Bediüzzaman 23 Mart 1960'da yani darbeden iki ay önce vefat etti.
Vefatından önce Başvekil Adnan Menderes'e yazdığı bir mektubunda sözlerini şöyle tamamlıyordu: "Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki gün baktım ve bunu yazdım."1
İstikbali gören gayb-âşinâ gözüyle üç dört ay sonra gelecek darbeyi ve sonuçlarını görmüş ve bu mektubunda Menderes'i şu sözleriyle ikaz etmiştir: "Madem hakikat budur, ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve cazibedar nokta-i istinadlarına mukabil, daha ziyade maddî ve manevî cazibedar nokta-i istinad olan hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden beri cinayetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip tam sizi mağlup etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim ve İslâmiyet namına telaş ediyorum."2
Rahmetli şehid Menderes bu ikazdaki hakikati ve çareyi anlayıp gerçekleştirememiştir. Sonuçta bu hazin hali yaşamış, hak ve hürriyetler rafa kaldırılıp demokrasi katledilmiş, üç insan darağacında can vermiş, şehadet mertebesine ulaşmıştır.
27 Mayıs sabahının seherinde radyolardan, darbenin dehşetli, yürekleri ürperten sesi halkçıların elde ettiği ırkçıların ağzından haykırıyordu. Anadolu'nun bağrından çıkan üç yiğidi, -başta İslâm kahramanı Menderes olmak üzere- gönüllere hapsetmişler, bedenlerini cesed-i mazlum olarak darağaçlarında sallandırmışlardı.
O korkunç günün sabahında sekiz yaşında bir ilkokul ikinci sınıf talebesi idim. Her sabah olduğu gibi yine çocuk simitçinin sesini duymayı bekliyordum. Ama her günkü "Taze çıtır gevreeeek! Çıtır çıtır gevreeeek!" sesini o gün duyamamıştım. Her gün kapımızın önünden geçtikten sonra evimize çok yakın yerdeki demokratların oturduğu kahvede beklediğini de biliyordum. Çocuk halimle avucuma sıkıştırdığım 25 kuruş ile (simidin çifti 25 kuruştu) simit almak için evden ayrıldım ve koşarak kahveye doğru gidiyordum. Sokağın sonundan dönerken birden "Dur! Nereye?" diye bir ses duydum. Cevap verecek cesaret bulamamıştım. Çok korkmuştum. Karşımda iri yarı, tam teçhizatlı, eli tetikte, çatılmış kaşları altında kısılmış gözleriyle tam da gözümün içine bakan bir asker vardı. Geri dönüp bir daha arkama bile bakmadan tek nefeste eve ulaştım, kapıyı çarparak kapattım. Çığlık atarak "her taraf asker dolu, galiba darbe olmuş" diyebildim. O gün okula da gidememiştik.
İşte böylesi akıl durduran ve nefretle anılacak bu darbeyi Bediüzzaman nasıl hissetmişti?
DP iktidarı döneminde hizmetkâr haline getirilmeye çalışılan memurlar yeniden hizmetkâr olmaktan çıkmış amir, reis konumuna geçmişti. Bu anlayışa karşı nasıl tavır alınmalıydı?
Üstad, şöyle diyordu:
"'Seyyidü'l-kavmi hadimühüm.' Yani 'Memuriyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır.' Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet'in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdat mutlak keyfî olur."3
Halkçılar ve ırkçıların darbesi sonrası dehşetli bir istibdat, zulüm ve ciğerleri dağlayan çok hukuksuzluklar yaşanmıştı. Çünkü tarafgirlik had safhaya çıkmış, öfke gözleri görmez, kulakları duymaz eylemişti. Bu hali önceden haber veren Üstad, "Çünkü İslâmiyet'in bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerîme 'Velâ teziru vâziratun vizra uhrâ'dır. (En’am Suresi: 164)Yani birisinin günahıyla başkası muaheze ve mes'ul olmaz. Halbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini belki de akrabasını belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü 'Bir masumun hakkı, yüz caniye feda edilmez.' diye İslâmiyet'in bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mesele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir" diye haykırıyordu.
Bu ikaza kulak verilseydi yıllar sonra bile içimizi acıtan, yüreğimizi yakan bu hüsran ve hicran dolu darbelerden bahseder miydik?
Dipnotlar:
1-2-3-4 Emirdağ Lahikası 2