Husumet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumî, adavetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi.
Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat’î bildiğim ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki:
Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade
sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeye müstehak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. Bu hakikat Risale-i Nur’un Yirmi İkinci Mektubunda izahıyla beyan edildiğinden, burada kısa bir işaret ediyoruz. Şöyle ki:
Husumet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumî, adavetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise, düşmanlarımızın seyyiatı, tecavüz olmamak şartıyla, adavetinizi celbetmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara.
Eski Said Dönemi Eserleri, s. 252
***
İSTİKBALDE SİLÂH, KILIÇ YERİNE, HAKİKÎ MEDENİYET...
Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkîsi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def’ etmek silâh ile, kılıç ile olmuş; istikbalde, silâh, kılıç yerine, hakikî medeniyet ve maddî terakkî ve hak ve hakkaniyetin manevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.
Biliniz ki bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil. Ki ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklit edip malımızı harap ettiler ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar.
Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip, seyyiatı hasenatına râcih gelmekle, beşer iki Harb-i Umûmî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip, öyle bir kustu ki yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umûmîyi de temin edecek.
Tarihçe-i Hayat, s. 104
***
CİHAD-I DİNÎ, İMAN-I TAHKİKÎ KILICIYLA OLACAK
Evet, evvelâ, başta “Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, iman küfürden iyice ayrılmıştır.” [Bakara Suresi: 256] cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile der: “Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile, dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor. Ve hükümet, lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil, manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak. Çünkü dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak” diye haber verip, bir lem’a-i i’caz gösterir.
Şualar, s. 296
LÛGATÇE:
adavet: düşmanlık.
bürhan: delil.
harb-i umumî: dünya savaşı.
hasenat: iyilikler.
icbar: zorlama, cebretme.
ikrah: zorla ve istediği dışında iş yaptırma.
iman-ı tahkikî: kesin delillere dayalı sağlam ve kuvvetli iman.
lem’a-i i’caz: mu’cizelik parıltısı.
mehasin: iyilikler.
râcih gelmek: üstün gelmek.
rüşd-ü irşad: mükemmelen doğru yola sevk etmek, İslâmiyet yoluna sevk ve olgunlaştırma.
seyyiat: fenalıklar.
ulh-u umûmî: genel barış, dünya barışı.
tebeyyün: meydana çıkma, görünme.
tebyîn: belirtme, açıkça anlatma.
tefrik: ayırma.
zîr ü zeber etmek: altüst etmek.