Işık ve renk ilişkisinin insan beynindeki çözümüne renk algısı diyebiliriz.
Bizim gördüğümüz renk bana göre gerçek renktir. Yani ne renk görüyorsak o renk gerçektir. Doğrusu ise aslında gerçekte renklerin olmadığı nesneler arasındaki farklılığı algılamak için ışığın nesneye yansıyışıyla beyin dalga boyları ve renk ısısıyla renkli görmelerin olduğu gerçeğidir.
Meselâ sarı ışığın hâkim olduğu bir tünel farz edelim. Bu tünelden geçerken hakikatte sarı olan taksiler beyaz, kırmızı yeşil mavi olan arabalar siyah veya gri görülecektir. Tünelden çıkıldığında ise beyaz görülen taksinin aslında sarı olduğu, siyah görülenlerin de aslında kırmızı yeşil olduğudur. Peki buradaki gerçeklik algısı neye göre değişmiştir? Tabiî ki tünel ışıklarının sarı olması, yani hâkim ışık sarıdır ve o gerçekleri kendi hâkimiyetine göre değiştirmiştir.
Işık birdir, ancak üstüne düştüğü cisimlerin dalga boyu yansıtmalarına göre renklere bürünür. Aynen bunun gibi hakikatler de birdir, lâkin yansıdığı insan sayısı kadar farklı renkler ve yansımalar ortaya çıkar.
Otuzuncu Sözün Ene bahsinde mesele şöyle ifade edilir: “Duyguları, efkârları, kâinatın envar-ı mârifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idâme edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen her şey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka sûretini alır.”
Zira Cenâb-ı Hak kâinatı hayır üzere yaratmış ve her şeyde iyilik, doğruluk ve güzellik mührünü koymuştur. Şayet insan da böyle olursa,—yani iyi, doğru ve güzel—işte o zaman, hakikat rengini, güneşten aldığı ışığı doğrudan yansıtan bir reşha gibi yansıtacaktır. Kendi nefsindeki renkle hakikati farklılaştırmayacak, bulanıklaştırmayacaktır. Böylelikle kemâlâta doğru ilerleyecek ve ferdiyet kazanacaktır.
Akıl doğruyla, vicdan iyiyle, insanın varlık içinde duruşu da güzel ile şekillendiğinde kemalât başlayacak ve insan reşha olma sürecini tamamlayacaktır.
Aslında şeffafiyet bir renk değildir. Daha doğrusu onun rengi beraber olduğu renge bağlıdır. Meselâ suyun rengi kabının rengiyle aynıdır. Dolayısıyla benlik gelişiminin son noktası renksiz olmak yani nefsindeki renklerden kurtulmaktır.
Nefis terbiyesi noktasında da tasavvufta renkler nefsin hallerini göstermede kullanılmıştır. Meselâ nefsin en alt mertebesi olan nefs-i emmarenin rengi mavidir. Nefs-i levvamenin rengi sarı, nefs-i raziyenin rengi yeşil, nefs-i mülhimenin rengi kırmızı, nefs-i mutmainnenin rengi beyaz, nefs-i marziye ise siyahtır. Renksizlik hâli ise nefs-i kâmileyi simgelemektedir. Ve bütün renklerin aslı ve nuru da güneştir.
Bu renk meselesinin ışığında bir hakikat neden farklı renklere bürünüyor, onu izah etmeye çalışalım. Elbette bu renk meselesiyle Ene bahsinin pek çok boyutunu anlamak, insandaki kabiliyet ve istidatların Esma tezahürleri olduğunu fark etmek, nefisteki renklerin enenin mahiyetinin anlaşılması ile alâkası gibi pek çok konunun anlaşılmasını sağlayacaktır. Lâkin biz bugün sadece bir vechesini nazarlara sunmaya çalışacağız.
Kişi hakka ulaşmaya ve hakikati anlamaya çalışırken gördüğü, duyduğu, işittiği her şey enesinde kırılmaya ve renklenmeye uğrar. Bu kırılma ve renklenme kişinin baskın mizacına göre şekillenir ve hakikatler ondaki baskın mizaca göre anlaşılır. Mizaç motifleri de ene çekirdeğindeki üç kuvveye göre şekil alır.
Diğer bir kırılma ve renklenme ise kişinin bilinçaltı birikimleri, terbiyesi, eğitimi, istidatları, takıntıları, kuruntuları, tutkuları, idealleri, hakikatlerin renklenmesinde rol oynar.
Konu Ene bahsinde şöyle geçer: “Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa, o enedeki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.” Evet, Ebu Bekir ruhlar ile Ebu Cehil ruhları ayıran sır, işte tam bu noktadır. Aynı güneşten, nurdan ışık almışlardır. Birinin sû-i mizacı ve istidadı çürüyüp, kokuşup aşağıların aşağısına yuvarlanırken, bir diğeri neşv-ü nema bularak sıddıkiyet makamına ulaşmıştır. İnşaallah konuya haftaya Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalı penceresinden devam edeceğiz.