Üzerinize afiyet birkaç haftadır rahatsızım. Bedenî ve uzvî bir rahatsızlık değil kastettiğim. Gündemi ipotek altına alan hadiselerin hercümercinden; hallaç pamuğu gibi bir oraya bir buraya savrulan kitlelerin yaygarasından cemiyetin bir ferdi olarak biz de hissemizi alıyoruz ister istemez.
Cemiyet tarafgirlik spazmlarıyla sancılar içinde kıvranırken; “adam sen de” diyemiyorsun, yüz kişinin aç olduğu yerde kemal-i afiyetle yiyemiyorsun, ağzınızın tadı kaçıyor.
Hem zaten diyelim ki sessizsiniz, karışmıyorsunuz, amma velâkin sizi kendi halinize bırakmıyorlar. Yine kahrolası şablon bezirgânları köşebaşlarını tutmuşlar; “tarafını belli et yoksa” patentli satırı almışlar ellerine; ardı arkası gelmeyen söz düellolarıyla kıyım kıyım doğruyorlar, şablona uygun resim vermeyenleri.
“Resim içinde tek renk ol!” dayatmasının tahakkümünden, sıcak ve basık bir havada ruhun çektiği eziyete benzer bir hale düçar oluyorum; nefesim daralıyor.
Çarşıda, pazarda gündelik hayatın her evresinde teşrik- i mesai ederken bazen resmî, bazen hasbi kullanılan o nazik üslûbun; siyasî görüşü savunma adına nasıl bir çırpıda kurban ediliverdiğine ağzım beş karış açık bakakalıyorum. Canım yanıyor...
Bu uzlaştırıcılıktan uzak, yabanî ve dikenli dil kalbimi kanatıyor. Sahibini bir nev’î Hasan Sabbah’ın Batınileri’ne dönüştüren ideolojik dilin keskin virajındaki patinajın; bütün hak dinlerin üslûbu olan mülâyemet ve kavl-i leynden fersah fersah nasıl uzaklaştırdığını ne çare ki kimse görmüyor... Hem ağızdan çıkanı kulak da duymuyor. Hele hele karşılıklı birbirlerine salvo atanlar; son zamanların en kaba, en incitici, en bayağı edebiyat türüne imza atarken aslında birbirlerine ne kadar benzediklerinin ve hatta aynılaştıklarının farkına varmıyor, bir tarafa aidiyet duygusu insaf perdesinin iki ucunu sıkıca kapatırken dışarıdan gelen her farklı tepkiye tehlike sinyali refleksi vermekten kendini alamıyor.
Beynimde bu düşünceler dönüp dolaşadursun, -yakından tanıyanlar iyi bilir bu zaafımı- dilime bir şarkı sözü düşüveriyor gayr-ı ihtiyari.
Meselâ; Sezen Aksu’dan “masum değiliz hiçbirimiz”i, bir zaman sonra ise Cem Karaca’nın namus belâsı şarkısının; Hep bir halli Turhalliyiz biz bize benzerinizi mırıldanırken yakalıyorum kendimi... Fakat kendime saklama gibi bir cimrilik yanlışına düşmek yerine; her iki tarafın sivri dilli, dışlayıcı ve sen-ben çekişmesiyle malûl akl-ı selim yoksunlarına, salim düşünce fakirlerine ithaf ediyorum:)
Sosyal paylaşım sitelerinde; anlı şanlı üniversite mezunlarının, kitap yutmuş, mürekkep yalamışların şöylesi böylesilerinin; sıkı bir mahalle kavgasına tutuşmuş kadınların lisanına benzeyen, tuttuğu takımın amigoluğuna soyunmuş fanatik taraftarına indirgenmiş bir üslûba duhul etmekten şiddetle içtinap ediyorum ve hiç kimse kusura bakmasın böyle bir üslûptaki ne yüzde ellinin içinde ve ne de dışında konuşlandırıyorum kendimi ... Tabiî ki: “ne yerde, ne gökteyim bir garip seferdeyim”i de söylemiyorum. Sadece silm burcundayım. Çünkü silm-selâm-İslâm: Barış demektir. Barışa, huzura götüren kavli leyn üslûbu kimdeyse, kim uzlaşmacı bir lisana sahipse; ben onun tarafındayım.
BU TARAFTA KİMLER VAR?
“Yâ Rab! Zarar bana dokundu. Lisanen, zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor” diyerek safi bir kulluk ve ihlâslı bir yakarışla Rabbine yalvaran, şifayı sırf vazifesini yerine getirmek için isteyen Hz. Eyyup Peygamber’in duâsıyla duâ edenlerin ve ahirzaman fitnelerinin kalbi ve dili yaralamasından, amelini de iptal edeceği korkusuna düşenlerin safındayım.
Gece, deniz, fırtına üç çetinliğin birarada; aleyhinde ittifak ettiği bir halde ve balığın karnında iken kurtuluşa erdiği şu duâyla Rabbine iltica eden Yunus Aleyhisselâmın; “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendime zulmedenlerden oldum“ duâsını vird edinip, hadisatın tesiratından kurtulmak ve nefsin desiselerinden beri olmak için yalvar yakar olanların ve nihayetinde, sahili selâmetle ulaşan bahtiyarların tarafındayım.
Namazda; son tahiyyatta okunan “Rabbenağfirlî ve li vâlideyye ve lil mu’minîne yevme yekûmul hisâb; “Ey Rabbimiz! Beni, anamı ve babamı ve bütün mü’minleri hesap gününde (herkesin sorguya çekileceği günde) bağışla” duâsını bize hediye eden; putperest babasını, ya ebeti (ey babacığım) saygı hitabıyla hak dine dâvet eden:
“Babacığım, şeytana tapma. Çünkü şeytan Rahman’a baş kaldırmıştır” diyerek onun kalbine dokunacak yol arayan hilm sahibi Hz. İbrahim peygamberin; ya da oğlunu ikaz ederken bütün şefkatini ya büneyye lâfzına sığdırıp sözün devamını “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür” şeklinde getiren Hz. Lokman’ın sadre şifa nezaketine hayranım!
Ve ben: Akrabam, kavmim, sülâlem dediği bir cemiyet fertlerinin -çok azı müstesna- neredeyse hepsinin tevhid hakikatinin dellâllığıyla vazifelendirildiğinde cephe aldığı; inat ve garaz damarıyla türlü ittifaklara dahil olduğu bir hengâmda, yaşadığı yurdun dar edildiği, can ve mal emniyetinin sabote edildiği bir vasatta, yurdundan başka bir diyara hicret etmeye zorlandığı bir zamanda ve en nihayet kanlı çarpışmaların vaki olduğu bir durumda meselâ Uhud Savaşında; dişi kırılmış, miğferin halkaları yüzüne saplanmış, mübarek yüzü-gözü kan-revan içinde kaldığı halette bile “Allahım, kavmime hidayet ver. Çünkü onlar bilmiyorlar!” (Bilmiyorlar, şayet benim peygamber olduğumu bilselerdi böyle yapmazlardı) diyebilen, hali ahvali gibi, lisanıyla da merhametin simgesi bir peygamberin ümmeti olmakla müftehirim.
Hak dâvânın azılı düşmanlarından bir temsilci olarak kaynaklarda ismi geçen Utbe bin Rebia’ya “Söyle! Ebû’l-Velid! Seni dinliyorum” diyerek kendisini ifade etme hakkı veren, Utbe sözlerini bitirip susunca, “Sözlerini bitirdin mi ey Ebû’l-Velid?” diye soran “Evet” cevabını aldıktan sonra, “O halde sen de beni dinle” diyen, hiçbir muhatabına üstünkörü bir muamele yapmayan; gereği kadar hürmet ve adab melekesi gelişmemiş bedevilerin bazen yersiz çıkışlarında bile karşı reaksiyon göstermeyen, sadece hoşuna gitmeyen bir üslûp ve davranış karşısında belli bir zümre veya kişiyi asla hedef göstermeden üstü kapalı bir biçimde: “bazılarına ne oluyor ki,” “sizden biriniz” gibi ifadelerle ikaz edip, yanlışı tashih cihetine giden bir üslûba muhatabım!
İşte; tarihi, genetik ve kültürel üslûbumuzun menbaı ve menşei... Sohbet ehli oluşumuzun, sohbeti muhabbetle mezcedişimizin hadde hesaba gelmez misallerinde parlayan; sahabi mesleğinin bir tecellisi.... o manevî iksirin hamelesi sahabilerden tevarüsle intikal eden ve ehl-i kalp, ehl-i tahkik bütün hakikat temsilcilerinden sadır olan, sözün de nasihatin de tesirinin sebeb-i hikmeti. Üslûb-ı beyan aynıyla insan sözünün değişmez gerçekliği....
Belki de bundandır yine bugünlerde nam-ı meçhul veya malûm atalar sözünün dilime takılıyor olması.
“Öfkeyle kalkan zararla oturur, yangına körükle gidilmez, pire için yorgan yakılmaz, kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma, söz ola kese savaşı, söz ola kestirir başı, söz ola ağulu aşı: yağ ile bal ede bir söz” gibi uzlaştırıcı barıştırıcı misyon üstlenmiş, uyarıcı doz hanesine son kullanma tarihi yazılmamış kelimelerin etkisi.
Haydi bir de Karacaoğlan’ı koyalım devreye de bu vadide söylenmesi gereken, fakat istiap haddinden ötürü sığışmayanlar adına onun diliyle seslenelim;
Dinle sana bir nasihat edeyim
Hatırdan, gönülden geçici olma
Yiğidin başına bir iş gelince
Anı yad ellere açıcı olma
Mecliste ârif ol kelâmı dinle
El iki söylerse, sen birin söyle
Elinden geldikçe sen eylik eyle
Hatıra dokunup yıkıcı olma
Dokunur hatıra kendisin bilmez
Asilzadelerden hiç kemlik gelmez
Sen eyilik et de o zayi olmaz
Darılıp da başa kakıcı olma
El âriftir, yokla kendi kendini
Dağıdırlar duzağını, fendini
Alçaklarda otur, gözet kendini
Katı yükseklerden uçucu olma
Muradım nasihat bunda söylemek
Size lâyık olan onu dinlemek
Sev seni seveni, zay etme emek
Sevenin sözünden geçici olma
Karac’oğlan söyler sözün, başarır
Aşkın deryasını boydan aşırır
Seni bir mecliste hacil düşürür
Kötülerle konup göçücü olma
Hasılı evet face ve twitter diye bir şey var:) Ve oranın da kendine has bir üslûbu var. Kültürel mirastan nasiplenmemiş, polemik, sansasyon falan filan kokan netameli sözler oralarda havalarda uçuşa dursun inanın; onların, ne bu diyarlarda alıcısı, ne de kelebek kadar yaşayacak bir ömrü var. ‘Kendi gitti adı kaldı yadigâr’ atasözünü kullanmak istesek bile beyhude... Olsa olsa ‘kurt dumanlı havayı sever’in kapsama alanından kendilerine bir yer bulabilirler. Havalar açınca, ortalık süt liman olunca ne mi olacak? Artık uygun bir son da okuyucu kendisine göre bir senaryo iliştirivererek; duruma el koyacak!
Haşiye: Bir tenkit, bir ihtar, bir ikaz babındadır ve söz meclisten içeridir:
Hayatını istikamet içinde geçirmek her mü’minin arzusu. Bu arzuyu Risale-i Nur’a talip olarak sürdürenlerin şu son hadiselerde nasıl bir üslûp kayması yaşadıklarına hayret ve esefle şahid olduk. Risale-i Nur müellifinin safını belli etmekteki sarsılmaz duruşunun yanında; üslûbunda ayrıştırıcı, ötekileştirici bir dil kullanmaktan kaçındığını, husûsen içtimaî bahislerde muhatabın düşünce tarzını önce tanıyıp anlayıp sonra tutulacak yolun doğruluğunu arkadaş hitabıyla muvazene etmeye dâvet eden, kuşatıcı, birleştirici merhamet dilini binlerce kez okudukları halde, buna rağmen tam zıddı bir üslûp takındıklarını; siyasî duruş adına ölçüleri muhakkak ki benden kat be kat iyi bilenlerin nasıl feda ve hatta alet ettiklerini, en azından bu dilin seslendiricileriyle aynı safta kenetlendiklerini, yine bu sosyal medya denilen âlemde gün be gün takip ettik.
Halbuki bu dilde; gençler isimlerinin önüne gelen olumsuz sıfatla anılmaz. “Ey bu vatan gençleri, sakın, sakın!” ikazıyla doğruluğa dâvet edilir. Kaldı ki bütün gençliğin doğru yoldan şaştığı da söylenmez. Hal ve tavır ortaya konur, bu halette olanın kısssadan hisse almasına imkân tanınır. En fazla şöyle bir ibare geçer onlar hakkında:
“Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır” ibaresiyle başlayan hitap tarzı Risalenin birçok yerinde olduğu gibi burada da muhatabını onure eden, kabil-i hitap olduğu duygusu uyandıran, şefkat yüklü, nezaket yüklü ifadelerle devam eder. Yapmayınız, çalışmayınız gibi. Gençliğin bir kısmını dışlayan, diğer kısmını; üstelik te siyasî tercihinden ötürü alkışlayan bir üslûbun, okuyucusu olduğu eserlerle uzaktan yakından nasıl bir alâkası vardır? Eğer savunma; yapılan fenalıkları nazara vermekse bu da geçerli bir mazeret değildir. Çünkü fenalığa kızılmaz, ancak acınabilir, bundan menetmenin formülü de tahakkümle değil, belki lütufla ıslâhına çalışmaktır. Madem ölçü böyledir, risale referansına sahip olanların; sloganlarla örülü hoyrat söylemlerin beğenilerinde, paylaşımlarında ne işi vardır?
“Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez” âyetini özellikle siyasî tarafgirlik ve kamplaşmaların engeli olarak defalarca zikredip, hiçbir partinin dini inhisar altına alamayacağı ve hatta diyelim ki aldı bu zamanda terbiye-i İslâmiye noksanlığından ötürü ne kadar dindar ve iyi niyetli de olsa siyasette tam bir fazilet halinin yaşanmasının imkânsızlığı ve idaredeki en ufak bir zaafiyetin mevcud iktidara değil, o iktidarın temsil ettiği değerlere verilmesindeki mahzurları bilmezmişcesine bütün fazileti bir şahısta temerküz ettiren söylem ve ifratkâr tutumların, beslendiğimiz kaynaklara ters düştüğü ortada iken, bu hali devam ettirmek, nasıl ve ne ile izah edilebilir?
En uç bir ideolojiyi bile “Meslekler ne kadar batıl da olsalar içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur” diyerek haklı yönlerini nazara veren, “Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, ‘Mesleğim haktır veya daha güzeldir’ demeye hakkın var. Fakat ‘Yalnız hak benim mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur. Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise çirkinlikleri gösterir, sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez” diyerek set çeken ölçüler mi birleştiricidir? Alay, karalama, incitme, hakkını karşındakini mağdur edecek bir söylemin peşine takarak almak mı?
Risalede iyilik, güzellik, medih, tenkid terazisinin tek bir mihengi vardır; hakkı yüceltmek. Fikir ve anlayışı taban tabana zıt meşhur bir zatın hakkı telâffuz ve terennüm eden güzel bir sözü: “Fena ve fâni bir adamın, güzel ve bâki şöyle bir sözü var” ...iltifatıyla referans gösterilir. Hakeza Osmanlı; İslâmiyete yaptığı hizmetlerden dolayı sitayişle yer alır külliyatta, ancak siyasetin acımasızlığını nazara veren kardeş ve evlât katli fetvası zulüm olarak kayda geçirilir. İttihad-ı İslâm politikası, yaptığı hizmetler ve şahsî hayatıyla takdir ettiği Sultan 2. Abdülhamid’i fikir hürriyetine koyduğu bazı tahditlerden ötürü tenkid etmekten beri kalmaz Bediüzzaman. Yakın tarihimizin dikenli konularından biri olan İttihat ve Terakki Partisine yaklaşımında bile toptancı bir reddedişin veya kabullenişin izine rastlayamazsınız.
Kozmopolit ve heterojen yapıya sahip bu partinin ilkeleri desteklenir, istibdadına şiddetle itiraz edilir. İttihatçıların bozuk kısmının mevcut yekûn içinde çok az olduğu ve bu sebeple bütün kin ve gayzın partililerin tekmiline yöneltilmesinin hata olduğu mealinde ikazlarda bulunur; “Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir” diyecek kadar ezberleri bozar, iç çatışmalara ve kamplaşmalara gidecek sivrilikleri yontmaya gayret eder.
Şimdii; maddî ve manevî tahribatın, keşmekeşin, inatçı ve garazkâr safların arasında, helâket felâket asrının bir ferdi olduğu halde itidal-ı demi elden bırakmayan bir Üstada talebe olma arzusunda olanların, bir bardak suda fırtına koparanlara su taşıyıcılığı yapmaktan şiddetle beri olmaları en elyak ve en elzem davranış şekli olmalı değil midir?