Semavî dinlerde kişi Allah’a abd (kul) insanlara karşı hürdür; kimse kimsenin inancından, kültüründen, mezhebinden ve dininden dolayı suçlanamaz, tahakküm göremez.
Din bir tekliftir; adı üstünde inanmak ya da inanmamak tercihe bırakılmış, ister esfel-i safilin, ister a’lâ-yı illiyyîn nihayetsizliğinde kendine bir yer bulabilsin.
Elbette dinlerin hükümleri vardır, o hükümlere uymak dine olan mensubiyeti gösterir. Fakat o hükümleri başkalarına dayatmak vazifesi değildir. Belki şefkatinden o insan kurtuluşa ersin diye “ed’din-ü nasiha” (din nasihattır) kaidesince kardeşini, dostunu dine dâvet eder, tebliğ vazifesini görür. Baskı ve istibdat uygulayamaz. Zamanla bu tür uygulamalar olmuşsa da kişinin kendi bedeviyetinden veya taassubundan tezahür etmiştir, dininden değil.
Fakat tam tersi bâtıl dinlerin müntesipleri, kâfirler, müşrikler, Hak dine girenleri hattâ Peygamberlerini yalanlayıp nice işkence, zulüm tehcir ve cinayetlerle inanma hürriyetini gasp etmişlerdir. Tanrılık iddia eden Firavunlar, Nemrutlar, Deccaller ise kendini mabud tanımayanlara hayat hakkı tanımamışlardır. Hattâ hadîsin ihbarıyla Ahirzamanda gelen “Deccal’ın bir yalancı Cennet’i var; kendine tâbi’ olanları ona atar. Hem yalancı bir Cehennemi var; tâbi’ olmayanları ona atar.”
Müslüman ilim öncülerinin keşifleriyle dünyayı aydınlattığı bir zamana karşı ilme kapılarını kapatan, hattâ dünya dönüyor diyen Galile’yi asan Ortaçağ karanlığındaki tahrif edilmiş dinlerin rüesaları taassupta o kadar ileri gittiler ki, yoldan çıkmış dinlerini ve indî kudsiyetlerini tahakküm aracı yaparak kiliseyi ve Ruhban sınıfını dinlerin olmazsa olmazı olan hukukun üstünlüğü yerine üstünlerin hukukunu nazara alarak avamı ezip, boğup yakarak, din adına canice zulümler işlediler. Asırlar süren Engizisyon mahkemeleriyle Avrupa’yı kana boyadılar.
Onca bedel ödemelerinin ardından çare olarak en nihayet Fransız İhtilâli’yle Laikliği getirdiler.
Kaynaklarda; “Laiklik; (laïcisme) terimi ilk defa İngiltere’de XVI. yüzyılda papaz olmayanların da kiliseleri yönetebilmelerini isteyen fikir akımını ifade için kullanılmıştır.
Etimolojisi itibariyle “ruhban sınıfına mensup olmayan, halktan olan” anlamında Yunanca laikos kelimesinden türetilmiştir.” diye geçiyor.
Demokrasinin gelişme süreciyle Laiklik de ilk çıkışından günümüze kadar değişime uğramıştır. Önceleri kiliseleri halkın içinden birilerinin de yönetecebileği şeklinde tatbik edilmişken zamanla, din ve mezhep dayatmasına karşı seküler mânâda devletle dinin ayrılması şekline bürünmüştür.
Laiklik; adı üstünde din ve devlet işleri bağımsız ve alan müdahalesi olmadan renksizlikle tanımlandığından, yönetimin ve şahısların anlama biçimine müsait farklı renklere de açık olmasıyla (sekülerizmden geldiğinden) dinsizlik olarak da tatbik edilmek istenmiştir. Özellikle Osmanlının yıkılmasıyla yeni Türkiye Cumhuriyeti doktrinel baktığından bırakın renksizliği, din rengini alan bütün motiflerden uzak, her şeyi yok saymak, din duygusunu ortadan kaldırmak için bütün yolları kullanmıştır.
DEMİREL’DEN LAİKLİK’E BAKIŞ
20. Asrın yetiştirdiği siyaset dehâlarından Rahmetli Süleyman Demirel’in, çok mevzuda olduğu gibi Laiklik mevzusunda bizim yazımızı da şerh eden çok enteresan fikirleri vardı.
Yavuz Donat’ın 1 Mart 2006’da Demirel’le yaptığı mülâkatta Laiklikle ilgili çok orijinal bilgiler veriyor; “Avrupa’nın Aydınlanma Dönemi’nin içinde din ve devlet sorunu vardır.
* Fransız devriminde laikliğin 3 boyutu var. Birinci boyut felsefi... Burada akıl, inançtan önce gelir... Fakat inancı yok etmez.
* İkinci boyut siyasidir... Devlet, din kurumlarından önce gelir... Devlet, din kurumlarından güçlüdür.
* Üçüncü boyut hukukî boyut.
Ya İngiltere “sorunu” nasıl çözmüş?
Demirel: *İngiliz sekülerizmi sadece din ile devleti ayırmıştır... O kadar... Başka bir şeye karışmamıştır. Türkiye, laikliği buralardan esinlenerek, kendi şartlarına göre anlamıştır.
* Başlangıçta, Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulurken, bir Avrupa projesi olarak kurulmuştur, ama din ile devleti ayırarak kurulmuş değildir.”
Kısaca diyor ki: Türkiye’yi idare edenler, Laiklik’i dinsizliğe alet etmiştir. İşin kötüsü dini de kendi istediği gibi tanzim ve dizayn etmek isteği, diğer taraftan dini siyasete alet etmeyi netice vermiştir.
Şimdi AB ve kriterlerine niye bir türlü gelemiyoruz daha iyi anlaşılmıyor mu?