Hemen ifade etmeyi faydalı gördüğüm bir husus var.
O da şudur: Kendilerine “son şahitler” dediğimiz Üstad’ı gören ağabeylerin anlattıkları büyük ölçüde kayıtlara geçmiş, ilgili kitaplarda veya gazetemiz sütunlarında yerlerini almıştır. Onlar Üstad’tan gördüklerini ve dinlediklerini anlatmışlar.
Biz ise, bu çalışmamızda; tanıdığımız, yakınında bulunduğumuz son şahitlerle alâkalı yazarken, onlardaki hal ve davranış tarzlarını da yeri geldikçe tasvir çerçevesinde bir çeşni tadında sunmaya çalışacağız.
Meselâ, 15 Eylül 2020 tarihinde vefat eden Selâhaddin Akyıl Ağabey, tanıştığımız son şahitler arasında belki de en fazla beraber olduğumuz bir ağabeyimizdi. İttihad Gazetesi’ni, Yeni Asya’yı ve Risale-i Nur’u tanımaya başladığım aynı sıralarda Van’da tanışmışız, sonrasında da sık sık görüşmüş ve hizmet zeminlerinde beraber olmuşuz.
Nurlar’ı ilk tanıdığımda (yaş 15 civarı) esnaf olan iki ağabeyim derslere gitmeme mani olurken, yine esnaf olan Selâhattin Ağabeyin büyük desteğine ve himayesine nail olmuşuz.
Bir defasında ben Nur dersanesinde iken hışımla dersaneye gelen ağabeyimi dershane kapısında karşılayan ve onu teskin edenler arasında Selâhattin Ağabey de vardı. (Ama çok geçmeden muhalif olan ağabeyim Nurlar’ı tanıyacak ve kahraman bir talebesi olacak.)
O sıralarda Ankara Merkez Vaizlerinden Rıza Çöllüoğlu Van’a gelmiş vaazlar veriyor. Bir vaazını dinleyen İsmail Ağabeyim, Selâhaddin Abinin dükkânına giderek, o zatın vaazını anlata anlata bitiremez. Ama neden sonra Selâhaddin Ağabeyin kendisini hiç dinlemediğini fark eder ve serzenişte bulunur.
Selâhaddin Ağabey ona: “Bak Hoca kardeş, senin bu hocalar Risale-i Nur’a kulak verip dinliyorlar mı?”
(Gerçi merhum Şaban Döğen yazarımızın, bir yazısında Rıza Çöllüoğlu’nun neden Risale-i Nurlar’ı daha erken okumadığına hayıflandığını ve geceli gündüzlü Risale okumaya başladığını yazmıştı. Rabbim her ikisine de rahmet eylesin.)
Selâhaddin Ağabeyin kendine has tepki, tedbir ve duruş misalleri vardı. Tebessümüyle, gülmesiyle, sessizliğiyle, konuşmasıyla, hatta bazen konuşmamasıyla, yahut anî müdahelesiyle, veya kalkıp gitmesiyle de ders verirdi. Bazen de medresedeki derslere gitmeye biraz ara vermesiyle bile ders verirdi. Dükkânına gidip, “ağabey bir süredir göremiyoruz, hayırdır” diye sorana, “sen orada mıydın?” diye sorar, o da ‘evet’ deyince, ardından “hangi Risaleden ne okundu?” diye sorar, o da “hatırlamıyorum” der. Selâhaddin Ağabey, “ama ben evde hangi Risaleden, neleri okuduğumu söyleyeyim” der ve anlatır.
Derste bir müdahelesinden de biz garip nasiplendik. Her nasılsa bize de bir ders okumak düşmüş. Hazırlık falan yok. Mektûbat’tan tarikatla alâkalı Telvihat-ı Tis’a’yı açıp okumaya başladık. Tarikatın faydalarını okuduktan sonra Fatiha çekince, hemen müdahele etti. “Kardeşim, madem ki faydalarını okudun, devamındaki vartalarını da okumazsan o dersten istifade nakıs kalır.”
Selâhattin Ağabey’in; Nur dâvâsında yirmiye yakın hapis, mahkeme veya nezaret görmüş bir kahraman olduğunu, yeri geldikçe onun anlatımlarından öğrenmekle beraber, bazılarına da bizzat onun yakınında şahitlik yapıyorduk. Zira biz Nurlar’ı tanımaya başladıktan sonra da nezaretler, hapisler ve mahkemeler henüz onun yakasından düşmemişti. Bir defasında başına bere koyduğu için sorguya çekilmiş, bir gün nezarette kalmış. Başka bir zaman dükkânına astığı levhalardan dolayı sorguya çekilmiş. Ama hiçbir zaman kendisinde ufak bir yılgınlık emaresi görülmediği gibi, bilâkis sadâkat ve azmi daha da pekişiyor, şevk ve gayreti daha da artıyordu.
Van’ın İskele Mahallesi’ndeki hapishanede 1973 senesinde ziyaretimiz esnasında birlikte çektirdiğimiz fotoğraf hâlâ albümümdedir. Onun gayretleriyle ayakta kalan (diyebileceğimiz) Yeni Asya bürosuna da nezaret ettiğim günlerde bu ziyaret gerçekleşmişti.
O fotoğraf albümde dururken, bizi de hayalen; güneşli bir günde hapishane bahçesinde neş’eli ve gülen yüzle bizi karşılayan Selâhaddin Ağabeyin ayak üstü sohbetine götürüyor. Ekmeğe-suya-havaya olan ihtiyaç kadar, oradaki mahkûmların Risale-i Nur’a muhtaç olduklarını anlatıyordu bize..
Van’da; Nurlar’ı tanımasa da, Nurcu Selâhaddin’i tanımayan yok gibiydi. Bir defasında yine bir ders yerine baskın esnasında alıp götürülüp nezarete atılmış.
Sabah karakoldan çıkarken onu tanıyan bekçi, “Bırak bu dâvâları abi, işine ticaretine bak” dediğinde, aralarında kısa bir diyalog başlıyor.
S. Ağabey: Sen geceni nerede geçirdin?
Bekçi: Rahat yatağımda.
S. Ağabey: Şu anda ben kârdayım.
Bekçi: Neden?
S. Ağabey: Çünkü rahat geçen bir geceden sonra zahmetli ve meşakkatli bir gündüz senin için başladı. Ben ise, meşakkatli bir geceden sonra aydınlık ve güzel bir güne döndüm. “Zeval-i lezzet elem olduğu gibi, zeval-i elem de lezzettir.”
-Devam edecek-