Sen hangi etnik kökenden geliyorsun?” diye sormadıkları ve bunu merak dahi etmedikleri örnek bir tablo oluşturuyor.
Bölünme korkusuyla yatıp kalkanların bu tablodan almaları gereken çok önemli dersler var.

GERÇEK ÇÖZÜM
“Genelde Kürtler dindardır. Sünnî Kürtler Türkiye ortalamasına göre daha dindar ve muhafazakârdır. Kürtlerin tercihlerinde din faktörü çok ağırdır, etnik kökenin önündedir.”
Bu sözlerin sahibi, bir Kürt siyaset adamı: Şerafettin Elçi. 1980 öncesinde AP’den milletvekili seçilip bakan dahi olan, ama Kürt olduğunu söylediği için şimşekleri üzerine çekip hapse tıkılan, 12 Haziran 2012 seçiminde de BDP listesinden aday olup Meclise giren Elçi, Neşe Düzel’in yaptığı röportajda böyle demişti (Radikal, 14.6.04).
Elçi’nin bu tesbiti meselenin bam telini yakalıyor.
İlginçtir; bu önemli gerçeğin bir diğer boyutunu da “Biz Kürt ve Türkler bin yıl birlikte yaşadık. Dinimiz ortak olduğu için kardeşliğimiz bin yıl devam etti” diyen Hatip Dicle dile getirmişti.
Bu iki beyan bize Dicle’nin de dahil olduğu bazı DEP’li vekillerin karga tulumba içeri tıkılmasından sadece birkaç ay önce, 22 Aralık 1993 akşamı Orhan Doğan’ın davetiyle katıldığımız DEP kokteylinde, o dönemde partinin genel başkan adayları arasında adı geçen milletvekili Mahmut Kılınç’ın söylediği şu sözü hatırlattı:
“Türkiye’de İslâmî düşünce hakim olsa, bugünkü gibi bir Türk-Kürt meselesi olmaz.”
Burada sözü edilen “hakimiyet”i illâ “siyasal İslâm” bağlamında anlayıp öyle yorumlamak doğru değil. Aksine böyle bir yorum yeni bir saptırma ve çarpıtma örneği oluşturur.
Buna meydan vermemek için ise, Türk-Kürt kardeşliğinin en temel dayanak noktalarından birini asırlar boyunca paylaşılan ortak din bağının teşkil ettiğini görmek ve ona göre tavır belirlemek gerekir.

DEVAM EDECEK
 
YARIN:ÇÖZÜM ÖZERKLİK DEĞİL, TAM DEMOKRASİ
 
 
KÂZIM GÜLEÇYÜZ
Okunma Sayısı: 4676
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • nihatkezer

    7.7.2012 00:00:00


    BU KONUYU GÖNDER | YAZDIR
    Gönderen Konu: Tarih Boyunca Türkler ve İslamiyet (Okunma Sayısı 557 defa)
    Darultavhid
    Administrator
    Sr. Member


    Değerlendirme Puanı: +10/-0
    Çevrimdışı

    Mesaj Sayısı: 371





    Tarih Boyunca Türkler ve İslamiyet
    « : 10 Temmuz 2010, 18:05 »
    Tarih Boyunca Türkler ve İslamiyet

    Ebu Hureyre (ra)’dan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurdugu rivayet edilmiştir: Nuh (as)’ın Sam, Ham, Yafes adında oğulları oldu. Araplar, Farslar ve Rumlar Sam’ın çocuklarıdır, hayırda bunlardadır. Yecuc, Mecuc, Türkler ve İskitler de Yafesin çocuklarıdır, bunlarda hayır yoktur. Kıptiler Berberiler ve Sudanlılar da Ham’ın çocuklarıdır. (Tirmizi)

    es-Suddi ve ed-Dahhak şöyle diyorlar: Türkler Ye’cuc ve Me’cucdan küçük bir bölümdür. Bunlar ortaya çıkıp değişiklikler yapmaya koyuldular, Zülkarneyn gelip seddi yaptı ve seddin bu tarafında kaldılar.

    es-Suddi ayrıca şöyle demektedir: Sed 21 kabile üzerine yapıldı. Onlardan tek bir kabile seddin bu tarafında kaldı, bunlarda Türklerdir. Bunu da Katade demiştir.

    Kurtubi buraya kadar aldıgımız bilgileri naklettikten sonra şöyle diyor: Eğer bu böyle ise şunu bilelimki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Yecuc-Mecucu nitelendirdigi gibi Türkleri de nitelendirmiştir ve şöyle buyurmuştur: “Müslümanlar yüzleri kat kat kalkanı andıran, giydikleri kıldan elbiseler olan kıl içerisinde yürüyen -bir başka rivayettede kıldan yapılmış ayakkabı giyen bir kavim olan- Türklerle savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır.” (Buhari; Müslim)

    Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sayılarını çokluklarını ve ne kadar güçlü olduklarını bildiğinden dolayı: “Türkler size ilişmedikçe sizde onlara ileşmeyiniz” buyurmuştur (Allahualem). (Ebu Davud; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid)

    Onlardan şu dönemde yüce Allah’tan başka hiç kimsenin sayılarını bilemeyeceği ve yüce Allah’tan başka hiç kimsenin Müslümanlardan geriye püskürtemeyecegi pek çok ümmetler çıkmış bulunmaktadır. Bunlar sanki Yecuc Mecuc yahud da bunların mukaddimeleri (öncü) kuvvetleri gibidir. Kurtubi her halde kendi dönemindeki Tatar (Moğol) istilasına işaret etmektedir. Bunlarda Türklerle akraba bir kavimdir.

    Ebu Davud’da Ebu Bekre’den gelen bir rivayete göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Ümmetimden birtakım kimseler Dicle adı verilen bir nehirin yakınında Basra denen bir yerde konaklayacaklar. Bu nehrin üzerinde bir köprü olacaktır. Oranın ahalisi çogalacak ve orası muhacirlerin bir rivayette Müslümanların şehirlerinden bir şehir olacaktır. Ahir zamanda ise yüzleri geniş, gözleri küçük kentura oğulları gelecek ve bu nehrin kıyısına konaklayacaklardır. O şehrin ahalisi üç guruba ayrılacak bir gurup ineklerin kuyruklarına takılıp çöle gidecekler bunlar helak olacaklar. Bir gurup kendileri için (bunlardan teminat) alacak ve böylece kafir olacaklar. Bir gurupda çoluk çocuğunu arkalarına alacak ve savaşa koyulacaklar. İşte şehidler bunlardır. (Ebu Davud)

    Basra gevşek yumuşak taş demektir. Basra şehrinin ismi buradan gelir. Kantura oğulları, Türklerdir. Denildigine göre , İbrahim (as)’ın cariyelerinden birisinin adıdır. Bu cariyenin İbrahim (as)’dan çocukları oldu. Türklerde bunların soyundan geldi. (Allahu alem) Kurtubiden yaptıgımız alıntı burada sona erdi. Kurtubi bu açıklamaları Yecuc Mecuc’dan bahsederken el-Kehf 18/92-98 ayetlerin tefsirinde yapmıştır. (Kurtubi, Tefsir, 11/122-126 )

    İbni Kesir, Yecuc ve Mecuc Adem (as)’ın neslinden olan iki guruptur dedikten sonra içinizde iki topluluk vardırki her neyin içine girerlerse onu mutlaka çogaltırlar. Bunlar Yecuc Mecuctur.” şeklindeki hadisten bahsetmektedir ardından Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e nisbet edilen “Yecuc Mecuctan her biri kendi zurriyetinden 1000 kişi görmeden ölmez” hadisinden bahsederek bunun sahih olmadığını Allah bilir der. (en-Nihaye fi’l-Melahim ve’l-Fiten, 133-134)

    İslam kaynaklarında Türklerle alakalı işte bu bilgiler verilmektedir. Türkler hadislerde ismi en çok geçen milletlerden olmasına rağmen hiçbir yerde olumlu bir şekilde bahsedilmemesi enterasandır. Hatta Müslümanların ahir zamanda Türklerle yani Yecuc ve Mecucla savaşacagına dair hadisler varid olmuş ve Buhari Sahih’inde bu hadisler için “kıtalu Türk (Türklerle savaş)” başlıklı mustakil bir bölüm açmıştır. Aslında sadece Türkler değil genel olarak Yafes nesli uzak doğunun çekik gözlü milletlerinde hayır olmadığı hadislerde zikredilmiştir.

    İslam nezdinde Arap, Acem eşittir, üstünlük takva iledir. Ancak şuda unutulmamalıdır ki, insanın içinde yaşadığı toplum ve yetişme tarzı karekterini etkilemektedir. İsrailoğulları aslında şerefli bir peygamber olan Yakub (as)’ın soyundan gelmelerine rağmen dini terk edip toplum yapılarının bozulmasından itibaren artık hayırlı bir nesil onlardan çıkmaz olmuştur. Yahudi soyundan gelip de iman ehli olan çok az kimse çıkmıştır. Aynı bunun gibi de Türkler, Çinliler, Moğollar, Japonlar, Koreliler, Tibetliler vb birçok milleti içinde barıdıran Yafes neslinden hayır sahibi çok az kimse vardır. Yine bunlar arasından Türkler İslamiyetin etkisiyle bir parça düzelmişler ama yinede tam ıslah olmuş sayılmazlar. Geri kalanlar ise medeniyetten uzak, vahşi topluluklardır. Bu Asya Milletlerinde ne din, ne ahlak, ne insanlık adına şu asırda dahil kayda değer bir şey yoktur. Buldukları her şeye taparlar yılan-çıyan fark etmez yerler. İşte Türkler böyle bir muhidden kopup gelmiştir. Yecuc Mecuc kavimleri hadistede rivayet edildiği gibi sayıca çokturlar ve hızlı çoğalırlar. Günümüzde dünyanın yarısına yakını bunlardan müteşekkildir. Sadece Çin’in nüfusu 2 milyardır. Türkler, uzun bir müddet Müslümanları uğraştırdıktan sonra hicri 2. asırdan sonra Müslüman olmaya başlamışlar ve İslam’ı tamamen kabul etmemeleri ancak hicri 4. asra doğru mümkün olmuştur. Bu da, topluca bir kabul ediş şeklinde cerayen etmiştir (bir günde binlerce çadır ahalisinin Müslüman olması gibi).
                                                                               
    Bukadar ani ve kitlesel dönüşümün ne derece bilinçli bir tercih olduğu tartışmalıdır. Zaten tarihi kaynaklardan da anlaşıldıgı kadarıyla Türk toplumların İslam’ı kabulü oldukça yüzeyseldir, hatta yer yer göstermeliktir öyle anlaşılıyor ki, iki büyük yük olan Müslümanlar ve Çinliler arasında sıkışıp kalan Türkler İslamiyet’i kabul edip Çin’e karşı Arap-İslam desteğini almaktan başka çare bulamamışlardır (Allahu alem). Kuşkusuz İslam’a bağlananlarda mevcuttur ancak bu büyük çoğunluğun İslam’a tam olarak intibakı zor olmuştur, hatta olmamıştır. Bu dönemde Türklerin arasına yolculuk yapan Arap seyyahları (İbni Fazlan mesela) ilginç şeyler anlatıyor. Türkler bu seyyahlara Allah’ın karısı varmı, vs tarzında tuhaf sorular yöneltmişler. İbni Fazlan vb.leri Türk kadınlarında edep ve haya olmadığını misafirlerin yanında dahi ferçlerini kaşımaktan utanmadıklarını naklediyor. Bunlar Türklerin İslam’ı kabul ettiği döneme dair vakalardır. Aynı dönemde yazılan Dede Korkut kitabında da, din konusundaki cehaleti gösteren garip lafızlar mevcuttur.

    İşte böylesi bir ortamda son derece cahil ve dinden uzak olan Türk toplulukları içerisine sızan Batıni davetçileri çok rahat bir faaliyet imkanı bulmuştur. Günümüzde Horasan Alperenleri diye övülüp durulan dailerin din anlayışı zaten İslam’a bakışları yüzeysel olan ve dinin kurallarını yaşamak kendilerine ağır gelen göçebe Türkmen topluluklarına Ehl-i Sünnet’ten daha cazip gelmiştir. İşte Alevilik bu şartlarda doğmuş ve de Moğol istilası sonrasında Orta Asya’dan Anadolu’ya yapılan göçler vasıtasıyla da Türkiye topraklarına taşınmıştır. Öyleki Osmanlı Devleti kurulduğu yıllarda Anadoludaki Türkmenlilerin neredeyse %90’ı Aleviydi. Günümüz Türkiye halkı çok sonradan sünnileşmiş bir toplumdur. Onun da ne kadar sünnineştiği ortadadır. Türkiyede sünnilik daha çok Kürt, Çerkez, Laz vs diğer kavimler eliyle yayılmıştır. Türkler belli bir dönem sonra sünniligi kabul etmiş ancak bu sünnilik tasavvufla iyice iç içe geçip istedikleri kıvama gelince söz konusu olmuştur. Türklerin tarihinde selefi bir dönem olmamıştır. Zaten Türklerin İslamı kitlesel olarak kabul ettiği dönem İslam kültürünün iyice yozlaşmaya yüz tuttugu ve de tasavvufun söz sahibi olmaya başladığı miladi 9.-10. asırlardır. Türklerin din anlayışı hiçbir zaman –en azında kitlesel anlamda- sahih kaynaklara dayalı bir vahiy İslam’ı olmamıştır. Sürekli bir tasavvuf etkisi söz konusudur. Türk milleti kadar iç içe geçmiş bir millet yoktur, dense yeridir. Bu noktada Farslar Türklere benzemektedir.

    İşte Türkler bu şekilde tasavvuf etkili bir din anlayışıyla 20. asıra kadar gelmiştir. 20. asırın başındada Atatürk’le beraber dinden kopma süreci başlamıştır. Şu anda kendisini İslam’a nisbed eden milletler arasında dinden en fazla uzak, en laikleşmiş milletin Türkler (Orta Asya Türklüğü’de dahil) ve de Türklere tabi olan milletler (Balkan Milletleri; Bosnaklar, Arnavutlar vs) olması gerçekten ibret vericidir. Bütün kavimler son asırda yozlaşma sürecine girmişler ancak ne Araplar ne Farslar ne Hintliler ve diğerleri   Türkler kadar hızlı ve yaygın şekilde yozlaşmamıştır. Bütün bunlar Türklerin İslam’ın lideri, bayraktarı vs olduğu yönündeki sloganların safsata olduğunu göstermektedir.

    Yahudi ve Hiristiyan alemi de bu durumun farkındadır. O yüzden tarih boyu Yahudilerin en çok güvendiği kavim Türkler olmuştur. Bütün dünya Yahudileri ezerken Türkler Yahudilere kucak aşmıştır. Endülüs katliamında da böyle olmuştur. Hitler zamanında da …. Şu anda da İsrail ile en yakın sözde İslam ülkesi Türkiye’dir. Keza Natonun tek Müslüman geçinen üyesi TC olduğu gibi Avrupa Birliği’ne aday tek Müslüman (!) ülke de Türkiye’dir. Türkiye adeta batının, Orta Doğu’daki turuva atıdır.

    İbni Kesir (rha), Müslim’in rivayet ettiği: “Siz, Türklerle savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır. (Müslim) hadisini izah ederken şu ilginç ifadeleri kullanmaktadır: “Allah bilir ya, bu hadislerden zahiren anlaşıldığına göre Türklerden kasıt yine Yahudiler kasdedilmiştir. Zira Deccal Yahudilerden çıkacaktır. İmam Ahmed’in Ebu Hureyre’den rivayet ettiği hadisde Rasuullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle demektedir: “Şüphesiz Deccal yüzleri deri üstüne deri kaplanmış kalkanlar gibi olan 70 bin taraftarıyla havran ve kırmanla inecektir. (Müsned) bu hasen bir hadis olup senedi kuvvetlidir. (Ölüm Ötesi Tarihi, 107)

    Buna benzer hadis ve alimlerden nakledilen görüş vardır. Bütün bunlar Deccal’e Yahudilerle beraber Türklerin de tabi olacağını göstermektedir. Allah bilir gidişat oraya doğrudur. Yahudiler günümüzde İslam’a karşı en güçlü müttefikleri olarak Türkiyeyi öne sürmektedirler. İbni Kesirin, Türklerle Yahudileri aynı görmesi gerçekten ilginçtir. Şu anda dünya Yahudiliginin %80’i eşkanazi denilen doğu Avrupa Yahudileridir. Bunların ise Yahudi olan Hazar Türklerinin soyundan geldigine dair güçlü deliller vardır. Öyleyse bu iddaa doğruysa şu anda dünyayı bir Türk Yahudi lobisinin yönettigi söylenebilir. (ABD’deki Yahudilerin çoğu da eşkenaz Polanya Yahudileridir) doğrusunu Allah bilir.

    Allah bir an önce Türk kavminden iman edenleri bu kavmin kafirlerin şerrinden kurtarsın. Öyleki bu kavmin kafirleri başka kavimlerin kafirlerine benzemez….

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı