Ahir zamandayız. Hani fitnelerin çoğaldığı, insanların uyutulduğu, dünyanın ahirete bilerek, severek tercih edildiği bir zaman...
Ne kadar acı değil mi? Bir yolcunun bir gece konaklaması nev’inden olan dünya hayatını, ebedî hayata tercih ediyoruz.
Ne diyordu Hz. Bediüzzaman; “Bu asrın hassası şudur ki: Hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı uhreviyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani kırılacak bir cam parçasını bâki elmaslara bilerek tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.’’
Sahabeler, “anam-babam sana feda olsun Ya Rasulallah” demişler ve dahi kendi canlarını bile İslâm uğruna hiç düşünmeden feda etmişler. Daha küçük yaşta, İslâmı yaymak için şehit olan sahabeler var. Meselâ; Rafi bin Hadic. Daha onbeş yaşında. Parmaklarının ucuna basıyor, boyu uzun görünsün de Efendimiz (asm) savaşa katılmasına izin versin diye. İyi ok attığını duyunca izin veriliyor.
Peki Nur Talebeleri? Yani Bediüzzaman Hazretleri’nin yanında ve hizmetinde bulunan talebeler neler yapmışlar, nasıl hizmet etmişler? Onları bir düşünelim. Onlar sadece yazmışlar başlarını kaldırmadan. Yazmışlar, okumuşlar ve okuduklarını da yaşamışlar.
Birgün Şamlı Hafız Tevfik Ağabey; “biz sürekli yazıyoruz, ama bunları kim okuyacak Üstadım” deyince; Üstad’ın “sen yaz keçeli birgün gelecek bütün dünya bunları okuyacak” demesi üzerine bütün vaktini hizmete sarfetmiş. Hatta eşi Zehra Hanım bütün işleri üstlenip ona hizmette destek olmuş. Risale-i Nur hizmeti için her türlü fedakârlığa severek katlanmışlar.
Peki günümüz gençliği ne yapıyor? Hangi gayeler peşindeler acaba? Ne kadar hizmet aşkıyla dolu olarak yaşıyoruz, hizmet hayatımızın neresinde? Acaba hizmet için hangi engellerimiz var, hangi korkularımız var? Hapisler, zindanlar, sürgünler mi? Yoksa ölüm mü? Hafız Ali’nin ve diğerlerininki can değil miydi? Ya da öncelikle hizmet, dâvâ kelimelerinin anlamını biliyor muyuz?
Bizdeki bu himmeti, gayreti öldüren ne? Bize dur diyen kim? Galiba nefislerimiz çok şımarmış, rahata alışmış. Ya da uyku, internet gibi daha önemli işlerimiz var! Okuyoruz ya dersler çok yorucu zaten.. Yani kısacası bahanelerimiz çok.
Oysa ki Üstadım bize seslenmişti. Coşkuyla, umutla okuduğumuz o satırlarda...
Ne diyordu Üstad Hazretleri?
“Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tahir’ler, Yusuf’lar, Ahmet’ler ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, ’Sadakte’ deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen Nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır…”
Ne güzel ifadeler, coşku dolu, umut dolu. İnsan düşünmeden edemiyor “Acaba bende onlardan biri olabilir miyim?’’ diye. Cennetâsâ baharda açan çiçeklerden bir çiçek olmayı ne kadar da çok arzu ederdik. Bir kısım gençlere bakıyoruz, insan ümitsizliğe kapılmıyor değil hani. Amaçsız, gayesiz, boş gözlerle bakan, tembel bir nesil mi yetişiyor diye düşünmeden edemiyoruz. Ama öbür taraftan bakıyoruz gümbür gümbür bir nesil geliyor inşallah. Her ne kadar amaçsız bir kısım gençleri görsek de yine de diğer taraftan biliyoruz ki Said’ler, Ömer’ler, Hamza’lar vs.ler de geliyor.
Üstadımın dediği cennetâsa bahar geliyor. Haydi gençler, cennetâsa baharın çiçeklerine doğru koşalım.
ZEHRA FIRTINA
[email protected]