Geride kalan resmî “Gençlik Haftası”, ağırlıklı olarak “Kim daha Atatürkçü?” yarışmalarına sahne oldu.
Ülkeyi yöneten ve yönetmeye talip olanları siyasîlerin hemen tamamı, bu hususta birbiriyle amansızca bir yarışa girdiler.
Dahası, serapa riyâkârlık kokan toplu resimler çekildi, “birlik görüntüleri” verildi, vs.
Peki, biz ve onlar, bu işten ne kazandık ve ne tür bir kemâlât elde ettik?
Ülkeye daha bir huzur, barış ve demokrasi mi geldi? Toplum huzûra, sükûna mı erdi? Siyasiler, biraz daha mı akıllanmaya başladı? Başları göğe mi erdi? Araları mı düzeldi? Aralarında bir centilmenlik anlaşması mı sağlanmış oldu? Kırıcı-yıkıcı polemikler, atışmalar, sataşmalar mı durdu? Demokrasi mi gelişti? Siyaset seviye mi kazandı? Yahut daha yüksek bir irtifa mı kaydetti?
Sahi, ülke ve millet olarak ne kazandık ve ne tür bir faydasını gördük, ortalığı toza-dumana boğan o amansız “Atatürkçülük yarışmaları”ndan...
Ekonomi mi düzeldi? Faiz mi düştü? Döviz kurları mı normale döndü? Refah seviyesi mi yükseldi? Millî gelir mi arttı? Sosyal yaralar mı kapandı? Toplumdaki kutuplaşmalar mı sona erdi? İnsanlarımız arasındaki gerginlik mi yumuşamaya başladı?
Lütfen söyler misiniz, ne faydası oldu?
* * *
Asla bir tarafgirliğe düşmeden ve siyasiler arasında herhangi bir ayrıma gitmeden diyoruz ki: Tamam, mecbur olduğunuz resmî prosedüre uyunuz. Resmî yemin gibi, mecburî protokolde yerinizi alınız. Ama, lütfen daha ileri gitmeyin. Yani, birbirinizle “Atatürkçülük yarışması” içine girmeyin.
En büyük yarışmanız, daima hukuk ve demokrasi zemininde ve öncelikle hürriyet ve demokrasi için olsun.
Bir yerde hürriyet yoksa, demokrasi yoksa, orada huzur ve adâlet sağlanamadığı gibi, müsbet gelişme de olmaz, sosyal refah ve kalite de sağlanamaz.
Oysa, ülke ve toplum olarak, hepimizin “toplam kalite” diye bir meselemiz, bir hedefimiz, bir idealimiz, bir gaye-i hayalimiz olmalı. Bundan asla vazgeçmemeliyiz.
“Toplam kalite” ne kadar yükselirse, diğer işlerimiz de o derece rahatlamış, kolaylaşmış olur. Gelişmiş medenî dünyadaki genel durum budur. Bizim de aynı yolda yürümemiz, aynı kulvarda ilerlememiz gerekiyor. Bunun için de, istismara açık hamasetlerden, riyâkârlık kokan söylemlerden çok, ayağı yere basan ve umuma faydası olan konularda yarışmamız lâzım ve elzemdir.
***
GÜNÜN TARİHİ: 27 Mayıs 1960
Şerefli komutana alçakça muamele
Bir askerî cuntanın eliyle yaptırılan 27 Mayıs (1960) Darbesi, dünya durdukça lânetlenmeyi hak eden bir kanlı isyan hareketidir.
Hem milletin iradesine, hem iktidardaki hükümete, hem de ordunun başındaki şerefli kumandana eş zamanlı olarak yapılan bu kanlı darbe hareketi, bu vatanda ne yazık uzun yıllar “bayram havasında” kutlandı.
Hadisenin bir çok yönü var. Ancak, biz şimdilik sadece Genelkurmay Başkanı Erdelhun Paşa’yı tanıtmak ve onun başına gelenlerden kısaca söz etmek istiyoruz.
İstiklâl Harbi kahramanlarından olan Erdelhun Paşa, 23 Ağustos 1958'den beri bu makamda bulunuyordu.
1894 Edirne doğumluydu ve yirmi yaşından, yani 1914'ten beri ordunun içinde çeşitli kademelerde başarılı hizmetlerde bulunmuş şerefli bir subaydı.
Ordunun başında bulunduğu 1958'den beri bünyede yaşanan bir rahatsızlığın farkındaydı. Ancak, ordunun siyasî cereyanlara kapılmasını doğru bulmuyordu.
Başkomutanın darbeye taraf olmadığını anlayan alt kademedeki cuntacılar, gizli bir faaliyet yürüttüler ve 27 Mayıs gecesi Korg. Cemal Madanoğlu liderliğinde insanlık dışı bir harekete giriştiler.
Erzurum'daki 3. Ordu Komutanı Ragıp Gümüşpala'nın Madanoğlu'na itirazı üzerine, darbeciler telâşlandılar ve İzmir'de emeklilik hayatını yaşayan eski Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel'i gece yarısı apar-topar alıp Ankara'ya getirerek cuntanın başına monte ettiler.