“Ağalar; nereden geliyorsunuz bakalım böyle?
“Konya Ereğlisi’nden.
“Nereye gidiyorsunuz?
“Adana’ya.
“Ereğli’den ne vakit çıktınız?
“Eh var iki, üç dört gün...
“Adana’da ne yapacaksınız?
Hiç... Sanki biraz malımız var da satacağız.”
Eşeğe yükledikleri iki küfe ve ancak 8-10 kiloluk kayısıyı Adana’da satmak için yola çıkan iki köylü ile ilgili bu kısmı bir kaç kere okudum.
Pazarlık ve alışveriş kısmını geçerek sadece mesafelere odaklandım.
1935 Türkiye’si yolları ve Anadolu mahrumiyeti, dedim önce
Sonra da bu mahrumiyetin içinde zorluklara aldırmadan tutundukları hayat ve yaşama sevincini takdir ettim
Kayınvalidem yaylalara 11 saatte çıkılan göçü, kasabaya yaya inişleri anlatır; hayat çok çetindi diye eklerdi. Hem bu hikâyelerde, hem kayınvalidemin anlattıklarında mühim bir nokta vardı ki o da: ulaşımın çok kısıtlı olduğu o dönemlerde insanın insanla buluşması gayretiydi. Çoğu kez birkaç gece konaklama ile biten yorucu yolculuğun sonunda insana ulaşmak vardı. Yeni insanları görmek, ya da uzun süre göremediği için çarşı, pazar, yaylayı buluşma noktası bilmek.
O yüzden her hasbihal onlar için çok değerli ve her hikâye unutulmaz bir hatıra olarak durur her vesile ile anlatılırdı. Sohbet etmeye bile “muhabbet iyi sardı” derlerdi. Zira, yazılı kültürün çok yaygın olmadığı o dönemlerde, her haber, her cümle altın değerinde önem taşırdı. Yollar insan getirir, insan havadis getirir, sohbeti dinlenen insana muhabbet beslenir, bir selâm bazen ele tutuşturulan bir pusula ile sevdiklerine aracı edilirdi o insan...
Perşembe günü benim de semt pazarım.
Pazar yapmak o ağırlığı taşımak günden güne zahmetli geliyor artık bana. Benim arabayı çekelemem yukarıda bahsi geçen köylünün eşeği dehlemesinden daha zordur diye iddia ederim, ama tabiî ispatlayamam.
Yine de pazara gitmek aktivitesi bir çok avantajın yanında insanla buluşmak bir iki kelam etmek yeri aynı zamanda.
Bazen bir ahbaba rast gelip hal hatır sormak fırsatını verir pazar.
Bazen de tezgâhtan mal alan diğer bir kadınla anlık etkileşim yaparsınız.
“Bu domates ucuz, ama iyi mi ki?” diyor kadın. “Aman n’olacak zaten yemeğe doğramalık alıyorum” diye cevap veriyorum “Kahvaltılık olanı ayrı...” “Evet evet ben de öyle yapıyorum” diyor hanım. Bir gülümseme, basit bir muhabbetten dünya bir anlığına güzelleşir.
Demem o ki: Eski zamanın insanları iki kilo kayısı satmak kâr etmek için bile değil, bir seyahat etmek iki insan tanımak için yollara düşüyormuş. Hızla yaşanan bu zamanda bizde de aynı arayış var aslında da... Habere, yola, insana kolay ulaştıkça her şeyin kıymeti de bir düştü... Haberdar olmak bir tık kadar kolay, ama hal hatır sormak için numarayı tıklamak, kapısına varmak “Öylesine geldim, seni merak ettim” demek neden bu kadar uzaklaştı, neden biz bu kadar uzak düştük?
Ne dersiniz? “Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur” demişler eskiden, ama sanki artık gözümüzün önündekileri bile görmek istemeyen bir bıkkınlık hâli sarmış herkesi. “Ben ben” diye diye kendisi bile kendine yük gelen insanlara dönüşmüşüz neredeyse... Kalpten kalbe giden yolları açmanın zamanı gelmedi mi? Bir selâm, bir tebessüm, bir mesaj kadar kısayol oluşturmalar varken hem de?