Evet, hemen başlıktan başlayalım.
Ülkede ve dünyada, din-i mübinin ve tüm insanlığın aleyhine göz göre göre gelişen hadiseler ve “geliyorum” diye bar bar bağıran tehlikeler karşısında, “neme lâzım” havasında olanlar; ilgisiz ve kayıtsız kalamayanlara karşı da, “yahu senin nene, sizin nenize lazım” demeye başlamışlarsa, kıyamet için geri sayım başlamış demektir.
Medyunuz o Üstâd’a ki; her an, her mes’elede imdadımıza yetişmiş, kendi başından geçenleri bile, -hâşa- hikâye için değil, bize ders vermek, bazen de teselli etmek için anlatmış, yazmış ve yazdırmıştır.
İşte bir misal:
“Hem derdim: Bir yangın olsa, bir parçasını söndüreceğim. Fakat hocalık elbisem de yandı; ve uhdesinden gelemediğim bir yalancı şöhret de, maalmemnuniye ref’ oldu (kalktı). Ben ki, ...; böyle meclis-i mebusan ve a’yan ve vükelanın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri uhdeme aldım; demek cinayet ettim.”1
Demek ki o zamanın; meclis-i mebusanı, meclis-i ayanı, vükelası ve bilumum ileri gelenlerinin kafa yormaları ve mücadele etmeleri gereken bir meselede en evvel öne atılan ve bütün gücüyle tehlikeyi bertaraf etme yönünde gayret sarfeden Üstad Said Nursî’yi tutup bir de hesaba çekmişler, askerî mahkemede yargılamışlar.
Yani, “neme lâzım” diyemeyen Üstad’a, asıl mes’ul makamda olanlar, “Nene lâzım!” demişler.
Ama bugün de bizim duruşumuzda rehber olan o büyük Üstad, Hurşit Paşaların yargıladığı o mahkemeden beraatini alarak çıkmış, “Zalimler için yaşasın Cehennem” diye diye oradan uzaklaşmış.
Ve hiçbir zaman yeise kapılmamış. Çünkü kendi ifadesiyle: “Yeis, mâni-i herkemâldir. ‘Neme lâzım, başkası düşünsün!’ istibdadın yadigârıdır.”2
Bugün de “neme lâzım” moduna girip, bizi ittiham edenleri, bilhassa din kardeşlerimizi; bazı noktalardaki “iltibas”tan, peşin hüküm ve toptancı yaklaşımların cenderesinden çekip çıkarmaya çalışmak da, hakîki dostluğun ve kardeşliğin icabı olsa gerektir.
“Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına” türküsünü tutturup tam gaz gidenlere; bahtımızın da tahtımızın da Risale-i Nur’da olduğunu göstermeye devam etmek, her şeyden önce dostluk ve kardeşliğin gereği olmalıdır.
Biz ki; ihlâs, uhuvvet, tesanüd, muhabbet, sadakat, istiğna, rıza-i İlâhî gibi Risale-i Nur’da va’z edilen bilumum düsturları bir araya toplayıp, o zaviyeden hal-i âlemin ve siyasî gidişatın bizi ilgilendiren yönünü “Beyanat Ve Tenvirler” laboratuvarında tetkik ediyoruz.
Mevcut siyasî gidişattaki hâkim iradenin; Nur’un bilumum hizmet gruplarına “kanca” takmasına ve “tasallut” olmasına tam bir “Nurcu” gözüyle bakıyoruz. Bir an için de olsa, hiç bir siyasî hesap ve kaygı taşımadan, sadece Hazret-i Üstâd’dan tevarüs eden ve Risalelerde parlayan “ihlâs sırrının ne derece rencide edildiğine, imanımızın ve vicdanımızın tahammülü nisbetinde bakıyoruz.
“NEME LÂZIM BE SULTANIM!”
Osmanlı yükselişinin tavan yaptığı zaman dilimi, yani 16.Yüzyıl. Saltanatı yaklaşık yarım asır süren Kanunî Sultan Süleyman’ın içini kemiren, uykularını kaçıran yegâne endişesi şudur: Her yükselişin bir zevali olduğuna göre, acaba Osmanlının zevali olursa hangi sebeplerden olacaktır.
Sultanın, aynı zamanda süt kardeşi olan Yahya Efendi; âlim, şair, mutasavvıf ve daha bir çok üstün özelliklere sahip değerli bir zattır. Pek az sözle çok şey anlatır. Kanunî, sık sık onunla istişare eder, her mühim meselede onun görüşüne başvurur. Ona hitabında “ağabey” demeyi de ihmal etmez.
Kanunî ona şöyle bir pusula yazar, gõnderir: “Sen, ilmiyle âmil birisin ağabey. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğullarının akibeti ne olur? Nasıl ve hangi sebeplerle izmihlale uğrayabilir?”
Yahya Efendi pusulayı okur, pusulanın arkasına, “Neme lâzım be sultanım!” cümlesini yazar ve pusulayı iade eder.
Padişah bu cevaba üzülür. Kalkıp, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gider ve der ki: “Aşk olsun ağabey! Sana çok önemli ve kritik bir konuda fikir sordum. Sen ise ciddiye almayıp geçiştirdin. Cevap bile vermedin…”
Yahya Efendi, dûnya durdukça nesillerin kulaklarına küpe olacak şu sözleri söyler:
“Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak olur mu hiç? Tam da sorunuzun cevabıydı o cümle. Yani; bir yerde zulüm ve haksızlık yaygın hale gelirse, koyunları kurtlar değil çobanlar yerse, bilenler de buna seyirci kalırsa... Fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıkarsa... Bunu da taşlardan başka kimse işitmezse... Herkes, sadece “ben-ben” derse... Ve tüm bunları görüp, işitenler, ‘Neme lâzım be’ derse... İşte o zaman, devletin sonu gelir.”
Dipnotlar:
1-Bkz. Divan-ı Harb-i Örfî, Yedinci Cinayet., 2-age, Hakikat