"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Siz mağdur olmak ne demek, gerçekten bilir misiniz?

Zeynep ÇAKIR
22 Haziran 2013, Cumartesi
Mağduriyet ne anlama geliyor bilirsiniz! Zira bizde şu veya bu sebeple gadre uğramayan, “Mağdurum ben mağdurum” diye sızlanmayan yok gibidir.

Fakat makbuliyet taşıyan kıstasların dışında kalmaktan kaynaklanan mağduriyet nedir, nasıl birşeydir onu bilir misiniz? Cümle muğlak belki; kabul, ancak bizim jenerasyondan gelip de biraz mürekkep yalamışların bir ömür boyu başlarından eksilmeyen çetrefilli bir mağduriyettir söz konusu olan. Sabredin anlatacağım.
Hani facebookta dönüp dolaşan bir klişe gibidir bizim hikâyemiz: “Ey garip anam kaynanaların hakim olduğu dönemde gelin, gelinlerin zalim olduğu dönemde kaynana oldun” misaline benzer az buçuk!
Kız çocuklarının sevildiği, el üstünde tutulduğu, cinsiyet ayrımcılığının literatürde ve pratikte asla yer almadığı, hatta erkek çocukların önce dominant anneyi, sonrasında ise aynı kategorideki hanımını çok tabiî olarak içselleştirdiği içtimaî bir atmosferde doğdum; büyüdüm. Üstelik an’anevî bir tutumun tam tersine baba tarafından şımartıldım, anneden çekindim. Bundan 40 yıl öncesinin şartlarındaki nice çocuğun rüyasında bile göremediği birçok imtiyaza da sahiptim. El emeği göz nuru kabilinden annemizin mahareti ile giyinir süslenir, babanın dışarıdan getirdiği, çocuk dünyasını neşelendiren hediyelere mazhar olurduk.
Gelgelelim bunca hürriyet ortamında bile; kız çocuklarının okutulması meselesi öyle makbul bir eğilim addedilmezdi bizim oralarda. İlköğretime kimsenin lâfı yoktu elbette. Zeki olup birinci derecede okul bitirmesini her ebeveyn isterdi belki, ama ondan daha sıkı bir rekabet vardı okula giden kızların anneleri arasında. En temiz önlük ve dikkat! en güzel kurdele ve yaka takanın kendi kızı olması ve kara tahtanın önünde öğretmen tarafından arkadaşlarına iftihar sebebi olarak gösterilmesi, kızın karne notundaki pekiyilerden daha çok sevindirir, başını göğe erdirirdi annelerin. Bunun arkasında yatan psikolojinin makbuliyet tribününe oynama eğilimi olduğunu tahmin edersiniz. Kayınvalidem söylerdi: “Bizim oralarda zayıf, çelimsiz kız makbul sayılmaz, talibi pek çıkmazdı” derdi. Çünkü yük taşımak ve en fazlasını taşımak ve en ağır işleri yüksünmeden yapabilmek için güçlü kuvvetli şablonuna uyan, kabul görecekti tabiî olarak. Bizim oralarda da kadından bağ bahçe işleri beklenmiyor değildi. Fakat evine ince olmayan, hele elinden ince iş gelmeyen kadın hiç makbul sayılmazdı. Erkeklerin maaşlı bir işi, düzenli bir geliri vardı lâkin; bu paranın hazır kıyafete, hazır gıdaya şuna buna çarçur edilmesi aklın alacağı bir iş değildi. El emeği ile eşe destek olunulan, ocak diriltilen zamanlardı. Sökük dikemeyen, reçel yapamayan, yufka açamayan kadın olmaktan, tertipsizlik, düzensizlikten hâsılı bu kabullerin dışında kalmaktan ölesiye korkarlardı.
İşte bu yüzden bizim oralarda da anneler asla başka argümanlardan ötürü değil; sırf toplumda kabul gören normların dışında kalmasın diye kız çocuklarının daha yüksek tahsil yapmasını pek istemezlerdi. İlkokul bitince yazın hocaya; kışın da el mahareti kazandıracak kurslara gitmesi yeterliydi bir kızın... Ev işleri zaten anne denetiminde pratik kazanmakla halledilebilecek türdendi.
Benim çağımda; kızlar henüz on yaşlarında iken dantel ve diğer elişlerinde yaşıtlarıyla yarışacak meziyeti kazanırlardı. Kapı önlerinde, evlerin ferah odalarında sohbet eşliğinde işlenen dantellerin ölçülmesi ve büyüklerden koparılacak aferinler gurur ve mutluluk kaynağı oluverirdi bizim için.
Birşey daha var: Bizim çağımızın kızları için makbul olan ve onların okul yolunu tıkayan en önemli unsur erken evlenme meselesiydi. Gençlerin evlenmesi için seferber olmuş gizli bir yeraltı örgütü vardı köyümüzde:) Görmüş geçirmiş büyüklerimiz kızın hasını ince terazi ile tartar ve kim kime lâyıktırı şıp diye çözerler ve gereğinin yapılması için ince siyaset ve stratejiyi gün be gün hayata geçirirlerdi. O gün gelene kadar annelerin kulağına kızlarıyla ilgili birkaç talip ismi kar suyu kabilinden çoktan kaçırılmış olması gerekti. 18’ine geldiği halde böyle bir dağarcıktan mahrum olan kızın vay haline! Güzellik listenin belki de en sonunda gelen özellikti. Eğer bir kız o yaşa gelene kadar istenmemiş veya en azından birilerine tavsiye edilmemişse, “onda ev hanımı olacak göz yok!” damgasını sessiz sedasız yemiş demekti.
Bütün bu geleneksel yargılar ve algılardan dolayı işte; okul denen şey; bir kız çocuğunu bunlardan mahrum edecek şey demekti. İlim, irfan, tahsil, kitap ve en nihayetinde meslek sahibi olmuşsun kaç para eder? Vaktinde evlenemedikten ve daha da önemlisi annen gibi o evi çekip çeviremedikten sonra ne işe yarardı?
Hâsılı bütün bu şartlarda okula başlayan benim gibiler; okula gitmek rüşvetine karşılık hep akranlarından daha fazla yük yüklenmeye mecbur oldular. Mektepli olmak standart dışı kalmak demekti zira. O halde; standartları yakalayan ve koruyan biz olmalıydık. Okul okumak bir ayrıcalık değildi hiçbir zaman; bizi diğer işlerden soyutlayan imtiyaz asla! Okuldan yorgun argın dönünce bir dizi iş bizi beklerdi. Yaptığımız anneye ise öğrendiğimiz bize idi. Hem el adamının önüne yemek diye kitap koyacak değildik! Ev hanımı olmak için bir fırın ekmek yemek lâzımdı.
İlkokulda beraber olduğun yaşıtların gibi istediğin saatte yatıp kalkma, yaptığı işten dolayı övgüye boğulma gibi bir lüksümüz olmadığı halde; onların yanına gidip biraz soluklanmak istesek; “Zeynep senin elişin yok mu? Bir şey işlemiyor musun?” şeklinde kınama cezası almak ve veto edilmek işten bile değildi.
Üniversite yıllarında vize ve finallerden artan zamanlarda ders dışı kitaplar yerine örgü şişleri görmeyi kimse yadırgamaz, bu işlerden anlamayan, bizim nezdimizde bile pek muteber sayılmazdı.
Oysa herkesin çok iyi bildiği birşey var ki, kadın tipleri bile ayrı ayrıydı. Bağ bahçe işlerini seven kadının ev işleriyle başının pek hoş olmaması kabul edilebilir bir durumdu. Elektrikli ev âletlerinin ve elektriğin olmadığı bir memleket ve zaman diliminde yetişmişse; yatak altlarına konulan pantolon ütüleme alışkanlığını bir türlü düzenli ütü yapma şekline çevirememişse hakeza kimsenin diyecek bir şeyi olmazdı. Bulaşık yıkamayı sevmeyen de vardı, yemek pişirmekten anlamayan da. Fakat bütün bunlar sözü geçen bu kadınların; eve yaptıkları diğer katkılardan ötürü ya görmezden gelinir, ya da geniş aile sisteminin getirdiği bir özellik ve güzelliğin kontenjanından yararlanılarak; ev halkından diğer bir hanımın bu konudaki istidadından ötürü eksikliğine tecahül-ü arif misali göz yumulabilirdi.
Biz bir neslin okumuşları; “okumuş kız işte, birşey öğrenememiş, okumuş işte; sağlam aile terbiyesi almamış” dedirtmemek için, “okumuş işte burnu büyük” dedirtmemek için, nice kibirli tutumun, nice cahil tahakkümünün kurbanı olduk.
İşte bu yüzden ötekileştirmek nedir, bir insana bahşedilmiş imtiyaz yerince ve kıymetini takdir edenlerce kullanılmıyorsa taşıması ağır bir yüke nasıl dönüşür çok erken öğrendik. Bir okul görmek yüzünden makbuliyet sahalarının dışına zorla itelenmekten yorgun düştük. “Beni böyle sev seveceksen, olduğun gibi göreceksen”in ancak bir şarkı sözünden ibaret kaldığını her defasında acı örnekleriyle yaşadık.
Meğer daha yolun başındaymışız: Gün geldi bu kusurumuza bir kusur daha ekledik! Okuma cehdini Allah rızasına uygun bir hal üzere yapalım dedik, tesettürü kuşandık. Bu kez de okumuş başörtülü imajı, birilerinin makbuliyet anlayışının kapsama alanı dışında kaldı. Ne söyledikse fayda etmedi. Biz; ilim sahibi olmak istiyoruz, irfan sahibi olmak istiyoruz, mesleğimiz olsun çalışalım. Bize faydası dokunanları hayırla yad ettiğimiz gibi biz de hayırla yad edilmek istiyoruz dedik. Öğrendiğimiz şeyler sadece bu dünyayı mamur için değil, iki dünya saadetini getirmesi yolunda kullanılsın, iki cihanı da nurlandırsın, ilmin gerçek sahibi olan Âlim-i Hâkim’in rızasına nail olabilelim diye bu yolu tuttuk, başka da birşey bilmeyiz dedik. Asla dinletemedik. Fakat dinlemeyen sadece onlar mı? 
Başörtü yasağından dolayı mağdur olmak; buzdağının sadece görünen kısmı oldu hep. Halbuki hayatını kitaplar arasında geçirmiş, bulduğu ilk fırsatta (hatta el feneri gibi bir âletle yorgan başımızda okuduğumuz kitapların dili olsa da konuşsa. Sebep; gece biri kalkıp da böyle lüzumsuz bir iş için sabahlamak ve elektrik sarfetmekten dolayı okkalı bir azara maruz kalmamak) kalemi kitabı elinden düşürmemiş, enerjisini bundan alan, hayat tarzını böyle şekillendiren, mesleğinin ismi bile muallim olan birini evde oturtmaya mahkûm eden bir düzine kalıp ve şablon tüccarlarının ölçütleriyle katmerlendi mağduriyetimiz.

EVET BİZ DE MAĞDURUZ;
1- Bağında bahçesinde akşamın darına kadar çalışıp, bebesinin yüzünü doğru dürüst göremeyen, emeğinin ürününü çarşıda pazarda satan kadın “FEDAKÂR” kabul edilirken, nice uykusuzluk ve sıkıntılar sonunda mesleğimizi elimize alıp çalışma hayatına girdiğimizde; kazandığımız parayı aynı nice çilekeş büyüklerinin yaptığı gibi evini diriltmek, çoluk çocuğunu güldürmek yolunda kullandığımız ve asıl amacın para kazanmak olmadığı hem zaten para kazanmanın da suç olmadığını binlerce kez haykırdığımız halde “FEMİNİST” damgası yemekten kurtulamadığımız için,
2- Ev işlerimiz ve anneliğimiz her daim denetime tabi olduğu için; okumuş kadını hâlâ potansiyel bir tehlike gibi algılayan zifiri cehalet anlayışına maruz kaldığımız için,
3- Boşver; biz evde olmak için can atıyoruz sen çalışmak istiyorsun diyen maaşı cebinde, statüsü yerinde hemcinslerimize; sen benim ne çektiğimi nereden bileceksin (aslında çok iyi biliyorsun, amma velâkin) modunda cevap yetiştirmek zorunda kaldığımız için,
4- Kendi ilminin parsasını toplarken, sana ilmin zekâtını ver tavsiyesinde bulunan akıldanelere cevap verme gücünü kendimizde bulamadığımız için; hem de nasıl mağduruz!
5- Kızların okumasını bunca isteyip de çalışmasına taş koymanın, kızını da aynı böyle bir açmaza sokmak demek olduğunu bilmeyenler, çözümün en basit yoluna kaçıp, hanımların çalışma ortamlarının iyileştirilmesi noktasında parmağını oynatmayanlar yüzünden de mahzunuz!
İşte böyle; sözün burasında birinci tekil şahıs kipine tekrar dönerek ben kendi nâmıma diyorum ki; mağduriyetlerimi hiçbir zaman mağlûbiyet sebebi göstermediği, kaderin hissesini elden bıraktırmayıp; başa gelen herşeyin imtihan sebebi olduğunu ikaz ve ihtar ettiği, sesimi ve şikâyetimi duyduğu ve bunca karmaşanın arasında beni ilim öğrenme azminden koparmadığı için Rabbime sayısız, hadsiz şükürler medyunum! (Merak edenler için medyun: Borçlu demektir.)

Okunma Sayısı: 3622
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Gamze Kagan

    22.6.2013 00:00:00

    hislerime tercüman oldun derler ya, bu yazıda benim öyle oldu Zeynep Çakır kardeşimin yüregine, aklına saglık, kalemine kuvvet..

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı