Hz. Âdem’e (as) isimlerin öğretilmesi, bu isimler ile meleklere üstünlük sağlamış olması Kur’ân’da bizlere haber verilir. Tefsir âlimleri bu konuyu da enine boyuna incelemişler, değişik görüş ve düşünceler ortaya koymuşlardır.
Bu konuda özet olarak şu görüşler beyan edilmiştir:
1- Hz. Âdem’e (as) bütün eşyanın isimleri öğretildi. (Bitkiler, hayvanlar, kuşlar, diğer cisim isimleri gibi...)
2- Lisanlar öğretildi.
3- Allah’ın isimleri öğretildi.
Risale-i Nur’da da mesele geniş bir şekilde incelenmiş, yukarıdaki izahlara ilâve olarak ilmî ve fennî gelişmeler de yeni bir görüş olarak ilâve edilmiştir.
“Yirminci Sözün Birinci Makamında tafsîlen beyân olunan üç âyettir ki, şahs-ı Âdem’e tâlim-i esmâ ünvânıyla, nev-i benîâdem’e ilham olunan bütün ulûm ve fünûnun tâlimini ifade eder. Ve Âdem’e melâikenin secde etmesi ve şeytanın etmemesi hâdisesiyle, nev-i insana semekten meleğe kadar ekser mevcudât musahhar olduğu gibi, yılandan şeytana kadar muzır mahlûkatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiğini ifade ediyor.” (Sözler, s. 365)
İşte bu ifadeye göre insanlık âlemindeki bütün ilim ve fennî gelişmeler de talim olunan isimler arasındadır. Yani bütün insanlığın ilim ve fen yoluyla keşfettiği bütün san'at harikaları da talim-i esma içindedir. Gemi, saat, uçak, araba, bilgisayar, televizyon, binalar, köprüler, yollar, uzay istasyonları, bütün fizikî ve kimyevî gelişmeler, tıp, mühendislik, atom ve aklınıza gelebilecek yüzlerce fennî gelişme yine isim olarak öğretilmiştir.
Aslında tefsirlerde ve Risale-i Nur’daki bütün bilgileri bir araya getirdiğimizde Hz. Âdem’e (as) kâinatta insanı ilgilendiren her türlü nesne ve olaya karşı bütün mülk ve melekût bilgilerinin kodlanmış olduğunu anlıyoruz. Eğer Hz. Âdem’i (as) harika ve İlâhî bir bilgisayar ve kompüter olarak kabul edersek, talim-i esmâ da bu bilgisayara bir yazılım yüklemesi ve kodlanmasıdır. Öyle ki insan ve kâinatla ilgili bütün bilgileri ihtiva eden bir yazılım bu.
MELEKLER, LİSAN BİLİP KONUŞABİLİYORLAR MIYDI?
Meleklerin lisan bilmediği için konuşamadıkları, bu sebeple Hz. Âdem’e (as) karşı yeterli olamadıkları ve isimleri söyleyemedikleri konusunda bazı tefsirlerde izahlar var. Ancak meselenin cennette vuku bulduğuna, cennette ise taşların ve ağaçların bile konuşabildiğine, meleklerin insanların söz ve davranışlarını muhafaza ile görevli olduklarına, müşavere ve müzakere konusunda bilgili olduklarına ve itiraz yeteneklerinin his olarak var olduklarına bakılırsa pekâla bir lisan konuşabildikleri düşüncesi daha güçlü bir ihtimaldir.
Kur’ân’da bize bildirilen Hz. Âdem (as) ile melekler arasındaki mesele bir imtihan ve yarışma hâlidir. Yani halife olmak için hangi mahlûk daha kabiliyetlidir? İnsanlar mı, melekler mi? Melekler çok şey bildiklerini ve sürekli olarak ibadet ettiklerini iddiâ ederek hilâfete daha lâyık olduklarını ifade etmişlerdir. Melekler akıllı ve oldukça da bilgilidir. Hatta insanların kan döküp fesat çıkaracaklarını bile öğrenmişlerdir. Böylesine akıllı ve bilgili olan bir mahlûkun elbette konuşabilir olması gerekir. Veya hitaba muhatap olabilecek ve sorulan suâllere cevap verebilecek durumda olma zaruretleri vardır.
Zaten ortada bir yarışma vardır. Yarışmanın özü “hilafete kim daha lâyıktır” sorusunun cevabını bulmaktır. Hâl böyle iken konuşması mümkün olmayan birine suâl sorulması hikmete çok da uygun düşmez. Bu durum gözleri görmeyen birisi ile gören birisini “renkler hususunda” yarıştırmaya benzer. Ya da iki insanı yüz metre koşusunda yarıştırmak için, birisini ayaklarından bağlayıp diğerini serbest bırakarak, “haydi yarışın” demeye benzer. Veya sağır biri ile duyan birisini müzik bilgisinde imtihan etmeye benzer. Böyle bir durum elbette ki yarışma ruhuna pek uygun düşmez. Zaten melekler de bazı konularda bilgilerinin pek de yeterli olmadığını idrak edip anlayınca, “Ya Rabbi seni takdis ederiz, bizim senin bildirdiğinden başka bilgimiz yoktur” diyerek bir ölçüde hatalarını ve bilgilerinin eksik olduğunu itiraf etmişlerdir. İtiraf edip özür dilemek de bir bilgi ve kabiliyet işidir. Bediüzzaman Hazretleri de meleklerin isimlerin külliyetini bilemediklerini ifade ederek şöyle demektedir: “Adem’in melaikeden cihet-i imtiyazı ve melaikenin muarazadan sebep ve medar-ı aczi, esmanın heyet-i mecmuâsı olduğuna işarettir. Yoksa esmanın bir kısmını, belki kısm-ı azamını melekler de bilirler.” (İşaratü’l-İ’caz, s. 260)
Demek ki melekler üstün kuvvetlerle ve bilgilerle donatılmış, akıllı, yetenekli, ne emredilirse onu yapan, Allah’a asla itaatsizlik yapmayan, sürekli olarak tekvini ve fiili, kavli bir şekilde ibadet eden mübarek ve nuranî mahlûklardır. Dünya yüzünde hilâfet vazifesini yerine getirmek için tam donanımlı bilgilere sahip olmadıkları için, Hz. Âdem’e karşı yapılan bilgi yarışmasında kaybetmişlerdir. Zaten bu sayede Cenâb-ı Hak’tan af ve mağfiret dileyerek özür beyan etmişler ve yine Cenâb-ı Hakk’ın emri doğrultusunda insanlara hizmet ve yardım görevini yerine getirmişler ve kıyamete ve hatta kıyamet sonrasında haşir meydanına kadar bu görev ve vazifeye devam etmişlerdir. Allah biz insanları ve inananları bu mübarek taifenin şefaatlerine mazhar eylesin.
HZ. ÂDEM’E (AS) ÖĞRETİLEN İSİMLERİN MAHİYETİ
İnsan neslinin babası olan Hz. Âdem’e öğretilen isimlerin bir miktar olsun izah edilmesine ihtiyaç vardır. Zira bu konuda Bediüzzaman Hazretleri diğer tefsir ulemasının izahlarından farklı olarak ilim ve fen konusunda, günümüz insanının daha kolay anlayabileceği bir tarzda değişik bir izah ve tanım yapıyor.
Bu hususta birbirine yakın izahlar verilen üç ifade:
Birincisi:
“Birinci Sualiniz: Hazret-i Âdem’in (as) Cennetten ihracı ve bir kısım benîâdem’in Cehenneme idhali ne hikmete mebnîdir?
Elcevap: Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki, bütün terakkiyât-ı mâneviye-i beşeriyenin ve bütün istidâdât-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esmâ-i İlâhiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netâicindendir. Eğer Hazret-i Âdem Cennette kalsaydı, melek gibi makamı sabit kalırdı; istidâdât-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki, yeknesak makam sahibi olan melâikeler çoktur; o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlâhiye, nihayetsiz makamâtı kat edecek olan insanın istidadına muvafık bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melâikelerin aksine olarak, muktezâ-yı fıtratları olan malûm günahla Cennetten ihraç edildi.” (Mektubat, s. 47)
İkincisi:
“Elhâsıl: Sâir enbiyâ Aleyhimüsselâmın mu’cizâtları, birer havârik-ı san’ata işaret ediyor ve Hazret-i Âdem Aleyhisselâmın mu’cizesi ise, esâsât-ı san’at ile beraber, ulûm ve fünûnun, havârik ve kemâlâtının fihristesini bir sûret-i icmâlîde işaret ediyor ve teşvik ediyor.” (Sözler, s. 239)
Üçüncüsü:
“Kur’ân-ı Hakîm’de çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki, her birisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor. Nasıl ki, ‘Alleme âdeme’l-esmâe küllehâ’ (Âdem’e bütün isimleri öğretti) Hazret-i Âdem’in melâikelere karşı kabiliyet-i hilâfet için bir mu’cizesi olan tâlim-i Esmâdır ki, bir hâdise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki:
Nev-i beşere câmiiyet-i istidad cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın envâına muhît pek çok fünûn ve Hàlıkın şuûnât ve evsâfına şâmil kesretli maarifin tâlimidir ki; nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki semâvât ve arz ve dağlara karşı emânet-i kübrâyı haml dâvâsında bir rüçhâniyet vermiş ve heyet-i mecmûasıyla Arzın bir halîfe-i mânevîsi olduğunu Kur’ân ifham ettiği misillü ‘Melâikelerin Âdem’e secdesiyle beraber, şeytanın secde etmemesi’ olan hâdise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikati ihsâs ediyor.” (Sözler, s. 224)
Bu ifadelere göre Hz. Âdem’e (as) öğretilen isimler şöyle sıralanabilir:
1- Dünya nimetlerinden istifade etme ilmi.
2- Ziraat yaparak insan hayatı için gerekli her türlü bahçe, bitki, meyve, sebze ve diğer mahsulatın elde edilmesi ilmi.
3- Hayvancılık ilmi. (Kabil ve Habil’in ziraat ve hayvancılık yaptığını hatırlayalım.)
4- Bina yapma ilmi. Hz. Âdem’in (as) ilk yaptığı binalardan birisinin Kâbe olduğu bilinen bir haberdir.
5- Eşyaları ayırma ve yeni bir eşya yapma ilmi. Sentez ve analiz kabiliyeti.
6- Denizlerde gemi yüzdürme.
7- Karalarda vasıtalar icat etme.
8- Havada uçak uçurma.
9- Çeşitli yollarla dünya derinliklerindeki maden ve nimetlerden istifade etme.
10- Fizik, kimya, biyoloji, astronomi, matematik gibi bilimler yolu ile kâinatı anlama.
11- Tıp, mühendislik, sosyoloji, psikoloji ve diğer bilimler yoluyla canlıyı ve insanı anlama.
11- Eşyanın melekûtuna nüfuz ederek görünmeyeni anlama ve kavrama.
İşte insanlığın Hz. Âdem’den (as) bu yana kadar gelişme kaydettiği bütün fennî ve sosyal gelişmeler ve bundan sonra keşfedeceği bütün ince sanatlar icmâlî bir şekilde öğretilen esmalar arasındadır. Bu san'at ve eşya üzerindeki Allah’ın güzel isimlerinin tecelli edip gözükmesi ise bu ilmin nihâî sınırlarıdır. Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu 20. Söz ve İşârâtü’l-İ’câz adlı eserinin son iki bölümünde çok geniş bir şekilde izah etmiştir, daha geniş bir bilgi için mezkûr bölümlere müracaat edilebilir.
İSİMLER, MELEKLERE NASIL GÖSTERİLDİ?
Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem’in (as) hilafete daha lâyık olduğunu göstermek için meleklere isimleri arz etti. “Haydi eğer doğru sözlü iseniz bu isimleri bana söyleyin” dedi. Melekler de özür beyan edip isimleri söyleyemediler. Peki bu eşyayı arz işlemi veya isimlerin arzı nasıl olmuştu? Ve arz edilen eşya veya sûretler ve isimler ne idi?
Bu suâlin cevabı için yine Risale-i Nur’a müracaat ediyoruz:
“(Arazahum) Müşterilere gösterilmek üzere kumaş toplarının açılıp arz edildiği gibi, eşyanın envâı da bast edilerek enzar-ı melaikeye gösterilmiştir. Bu tâbirden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Mevcudat, müdrik ve âlimin malıdır. İlimle alır, isimle ahzeder, sûretlerinin temessülüyle temellük eder. ‘Hüm’ [‘onlar’ zamiri] müzekker ve akıllar cemaatinden kinayedir. Burada müzekkerin müennese ve aklın gayr-ı akıla taglib ve teşmiliyle, mecazen enva-ı eşyaya irca edilmiştir. Bu itibarla, ‘hüm’ kelimesinde bir mecaz, iki taglib vardır. Bu mecaz ile o tağlibleri icbar eden esbab, ‘araza’ kelimesinin işaret ettiği üsluptur. Çünkü melaikeye enva-ı eşyanın arzı, manevî bir resm-i geçit manzarasını andırıyor. Malum ya, resm-i geçitleri yapan, müzekker ve âkıl insanlardır. Bunun için, burada iki tağlibe ve dolayısıyla bir mecaza mecburiyet hasıl olmuştur. Alâ arz edilenin levh-i a’lâda nakşedilen suretler olduğuna işarettir.” (İşaratü’l-İ’caz, s. 261)
Bu tabirden çıkan bazı sonuçlar şöyledir:
1- Eşya kumaş toplarının açılması gibi açılıp melaikeye gösterilmiştir. Bu aynı zamanda bir film şeridinin açılıp İlâhî bir sinema ekranında eşyanın gösterilmesini de andırır. Veya İlâhî bir büyük bilgisayar diskine İlâhî HD formatında (3D HD de olabilir), İlâhî bir blue-ray diskin takılıp büyük bir monitörde gösterilmesi şeklinde de olabilir. Veya dev bir İlâhî televizyon ekranında gösterilmiş de olabilir eşya. Bize göre ise geleceğin teknolojisi olan Hologram ekranda gösterilmiştir eşya.
2- Eşya ekranda gösterilir iken büyük bir içtimâ yapılmış, melekler adeta resmi geçit töreni gibi bir vaziyet almışlar ve eşyaya bakmışlar. Taglib kelimesi bunu ifade ediyor. Taglib: anne, baba gibi iki kelimeyi ebeveyn olarak ifade etmeye denir. Yukarıdaki ifadedeki taglib kelimesi “hüm” kelimesidir. “Onlar” olarak Türkçe’ye çevrilen bu kelime “akıllı ve erkek olanlar” mânâsını ifade ettiği için taglib kelimesi ile ifade edilmiş.
3- Ekranda gösterilen ise, “Arz edilenin levh-i a’lâda nakşedilen suretler olduğuna işarettir” ifadesine göre eşyanın sûret ve şeklidir. Veya ekranda gösterilen eşyanın üç boyutlu filmdir.
Bu üç durum nazara alınarak ekranda gösterilen suret ve isimler konusunda da bir fikir yürütebiliriz:
Evet, meleklere gösterilen ilk suret bize göre Resul-i Ekrem’in (asm) pak yüzü, nurani cisim ve şekli idi. Çünkü kâinat ve melekler ve diğer tüm mahlûkat da onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştı. O Zat (asm) kâinatın hem çekirdeği, hem de en güzel ve en mükemmel meyvesi, bütün Esma-i İlâhiyeyi en güzel şekilde yansıtan ve kâinatın bütün sırları onun ile açığa çıkacak olan, getireceği Kur’ân ve iman ile bütün kâinatı aydınlatan, en büyük melek olan Cebrail’in (as) arkadaşı, bütün meleklerin dostu, bütün Peygamberlerin kardeşi, bütün evliyaların üstadı, bütün kâinatın medar-ı iftiharı bir zattır. Demek ki, Hz. Âdem’in hilafete rüchaniyet dâvâsında en büyük delili yine o Zattır (asm). Öyleyse ilk delil olarak gösterilen, ilk olarak adı ve ismi sorulan zat yine o Zat (asm) olmalıdır. Hikmet bunu gerektirir. Ondan sonra ise “levh-i a’lada nakşedilen” bütün peygamberlerin nuranî suretleri, bütün evliyaların ve mü’minlerin cismî nuranîlerinden akseden suretler meleklere bir bir gösterilmiştir. Zaten ileride dost olacakları zatların gösterilmesi hikmete daha uygundur. İşte ondan sonra yine “levh-i a’lâda nakşedilen” diğer bütün suretler de gösterilerek, Hz. Âdem’in bu isimleri Allah’ın ilhamı ile bilmesi neticesinde hilâfete liyakatı ispat olunmuş olur. Elbette ki gösterilen eşya içinde diğer mahlûkat, hatta insanlığın keşfettiği teknolojik eşya da gösterilmiş olabilir. Yukarıdaki ifadelerden böyle manalar da çıkıyor.
Her şeyin doğrusunu bilen Allah’tır.