21 Ekim 2011, Cuma
Yüce Allah’ın icadı “adem-i sırf” denilen mutlak
yokluktandır. Allah bütün kâinatı adem-i sırftan icad eder. (Sözler, 488) Felsefeciler ise
tabiata ve
sebeplere tesir
vererek yaratılışı
ve icadı onlara
vermişlerdir.
Buna şeriat
lisanında “şirk” denilmektedir. Şirkin sebebi
kâinattaki İlâhî icraata perde
olan tertib-i
esbabın hakikî fail zannedilmesidir. Cenâb-ı Hak her
şeyi bir ya da
birçok sebebe bağlamıştır. Oysa bütün sebepler acizdirler, hiçbir
şeyi yapmaya ve yoktan icad etmeye güçleri ve istidatları yoktur. Üstad 23. Lem’a olan “Tabiat Risâlesi”nde
sebeplerin ve
tabiatın icad cihetinde hiçbir
müdahale ve tesirinin olmadığını bütün detaylarıyla ispat etmiş ve aynı eserin Hatimesinde Allah’ın hem
yoktan yaratma, hem de terkip ve tahlil tarzında yaratmasını
farklı boyutlarıyla açıklamıştır.
İcad etmek, yoktan var etmek, yaratmak ve halk etmek manalarına gelmektedir. Ancak yaratma anlamında kullanılan diğer Kur’ânî terimlerden en önemli farkı, varlıkları öncekilerden farklı şekilde yaratmak noktasındadır. Bu açıdan Cenâb-ı Hakk’ın her yarattığı şey için icad tâbiri kullanılabilir. Risâle-i Nur’da çok yerlerde bu çerçevede bir kullanım görülmektedir. Çünkü birbirinin aynısı ve misli düşünülen bitkiler veya cansız varlıklar için dahi bizim fark edemediğimiz birçok farklı yaratılışlar söz konusudur. Bu sebeple her “halk/yaratma” aynı zamanda bir icaddır diyebiliriz.
İcad ile ilgili Risâle-i Nur’dan bir bölüm nakledelim:
“Evet, Kadir-i Zülcelâl’in iki tarzda icadı var: Biri ihtira’ ve ibda’ iledir. Yani hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona lâzım her şeyi de hiçten icad edip eline veriyor. Diğeri inşa ile san’at iledir. Yani, kemal-i hikmetini ve çok esmasının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatın anasırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor; her emrine tâbi olan zerratları ve maddeleri, Rezzâkiyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.
Evet, Kadîr-i Mutlak’ın iki tarzda, hem ibdâ’, hem inşa sûretinde icadı var.
Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin enva-ı zihayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten icad eden bir kudrete karşı ‘Yoğu var edemez’ diyen adam, yok olmalı!” (Lem’alar, 186; Asa-yı Musa, 157)
Yukarıdaki ifadelerde açık bir şekilde ifade edildiği üzere Allah’ın icadı iki şekildedir. Biri “ihtira ve ibda” iledir; ikincisi ise “inşa ve sanat” ile. Birincisinde sebepleri yada zerreleri kullanmadan var ediliş söz konusudur. İkincisinde ise zerreleri kullanarak sebepler âlemindeki kanunlar çerçevesinde bir yaratılış gerçekleşir.
İcad tabiri mutlaka bir faili gerektirir.
Kâinattaki zerrelerden güneşlere kadar her şeyin şahadetiyle failin yani icad edenin Âlemlerin Rabbi Kadir-i Mutlak olan Allah olduğunu biliyoruz. Yasin Sûresinde de geçtiği gibi Cenâb-ı Hak muhtelif âyetlerde “kün” emriyle eşyanın vücut bulduğunu yâ da ahirette yaratılacağını veya icad edileceğini buyurmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’deki bir kısım âyetler tek bir emirle ve zamansız yaratılışın olduğunu beyan ederken (Yasin: 53, 82) diğer bir kısım âyetler ise zaman sürecinde ilim içinde büyük bir kudretle ve hikmet içinde ince bir sanatla yaratılışı (Neml: 88; Secde: 7) ders vermektedir. Bediüzzaman bu âyetler arasında görünüşteki zıtlığı şöyle yorumlamıştır: “Bir kısım öyledir, ibtidaki icad gibi. Bir kısmı böyledir, mislini iade gibi.” (Sözler, 179) Konuyu izah için ise terzi örneğini verir. Bir terzi başlangıçta birçok zorluklar içinde maharetini konuşturarak yeni bir şey tasarlar, yani icad eder ve onu model yapar. Daha sonra ise elindeki modeli esas alarak benzerlerini çok çabuk bir şekilde, zorlanmadan yapabilir. Hatta belirli zamandan sonra sanki emreder yapılır, dokunur işlenir. Cenâb-ı Hakk’ın iki türlü icadına da bu pencereden bakılabilir. Cenâb-ı Hak her bir asrı, seneyi ve günü model yaptığı gibi yıldızları, yeryüzünü, dağları-ovaları, bağları-bahçeleri ve her bir canlı türünü birer model yapmıştır. Cenâb-ı Hakkın bu tarz yaratması icadının bidayetindeki son derece hüsn-ü san'atının ve kemal-i hikmetinin bir tecellisidir. Her zaman diliminde yeni bir kâinatı, yarattığı modellere göre kurması ve bir âlemi alıp diğer muntazam bir âlemi getirmesi ise tekrar icadında ve iadesindeki hızlı ve kolay bir şekilde yaratmasıdır. Her şey için model yapmak, “ibtidadaki icad”ı, yani “ihtira ve ibda”yı; modele göre tekrar icad ve iade etmek ise “mislini iade”yi, yani “inşa ve san'at”ı karşılamaktadır. (Bakınız: Sözler, 177–179)
Risale-i Nur’da “kün emri” Kur’ân harfleriyle kâf-nun şeklinde bir tezgâha (Bkz: Sözler, 492) veya fabrikaya (Lem’alar, 254; Şuâlar, 62) benzetilmektedir. Risâle-i Nur Külliyatı’nda kâf-nun ile icad hakikati Yirmi Sekizinci Lem’a’nın Yirminci Nükte’sinde detaylı bir şekilde izah edilmiştir. Bediüzzaman Yasin Sûresi’nin 82. âyetinin işaretini şöyle yorumlar: “Emir ile icad oluyor ve kudret hazineleri kâf-nun’dadır.” (Lem’alar, 2000. s. 359)
Bediüzzaman Cenâb-ı Hakk’ın emir ve irade ile icad etmesi hakikatini “Yirminci Nükte”de “arş” hakikati noktasından yorumlar. Ona göre kâinatın kıblesi olan yeryüzündeki varlıkların yaratılışında dört İlâhî arş dikkati çekmektedir. Bunlardan hava unsuru emir ve iradenin arşıdır. Yani Cenâb-ı Hakk’ın “kün emri” kolaylığında yaratmasını en çarpıcı bir şekilde bizler “hava arşı”nda görebiliriz. Her insan kendi ağzında ektiği harf ve kelimelerin, birden atmosferde sünbüllendiğine tanık olur. Hatta insan bu duruma o kadar alışkındır ki, onun için çok sıradan bir şeydir bu. Oysa havada adeta zamansız, bir anda bir kelime sünbüllenir ve sayısız kelimeleri meyve verir, dinleyenlerin kulaklarına, zihinlerine ulaştırır. Aynı hava, sesleri ileterek bütün canlıların iletişimini temin ettiği sırada sayısız telefon, radyo ve televizyon yayınlarını iletmekte, tüm canlılara nefes olmakta, yani kanı tasfiye etmekte, ısı, ışık iletimi ve çekim vb. sayısız görevleri ifa etmektedir.
Bediüzzaman hava sayfasında/arşında sürekli meydana gelen bu icraatı şöyle yorumlamıştır: “Unsur-u havaiyeye bakıyoruz ki: O derece emr-i kün feyekün’e mutî ve musahhar ve emirberdir ki, güya her bir zerresi bir nefer gibi, muntazam bir ordunun her dakika emrini bekler; zamansız, en uzak zerreden, emr-i kün’den cilveger olan bir iradenin imtisalini, itaatini gösterir.” (Lem’alar, 2000. s. 360)
Yirminci Nükte “emr-i tekvinî” ile yani “kün emri”yle son derece hızlı icad edilişin çok daha ince sırlarını barındıran bir eserdir. Cenâb-ı Hakk’ın irade ve kelâm sıfatından kaynaklanan emirlerinin kudret gibi etkide bulunmasının yanında, Kur’ân’ın kudsî âyetlerinin ve özellikle İlâhî birer şifre olan “huruf-u mukattaa” denilen “elif-lam-mim”, “ta-sin”, “ha-mim” gibi sûre başlarındaki harflerin emr-i kün feyekün’ün cilvesine mazhar olduğuna dikkat çekilir. Bu Kur’ânî harflerin zamansız bir şekilde ferşten Arşa manevi bir telefon hükmüne geçtiğinden bahsedilir ve üzerinde tefekkür edilmesi gereken şu tesbitte bulunulur: “Emir ve iradenin bu gayet hafî ve vücud-u maddileri gayet gizli ve havayı adeta nimmanevî, nimmaddî nevindeki mevcudatta, emr-i tekvinî, ayn-ı kudret gibi âsârı görünüyor; belki aynı kudret olur. Adetâ maneviyat ile maddiyatın mabeyninde berzahi olan mevcudata nazar-ı dikkati celp etmek için, Kur’ân-ı Mu’cizü’l Beyan ‘İnnema emruhû izâ erâde şey’en en yekûle lehû kün feyekûn / Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir, o da oluverir” (Yasin Sûresi, 82)’ ferman ediyor.”
İcad etmenin yaratıcı olan Allah’a bakan yönünün yanında biz aciz insanlara bakan yönü de vardır. İnsana bakan yönünde icat, var olan şeylerden zekâ ve aklı kullanarak yeni şeyler yapmak demektir. İlim adamlarının yeni keşif ve icatlar yapmaları bu nevidendir. Allah’ın kâinattaki kanunlarını keşfederek onları insanların hizmetine sunmak bir nevî keşif ve icattır. Meselâ, elektriğin ve ampulün keşfi ile insanların faydalanmasını sağlamak gibi.
Bediüzzaman 23. Söz’ün Birinci Mebhasında “Evet, ey insan, sende iki cihet var: Birisi, icad ve vücut ve hayır ve müsbet ve fiil cihetidir. Diğeri, tahrip, adem, şer, nefiy, infial cihetidir. Birinci cihet itibarıyla arıdan, serçeden aşağı, sinekten, örümcekten daha zayıfsın. İkinci cihet itibarıyla dağ, yer, göklerden geçersin. Onların çekindiği ve izhar-ı acz ettikleri bir yükü kaldırırsın. Onlardan daha geniş, daha büyük bir daire alırsın. Çünkü sen iyilik ve icad ettiğin vakit, yalnız vüs’atin nispetinde, elin ulaşacak derecede, kuvvetin yetişecek mertebede iyilik ve icad edebilirsin. Eğer fenalık ve tahrip etsen, o vakit fenalığın tecavüz ve tahribin intişar eder” demektedir.
Burada insanın icat ve hayır cihetinde insanın cüz’i bir gücü ve kuvveti olduğunu ifade edilmektedir. İnsanda cüz’i bir icad yeteneği olmasaydı Allah’ın sonsuz icad ve yoktan yaratmasını anlayamazdı. Bunun için Allah insana cüz’i bir icad istidadı vermiştir. Ta ki kâinattaki Allah’ın sonsuz icadını anlamaya bir mikyas, bir ölçü olabilsin.
Bediüzzaman’ın bu noktada dikkati çektiği bir husus daha vardır. O da insanlığın yeryüzüne hâkim olması ve bir nevî saltanatı hükmünde olan bütün medeniyetleri, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri ve yükselişleri Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı ve ikramıdır. Yoksa Karun’un iddia ettiği gibi kendi ilmi ve iktidarının bir ürünü değildir. Cenâb-ı Hak insanın zaafı için bütün varlıkları ona boyun eğdirmiş, aczi için yardımına koşturmuş, fakrı için ona ihsan etmiş ve cehaleti için ona ilham edilmiştir.
Üstad, Kader Risâlesi’nde “halk ve icadda bir şerr-i cüz’î ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüz’î için hayr-ı kesiri terk etmek, şerr-i kesir olur. Onun için, o şerr-i cüz’î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki abdin kisbine ve istidadına aittir” demiştir. Yani, insanın yetenekleriyle, iyilikleriyle övünmeye, gururlanmaya hakkı yoktur. Çünkü iyilikleri emreden, isteyen Allah’ın emri ve rahmetidir. Yoktan var edip icad eden, yaratan da Allah’ın kudretidir. Bu açıdan iyiliklerde insanın hissesi yok denecek kadar çok azdır. İnsanın sahiplendiği bedeni, ruhu, duyguları, sağlığı da kendisine ait değildir. Çünkü hiç beklemediği bir anda kaybedebilmekte ve geri almaya güç yetirememektedir. Hatta insanın kendisinden bildiği yemek, içmek, görmek, konuşmak, düşünmek gibi en sıradan işlerde bile etkisi yüzde birdir. Meselâ, görmeyi istemekten öteye geçmez, insanın görme olayındaki rolü. Varlıkları şekillendiren, onları güneşle boyayan ve renklendiren Cenâb-ı Hak’tır. Gözü, beyni ve bütün bedeni yaratan da Cenâb-ı Hak’tır.
Işığın, rengin ve görüntünün göze ulaşmasını, gözden beyne naklini, beyinde görüntüye dönüşmesini ve ruhta duyguların titreşimini yaratan da yine O’dur. İnsan yalnızca bütün bu işleyişte ister, arzu eder. Bediüzzaman’ın ifadesiyle insan iyiliklere ve güzelliklere “yalnız duâ ile, iman ile, şuur ile, rıza ile” sahip olabilir. Seyyiatta, kötülük ve çirkinliklerde ise kişi tamamıyla sorumludur. Çünkü Allah’ın emrine aykırı olarak kötü ve çirkini kişi kendi özgür iradesiyle tercih eder. Tek bir kibritle büyük bir ormanı yakmak gibi, küçük bir hareketiyle çok büyük bir tahrip yapabildiği için sorumluluğu da büyüktür insanın. Özellikle de insanın nefsi kendisine verilen nimetlerin değerini övünerek eksiltmesi, gururlanarak bozması, sahiplenerek gasp etmesi, teşekkürsüzlük ve minnetsizlikle hiçe sayması dolayısıyla büyük bir haksızlığa sebep olmaktadır. Oysa insanın hakkı “fahr değil, şükür”, “şöhret değil, tevazu, hacalet” ve “medih değil istiğfar, nedamet” olmalıdır.
Şeytanların da kâinatta icad cihetinde hiçbir müdahaleleri yoktur. Yaptıkları sadece hayra engel olmakla şerre sebep olmalarıdır. Hayrı yaptırmamakla şerre sebep olurlar. 13. Lem’a’nın Birinci ve Dördüncü İşaretlerinde bu konuda aklı ikna eden ve kalbin iz’anına yol açan açıklamalar vardır.
Yüce Allah’ın icadı ise “adem-i sırf” denilen mutlak yokluktandır. Allah bütün kâinatı adem-i sırftan icad eder. (Sözler, 488) Felsefeciler ise tabiata ve sebeplere tesir vererek yaratılışı ve icadı onlara vermişlerdir. Buna şeriat lisanında “şirk” denilmektedir. Şirkin sebebi kâinattaki İlâhî icraata perde olan tertib-i esbabın hakikî fail zannedilmesidir. Cenâb-ı Hak her şeyi bir yada birçok sebebe bağlamıştır. Oysa bütün sebepler acizdirler, hiçbir şeyi yapmaya ve yoktan icad etmeye güçleri ve istidatları yoktur. Üstad 23. Lem’a olan “Tabiat Risâlesi”nde sebeplerin ve tabiatın icad cihetinde hiçbir müdahale ve tesirinin olmadığını bütün detaylarıyla ispat etmiş ve aynı eserin Hatimesinde Allah’ın hem yoktan yaratma, hem de terkip ve tahlil tarzında yaratmasını farklı boyutlarıyla açıklamıştır.
Allah’ın sebepleri icadına perde yapmasının hikmeti, Allah’ın iradesi ve hikmeti ile pek çok esmasının tezahür etmek istemesindendir. Yüce Allah kendisini isimleri ile tanıtmak istemesinden sonuçları sebeplere bağlamıştır. Ancak tesir ve icad sebeplere ait olmayıp doğrudan “ilim, irade ve kudret-i İlâhiye”den kaynaklanmaktadır. Üstad’ın “Evet, izzet ve azamet ister ki, esbâb perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında; tevhid ve celâl ister ki, esbâb ellerini çeksinler tesir-i hakikiden. (Sözler, 265)” sözü de sebeplerin kudrete perde olmakla birlikte hakiki tesire sahip olmama sırrını ve hikmetini özlü bir şekilde ifade etmektedir.
Sonuç olarak, Peygamberimiz (asm) “Allah’ın hazinesi kelâmıdır. Bir şeyin olmasını dilerse ‘Kün’ der ve o iş olur. Nitekim yüce Allah buyurdu: ‘Allah’ın işi budur ki bir şeyin olmasını murad ederse ‘Kün feyekûn’ der ve o iş de oluverir.” buyurmuşlardır. Peygamberimiz (asm), inşa ve san'at ile zamansız ve kolay bir şekilde yaratılışı, Allah’ın ezelî kelâmından yola çıkarak özlü bir şekilde tefsir etmiştir.
Okunma Sayısı: 5420
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.