Bilindiği gibi inkâra sapmadıkça büyük günahları dahi işlemekle dinden çıkılmaz. Şirkin, yani Allah’a ortak koşmanın dışında “kebîre” dediğimiz büyük günahları işleyen insanları Yüce Allah isterse affeder. Fakat burada Yüce Allah’ın hakkımızdaki bu rahmet dolu affedicilik merhametini suistimal etmemek lâzım. Yani “Nasıl olsa Allah affeder” deyip günahlara devam etmeyi alışkanlık haline getirmek affedilme hakkımızı iptal edebilir. O’nun vereceği mücâzatı nazara almayıp, sırf mükâfatını düşünüp, affına güvenip günahları işlemekte ısrar etmek, ebedî hayatımızı tehlikeye atan bir durumdur.
Bu meyanda Bediüzzaman’ın “Büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.” (Emirdağ Lahikası, s. 177) tesbitini iyi okumak gerekir. Demek oluyor ki, büyük günahları işleyen insanın bir pişmanlık ve nedamet içinde bulunması ve o günahlardan en kısa zamanda vazgeçme arayışı içerisinde olması lâzım. Yoksa bu çeşit, Allah’ın açıkça yasakladıklarını çekinmeden, sıkılmadan işliyorsa ve bundan da herhangi bir üzüntü ve pişmanlık duymuyorsa, böyle insanların din ile olan bağını sağlayan imanı tehlikededir demektir. Bu noktada yine Bediüzzaman’ın “Her bir günahta küfre giden bir yol vardır” ikazını da her ehl-i dinin dikkate alması gerekir. Bediüzzaman’ın burada büyük ve küçük günah ayırımını yapmaması da dikkat çekicidir. Çünkü küçük günahları küçük görüp hafife alarak günahlarda ısrar etmenin de zamanla büyük günahlara inkılap edeceğini göz önünde bulundurmamız gerekir. Bu durumda Bediüzzaman, kurtuluş yolu olarak kulun derhal istiğfarda bulunup nedamet duyup, o günahtan vazgeçmesi tavsiyesinde bulunuyor. Yoksa alışkanlık haline getirilip devamlı işlenen bu çeşit günahların kalbimizi ısıran birer küçük yılan haline geleceğini beyan ediyor.
Bütün bunları nazara aldığımızda öncelikli vazife ve sorumluluğumuzun günahlardan kaçınmak olduğunu, bu noktada çok dikkatli olmamız gerektiğini görüyoruz. Günahlardan kaçınmanın, sevap işlemekten daha önemli ve öncelikli olduğunu göz önünde bulundurmamız şart. Adına menfî ibadet dediğimiz, dolayısıyla bünyesinde bir çok farz ve sünneti barındıran böyle bir dini yaşantı ancak mü’minin kurtuluşunu netice verir. Yoksa bir taraftan ibadetleri yapıp, diğer taraftan kusur ve günahlara devam etmek beklenen ve arzulanan bir dinî yaşantı değildir.
Günümüzdeki dini yaşantılara baktığımızda, maalesef bir çok dini duyarlılık ve hassasiyetin kalmadığını veya zaafa uğradığını görüyoruz. Manevi hayata mesafeli durmayı meslek haline getirenlerin her türlü günahı işlemekteki pervasızlıklarını belki anlıyoruz; lâkin dindar kimlikleriyle bilinen bir çok ehl-i dinin haram ve günahlar karşısındaki lâkaytlık ve duyarsızlıklarını gerçekten anlamakta zorluk çekiyoruz. Maddiyyunluğun, menfaatin, hile ve aldatmanın ehl-i dinin hayatına artık rahatlıkla girmesi hemen bütün dini hassasiyetlerin alabora olmasını netice verdi. Böyle bir durum, herşeyi maddede arayan, günah ve haramları önemsemeyen, lüks bir yaşantı tarzını alışkanlık haline getiren, nev-i şahsına münhasır bir çeşit sözde dindarları netice verdi.
Yazımızın başında insanların şirkin haricinde işledikleri bütün günahları Allah’ın isterse affedebileceğini, velâkin günahlarda ısrar etmenin değil affa, büyük felâketlere sebep olacağını söyledik. Bediüzzaman’a kulak verelim: “Mâsiyetin [günahların] mahiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır. Çünkü, o mâsiyete devam eden, ülfet peyda eder, sonra ona âşık ve müptelâ olur; terkine imkân bulamayacak dereceye gelir.” tespitinden sonra gelmekte olan tehlikeyi de şöylece nazarlara veriyor: “Sonra o mâsiyetinin ikaba [cezaya] mûcip olmadığını temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe, küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En nihayet, gerek ikabı ve gerek dârü’l-ikabı inkâra sebep olur.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 107)