Yıl 1907. Doğunun sarp dağlarından bir ateşpare-i zekâ İstanbul ufuklarında. Tek bir amacı var. Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir nur olduğunu bütün dünyaya göstermek. Bu öyle bir amaç ki küstah bir tenkit üzerine insanı Başit başından doğu ile batının kesişim noktasına kilometrelerce uzaktan getiriyor.
Bediüzzaman’ı İstanbul’a getiren İngiltere Sömürge Bakanının Kur’ân-ı Kerîm ve Müslümanlar üzerine kurduğu cümleler. Haberi gazetelerden öğrenen Bediüzzaman, belki basılmasının üzerinden haftalar geçmiş olmasına rağmen, Küstah Nazıra ve temsil ettiği şahs-ı manevîye cevap vermek adına Van’dan yola çıkar. Önce Padişaha Medresetüzzehra projesini açıklamaya çalışır. Lakin devlet erkanının engellemeleriyle bu emeline ulaşamaz. Bunun Üzerine Fatih Camii’nin yanında şu an âtıl vaziyette bulunan “Şekerci Han”a yerleşir. Hanın kapısına “Burada her suâle cevap verilir, fakat sual sorulmaz” yazısını asar.
Şüphesiz Şekerci Han’a yerleşmesi ve kapısına yazıyı asması tesadüf değildir. Burayı seçerken ulemanın yoğun olarak yaşadığı, medreselerin olduğu ve halkın uğrak noktası olan bir yer seçmiştir. Aynı vakitlerde yazdığı yazılar ile mevcut eğitim sistemini de eleştirir, eksiklerine uygun çözümler bulmaya çalışır. O devirde istibdat rejimine karşı böyle pervasızca sözler söyleyenler olmadığından bunu söyleyen olsa olsa delidir diye kendisini Toptaşı Tımarhanesine sevkederler.
Bediüzzaman’ı muayene eden doktorun kurduğu cümleler ise cümle aleme ibret olur: “Eğer bu adam deliyse dünyada akıllı insan yoktur.”
Doktor’un tesbiti üzerine telaşa düşen devlet erkanı kendisini maaş bağlanacağını ve Padişahın ihsan-ı şahanesine mazhar olduğunu artık Van’a dönmesi gerektiğini söyler. Said Nursî bunu bir sus payı olarak değerlendirir ve reddeder.
Bütün bu olaylardan sonra Bediüzzaman hürriyetle alakalı yazılar yazmaya devam eder. 2. Meşrutiyetin ilanından sonra meydanlarda geniş kitlelere konuşmalar yapar. Çoğunluğu cahil kimselerden oluşan hamalları tek tek dolaşarak şeriat-meşrutiyet ilişkisini anlatır.
Hareketli geçen günlerin ardından 31 Mart vakası gerçekleşir. Dış güçlerin de desteğiyle irticaî faaliyetlerde bulunan bazı komiteler, dinî değerleri de kendilerine alet ederek ayaklanma başlatır. Said Nursî olaylara dahil olmamasına hatta yatıştırmaya çalışmasına rağmen Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanır. Mahkeme esnasında kendisine verilmek istenen gözdağına aldırış etmeyerek yaptığı savunmayla hem beraat eder hem de pek çok kişinin idamdan kurtulmasına vesile olur. Şimdiki İstanbul Üniversitesinin kapısında kendisini bekleyen kalabalığı da arkasına alarak “Zalimler için yaşasın Cehennem!” nidalarıyla Sultan Ahmet meydanına kadar yürür.
Serbest bırakıldıktan sonra İstanbul’da fazla durmaz. Meşrutiyetin İslâmiyetle olan ilişkisini anlatmak üzere 1910 yılında doğu vilayetlerine doğru yola çıkar.
Özet olarak Bediüzzaman’ın tarihçe-i hayatına bakıldığı zaman gerek monarşi gerek meşrutiyet devirlerinde sözünü esirgemeyen, gereken yerlerde bilfiil olayların içerisinde bulunan bir karakter görüyoruz. Avam tabakasıyla birebir havas tabakasıyla ise neşriyat yoluyla münasebetlerde bulunuyor. Her daim düşünen bir kafanın yanında, dört bir taraftaki dost ve ahbaplarıyla her daim işleyen bir makine gibi sürekli hareket halinde. Özellikle İstanbul gibi dünya meşguliyetinin çok olduğu insanların birbirleriyle olan bağlarının kopma noktasına geldiği bir şehirde, hayatının diğer safhalarına nazaran dost ve ahbaplarıyla olan bağlarını sağlamlaştırmak için ziyaretleri arttırıyor.
Bir muhabbet fedaisi olduğunu icraatlarıyla herkese gösteriyor.
Günümüzde ise ulaşımın bir asır öncesine göre geldiği noktayı varsayarsak dostluk ve arkadaşlık ilişkilerinin zirve noktalara çıkması lazım. Bilhassa büyük şehirlerde.
Ammavelakin hal-i hazırda insanlar birbirlerinden uzaklaşmaya ve yalnızlaşmaya devam ediyor. İstanbul’da yaşayan aynı köyün insanları ancak yaz vakti memleketlerine gittiklerinde görüşüyor, birbirlerine yabancı kalıyorlar.
Tam da bu noktada devreye giren İslâm ve iman kardeşliği insana dünyanın neresine giderse gitsin salih abi ve kardeşler bulmasına yardımcı oluyor.
Kendini evinde memleketinde hissettiriyor. “İman insanı insan eder” sözünün bir vechini ispat ediyor.
(Yeni Asya Fidanlık eki, sayı: 28’den alınmıştır.)