Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Yazık...



Son dönemde Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin, önüne gelen basın ve tazminat dâvâlarında verdiği “özgürlükçü” kararlar, “Nihayet Türk yargısı da AB kriterlerini özümsemeye başladı galiba” dedirtmeye başlamıştı.

Geçtiğimiz birkaç gün içinde basında haber konusu olan bu çeşit kararlardan ikisi şöyle:

Maliye Bakanı Unakıtan’ın Milliyet yazarı Hasan Pulur’a açtığı dâvâda mahkemenin verdiği tazminat kararı 4. Hukuk Dairesince, özet olarak şu gerekçelerle bozulmuş:

“Siyasal kişileri eleştirmek basının görevidir. Basında yayın konusu yapılan haber objektif oldukça, doğru olaylara dayandıkça ve doğru amaca yönelik bulundukça, eleştiri sert, kırıcı ve küçük düşürücü olabilir.” (Milliyet, 9.12.2006)

Aynı gerekçe, Başbakan Erdoğan'ın kendisini “pervasız kabadayılık”la eleştiren Yeniçağ gazetesine açtığı dâvâda verilen mahkûmiyet kararının bozulmasında da tekrarlanmış. (a.g.g.)

Daha eskiye gittiğimizde, aynı gerekçelerle verilen diğer birçok bozma kararının da, çoğunlukla Başbakanın veya bakanlarının açtığı dâvâlarda verilen tazminat kararlarına dair olduğunu görüyoruz.

Bu gerekçe ve içtihadlar, ilk bakışta, basın özgürlüğü adına önemli bir gelişmenin tezahürü gibi görünüyor. Peki, gerçek durum öyle mi? Ne yazık ki, maalesef hayır.

Başbakan veya bir bakan eleştirildiğinde kullanılan “Doğru olaylara dayandığında ve doğru amaca yönelik bulundukça, eleştiri sert, kırıcı ve küçük düşürücü olabilir” kriteri, eleştiri yargının kendisine veya silâhlı bürokrasiye yöneldiğinde bir çırpıda “unutuluveriyor.”

Başörtülü belediye avukatının “sanık” sıfatıyla bulunduğu mahkeme salonundan çıkarılmasını eleştirdiği için Yeni Şafak gazetesinin 133 bin YTL tazminata mahkûm edilmesi, bunun tarihe geçen çarpıcı örneklerinden biri.

Dört sene önce Erdoğan’ın milletvekili adaylığının yargı kararıyla engellenmesini eleştirdiği için Arınç’ın ve bir Yargıtay kararını tenkit etmesi sebebiyle AKP milletvekili Mustafa Ünaldı’nın tazminata mahkûm edilmeleri de.

Bu babda son örnek, E. Org. Doğu Aktulga için yazdığımız bir eleştiri yazısından dolayı bizim de, Aktulga’nın vârislerince açılan tazminat dâvâsında mahkûm edilmemiz.

Aktulga’nın vefatının ardından yazılan söz konusu yazıda, yakınlarını incitecek en küçük bir hakaret unsuru dahi yer almazken ve yazıda ifade edilen hususların tamamı Aktulga hayatta iken de dile getirildiği halde kendisinin bunlara karşı herhangi bir itirazı ya da dâvâ açma gibi bir girişimi olmamıştı.

Çünkü yazıda dile getirilen hususlar tamamen yaşanan gerçekleri yansıtıyor; Aktulga’nın bulunduğu görevlerdeki uygulamalarını ve 28 Şubat sürecinde üstlendiği aktif misyonu ortaya koyuyordu.

Buna rağmen yazı mahkûm edildi.

Böylece, 4. Dairenin “özgürlükçü” kriterlerinin, basının tümünü kucaklayan bir yaklaşımı değil, bazı yayın organlarını koruyup gözeten bir tavrı yansıttığı izlenimi güçlendi. Ve bu kriterlerin dâvâcı ve dâvâlının kimliğine göre değişen farklı, hattâ çelişkili yorumlara kaynaklık edebildiği görüldü. Yazık...

12.12.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

TC kimlik no



Devlet, sorulduğunda gösterelim diye, adına “Nüfus cüzdanı” da denilen, pvc kaplı, soğuk damgalı bir kâğıt verir elimize; kendisine olan bağlılığımızı, kâğıt üstünde de olsa gösterelim diye.

Onu, üstümüzdeki en dünyevî yere, paralarımızın yanına, “cüzdan”ımıza koyarız;. her ne kadar en tartışmalı yeri, “dini” yazan bölümü olsa da…

Üstünde, sadece devlet tarafından istenen bir fotoğraf türü olan “vesikalığımız” vardır. Ve bu vesikalık, pek çoğumuzun, objektifler karşısındaki tek hatırasıdır.

Devlet, söz konusu, sorulunca gösterilen, kendisine bağlılığımızın delili sayılan bu “kâğıt” için, bizim adımıza bir de numara alır. Fotoğraf için fotoğraf stüdyosuna, başka başka belgeler için muhtarlığa ya da notere gönderen devlet, bu işi kendisi halleder. Hatta halletmek için milyonlarca dolar harcar.

Garip bir numaradır bu. Aslında bütün numaralar, adı üstünde gariptir. O yüzden ortada garip bir şeyler döndüğünde, bu işte bir “numara” dönüyor diye düşünürüz. Ama buradaki tuhaflık o türden değildir neyse ki. Meselâ bu, adına TC Kimlik denilen numaradaki rakamların her hangi bir anlamı yoktur. Telefon numaralarındaki 0’dan sonraki üç haneli sayının ya da plakaların ilk iki rakamının ifade ettiği gibi bir vilayete göndermede bulunmaz. Ama hikmetinden sual olunmaz, mutlaka bir anlamı vardır, deyip fazla kurcalamayız. Sorulunca gösteririz, gerisine karışmayız.

İşte bu, sırrı çözülememiş numaralar, bir gün gelir karışır. Görülür ki, aynı numara binlerce kişiye birden verilmiş. Onlarca kişinin birden fazla numarası varmış.

Siz, başkasının vesikalığını kendi nüfus cüzdanınıza yapıştırmaya kalktığınızda ya da o vesikalıkta iki kulağınız birden görünmediğinde ya da karşıdan değil de profilden göründüğünüzde ya da orijinal fotoğraf yerine renkli fotokopisini orijinal diye yutturmaya çalıştığınızda karşınızı çıkan bürokrasi, böyle durumlarda ortada görünmez.

Ona hesap soramayız, “Git bu numarayı düzelt gel.” “Olmamış, bu numara yanlış, yarın sabahtan yeni numara al, sıraya gir, doğrusunu getir” demeyiz, diyemeyiz, demeyi düşünmeyiz.

Biz sadece sorulunca gösterir; bir elimizdekine, bir yüzümüze bakan resmî görevliyle göz göze gelip, geçer gideriz.

12.12.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Sezer’e teklif



Geçen günkü yazımızda hükümet kanadına bir çağrıda bulunmuştuk.

Demiştik ki:

Hükumet, Kanaltürk’ün sahibi Tuncay Özkan’ı Cumhurbaşkanı Sezer’in onayına sunsun.

Sezer hemen kabul edecektir.

Ve:

Ak Parti Grup Başkanvekili Eyüp Fatsa teklifimize sıcak baktı.

Diyor ki:

“Sezer Kanaltürk’ün sahibi Tuncay Özkan’ı atasın da rahatlasın.”

Çünkü:

“Cumhurbaşkanı gerekçe açıklamıyor. Suçları yoksa Sezer’in taraflı davrandığı ortada..”

Bilindiği gibi, Sezer bir rekor kırmıştı ve Tuncay Özkan’ın sahip olduğu Kanaltürk’ün yıldönümü kutlamasında tam 4 saat 10 dakika kalmıştı.

Cumhurbaşkanlığı devletin en tepesinde bulunan bir kurumdur.

Çözüm üretmek için vardır, sorun için değil.

Sadece TRT’nin değil, birçok “genel müdürlük” meselesinde hep “sorun” üretmiştir.

Giderayak bari problem olmasa.

EĞİTİM GÖNÜLLÜLERİNE ÇAĞRI

Bazı TV kanalları “okul kampanyası” başlatarak, okulları yeniliyor.

Bu konuda sözkonusu kanal sahiplerini kutluyor, tebrik ediyoruz.

Zaman zaman bize de mesajlar geliyor

Bir tanesi var ki, bunu nazarınıza sunmadan edemeyeceğim.

Birlikte okuyalım mı:

“Davut bey, ben Mardin’in Midyat ilçesine bağlı Hanlar Köyü’nde geçici sınıf öğretmenliği yapıyorum. Köyümüzün okulu, bakıma muhtaç bir vaziyettedir.

“Gerçi daha önce sağolsunlar Kaymakamlığımız tarafından tadilat görmüştü fakat yeterli olmadı.

“Benim de aklıma siz değerli büyüklerim geldi. Belki sizin de bir katkınız olur diye düşündüm. Dileğim o ki bizlere yardımcı olursunuz. Köyümüz malumunuz Güneydoğu Anadolu da bulunmasından dolayı geçmişte gerek terör korkusuyla gerekse diğer etkenlerden ihmal edilmiş bakımsız bir duruma gelmişti. Yeni yeni bakım yapılıyor. Okulumuz birleştirilmiş sınıf uygulamasıyla eğitim ve öğretime devam etmektedir. Okulda 2 öğretmeniz ve zor şartlar altında görev yapmaktayız. Ben öğrencilere biraz daha faydalı olurum diye okula ait lojmanda ikamet ediyorum. Cumartesi ve Pazar günleri 1. sınıflara ders vermeye çalışıyorum. Biliyorum ki 1. sınıf çok önemli ve de en temel sınıftır. 2-3-4-5. sınıfların temeli son derece düşük. Kendini ifade edemeyecek kadar geri kalmışlar. Benim de aklıma hem okul araç gereçleriyle bu kardeşlerimize biraz daha eğitim vermek hem de okulumuzun fiziksel ihtiyaçlarını sizlere arz etmek üzere belki yardımınız dokunur diye böyle bir e-mail gönderiyorum.

1. Okulumuzun tuvaletlerine su şebekesi çekilecek. Bundan dolayı tuvaletlerimize musluk, pis su boruları lavabo vesaire lazım.

2. Okulumuzu dış cephesine boya gerekmektedir.

3. Okulumuzun kapılarına, kapı kolları kilit ve boyaya ihtiyacı vardır

4. Okulumuz için ders araç ve gereçleri lazım.

5. Fen ve teknoloji araç ve gereçleri

7. 1. sınıflar için seviyelerine uygun hikayeler, defter silgi, kalemtraş, çeşitli eğitim dergileri vesaire lazım.

8. 2-3-4-5.sınıfların da seviyelerine uygun hikâyeler, defter silgi, kalemtraş, çeşitli eğitim dergileri vesaire lazım.

9. 2 top a4 kağıdı, tel zımba, delgeç, çeşitli klasörler..

10. Elektriğin düzensizliğinden bilgisayarımız milli eğitimde. Bunun için yükseltici lazım

11. Beden eğitimi ders araç ve gereçleri...

“Davut bey bunlardan bize yapabileceğiniz yardımlar için şimdiden teşekkür ederim. Umarım vaktinizi almamışımdır. Midyat’tan selamlar.”

Sevgili öğretmen dostumuz zor şartlar altında “yardımseverleri” yardıma çağırıyor. Telefon da bırakmış. Arzu eden hayırseverler bilgi için bizimle irtibat kurabilir.

Ne diyelim? Elçiye zeval olmaz!

12.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Milletle alay etmeyin!



Dünyanın ömrünün çoğunun gidip, çok azının kaldığını ve ‘ahir zaman’ı yaşadığımızın farkındayız. Ancak, buna rağmen bazı hadiseleri kavramakta güçlük çekiyoruz.

Meselâ, Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu Genel Başkanının çeşitli ‘ek ödenek’lerle 25 bin YTL (eski hesap, yazıyla: Yirmi beşmilyar TL) maaş aldığı ortaya çıkmış. (Zaman, 9 Aralık 2006)

Aradan bir gün geçiyor ve benzer şekilde ‘kıyak maaş’ alan başka yöneticilerin varlığından da haberdar oluyoruz. Buna göre, Merkez Bankası eski Başkanları 30 bin YTL (otuz milyar TL) ‘emekli maaşı’ alıyormuş. Liste uzayıp gidiyor ve ‘emekli’ odacının da 900 YTL (dokuz yüz milyon TL) maaş aldığı ifade ediliyor.

Böyle adaletsizliklerin yaşandığı bir yerde, kime ne diyeceksiniz? Tabiî ki bu konu bu günün meselesi değildir. Geçmişe dayanan hataların birikimiyle işler bu noktaya gelmiş. Burada ‘yüksek maaş alan’ın da suçu var elbette, ama bu maaşları ‘veren’ ya da verilmesine göz yuman ‘idareciler’in hiç mi kabahati yok? Ya da, asıl kabahat onlarda mı?

İlgili haberde şu bilgiler dikkat çekiyor: “Başbakanlık Teftiş Kurulu, Merkez Bankası Vakfı’nın 1995’te bankadan aktarılan 4.7 milyar YTL’lik kaynağı krizde kazanca dönüştürüp üyelere yüksek maaş ödediğini saptadı.

“(...) Kamuda sosyal adaleti sarstığı belirtilen bu vakıftan eski Başkan ve Yönetim Kurulu üyelerine 30 bin YTL emekli maaşı ödendiği, odacının bile 900 YTL ikinci emekli maaşı aldığı ortaya çıktı. Vakfa aktarılan kamu kaynağının Banka İdare Meclisi üyelerinden tahsili ise zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle mümkün olmadı. (...) Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 29 Aralık 2005 tarihli ‘olur’ yazısıyla başlatılan inceleme sonucunda ulaşılan tesbitler şöyle:

“*(...) Bu vakıflar, kaynak sorununu aşabilmek amacıyla ihale mevzuatındaki katı hükümlerin dışına çıkarak daha kolay harcama yapabilmek için kuruldu. *Kaynak israfına yol açan bu vakıflar zamanla üyelerine yüksek miktarda emeklilik ve ikramiye öder duruma geldi, amaç dışı kullanımlar ve suistimaller ortaya çıktı. *İhtiyaç sahiplerine yardım amacıyla kurulan bu vakıf ve derneklerden bazıları zamanla vakıf anlayışının değişmesi ve yozlaşması sonucu yasal dayanağı olmadan zorunlu bağış toplayan örgütlere dönüştü. Devletin bina, araç ve gereçleri ücretsiz, sembolik ücretler ödenerek kullanıldı. Ticarî faaliyetleri büyüdü.” (Sabah, 10 Aralık 2006)

Demokrasi ile idare edilen, ‘hesap sorma’ sisteminin işlediği hür ve açık bir rejimde böyle şeyler olabilir mi? Diyelim ki oldu, buna sebep olanlara hesap sorulmaz mı? Bırakalım ‘asgarî ücret’le çalışan milyonları, ‘yüksek maaş’ aldığı kabul edilenlerle bile alay eden bu uygulamalara nasıl imkân tanınır? Kendilerine bu imkânlar sunulan kişiler, gönül huzuruyla bunu nasıl kabullenirler?

Sadece iki kurumdan verilen örnekler. Kimse benzer yanlışların olmadığını ve halen de devam etmediğini düşünmesin. Muhtemeldir ki, onlarca kurum ve kuruluşta bu ve benzeri yanlışlara imza atılmıştır ve atılmaya da devam ediyordur. Vatandaşın bunları bilmesi elbette mümkün değildir. Sorumluluk, milletten yetki alan siyasî iradededir. Böyle yanlışlara imkân tanınmamalı ve hukuk içerisinde gerekli hesaplar sorulmalıdır.

Bu yapılamadığı sürece bir-iki kişi ya da kurum ‘günah keçisi’ muamelesi görür ve sistem içten içe çürümeye devam eder. Bu uygulamalarla milletle de açıkça alay edilmiş oluyor.

Lütfen, bari bu milletle alay etmeyin!

12.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Minare ile çankulesi (1)



Senkretik alanlar yozlaşmaya davetiye çıkardığı gibi buluşma ve ayrışma alanları da tespit edilemezse bu da kargaşaya ve onun ötesinde rekabet ve zıtlaşmaya yol açabilir. Bu damarları besleyebilir. Samimiyet üzerinde bir güven ortamı inşa edilemezse kaçınılmaz ikili ve çok yönlü ilişkilere rekabet ve zıtlaşma damgasını vuracak ve kaçınılmaz olarak bu hava hakim olacaktır.

Beytüllahim’de Mehd Kilisesi’nin karşısında yer alan Şehabeddin Vakfına kocaman bir cami projesi de güzel güzel geçinen yöre Müslüman ve Hıristiyanlarının arasını açan bir unsur haline gelmiştir. Burada iki taraf da kusurludur. İsrail de el altından bu sürtüşmeyi körüklemeye kalkışmıştır. Hıristiyanlar şeairlerinin veya sembol kiliselerinin tam da karşısında yer alacak bir camiyle gölgelenmesine itiraz etmişlerdir. Müslümanlar da hakları olan bir şeyde ısrar etmişler ve mesele kemikleşerek, kronik hale gelerek iki toplumun güzel ilişkilerini gölgelemeye başlamıştır. Bunun nedeni hakkı tek yanlı olarak düşünmektir. Tek yanlı hak düşünceis başkasına hakkı hayat tanımaz. Burada orta bir yol nasıl temin edilebilir? Öncelikli olarak, iki toplum arasında güven inşa etmek gerekir. İkinci olarak da, bunu ikna çabaları izlemelidir. Bunun da ötesinde kalıcı barışın temini için zihinlerdeki cami-kilise zıddiyeti kalkmalıdır. Bunun için de, inanç zemininde bir buluşmaya, barışmaya ihtiyaç vardır. Bu da karşılıklı samimiyet ve şefkatten geçer. ‘Üçüncü bir yılın ilahiyatı’ derken aslında Hans Küng gibiler buna işaret etmekteler. İslâmiyet Batıda çoğulcu bir yapının içine katılmadan bu anlayış zemini temin edilemeyecektir. Beytüllahim’deki durum bir istisnadır. Şarka gittiğinizde Saraybosna’dan başlayarak tarih içinde cami, kilise ve havraların yanyana yükseldiğini ve durduğunu göreceksiniz. Minare ve kule yanyanadır. Sıkıntının kaynağı, Batının modern zamanlara kadar bu anlayışla tanışmamış olmasıdır. Şarkta ise ulus devletleriyle birlikte din anlayışı da ulusallaşmıştır. Bunun nedeni de yine Fransız Devrimi yani Batı’dan gelen rüzgârlardır. Bu bakımdan başörtüsüne itiraz eden ‘ulusal İslâmcılar’ aynı şekilde kilise veya ekümeniklik meselesine de itiraz etmektedirler. Rahşan Ecevit’in misyonerlik faaliyetleri karşısında ‘din elden gidiyor’ dediğine hepimiz şahidiz. Aynı nedenden dolayı kimi gazeteler ziyaret zemininde ‘İslâmcılar Papa’nın müttefikleri’ tabirini kullanmışlardı. 28 Şubat süreci başlamadan Erbakan başbakan iken İtalya ile Refahyol hükümeti arasında da bir diplomasi trafiği yaşanmış ve kimileri buna da ‘dinî diplomasi’ demişlerdi. Ortak bir anlayış zemini geliştiremezsek veya en azından buluşma ve ayrışma zeminlerini çatışmadan uzak tutamazsak iki toplumun ilişkileri sağlıklı bir mecraya kavuşamaz. Bunun sonucunda her sembol bir zıtlık ve rekabet konusu haline gelebilir.

***

Şehabeddin Vakfiyesi üzerinde kurulacak cami ile Mehd Kilisesi yarışır. Onun ötesinde Batıda yükselen yeni minareler eski çankuleleriyle irtifa yarışına girebilirler. Başörtüsü haçla yarışır. Bunları önlemenin yolu ortak kökende buluşmak veya bu çerçevde bir anlayış geliştirmektir. Beytüllahim’deki gelişmenin bir benzerine bazı Batılı şehirlerde de rastlanıyor. Almanya Katoliklerinin ve Bavyera eyaletinin merkezi Münih de bunlardan birisi. Şehrin yüzde onunu teşkil eden Müslümanlar ve onların da kahiri ekserisini teşkil eden Türkler St. Korbinian Kilisesinin tam da karşısına minareli muhteşem bir cami dikmek istiyorlarmış. Ama Almanya’da Katolikliğin merkezi ve sembolü olan Bavyera’nın kimi sakinleri bu projeye muhalefet ediyorlarmış. Proje üzerinden Müslümanlarla gayri müslimler mahkemelik olmuşlar. Projenin iptali meselesinde başı da Regensburg konuşması öncesinde Papa’yı ağırlayan ve ona mihmandarlık yapan bölgedeki Hıristiyan Demokratların lideri Edmund Stoiber çekiyor. Yeşiller ve Sosyal Demokratlar muhalefet etmezken nedense Hıristiyan Demokratlar, ‘Çankulesinin karşısına minare dikilmez’ diyorlar. Bereket Münih Belediye Başkanı Christian Ude insaflı, geniş yürekli biri, ondan maada Türkiye’de okumuş ve Türklere özenerek bıyık bırakmış bir Alman. Papa gibi Türk misafirperverliğinden etkilenerek bir numaralı cami savunucusu haline gelmiş. Fakat ‘İnsan bilmediğinin düşmanıdır’ fehvası gereği camiye dost olmayan ve istemeyenler de var. Yani ulaşamadıklarımız da var. Kiliseye gidenlerden bazıları ‘Caminin yanında ibadet ederken huzur bulamamaktan korkuyorum’ diyor. İşte bu, bir fobi. Bundan hepimizde biraz var. Hepimiz de bizarız. Karşılıklı olarak bunları nasıl aşmalı? Akillerin üzerinde düşünmesi gereken bir mesele. Münih halinde uzun bir dönemden beri çalışmakta olan Helga Schandly İslâma ve Türklere karşı olmadığını ve birinci elden entegrasyon tecrübesini yaşadığını söyleyese de ‘Camiye hayır’ kampanyasının başını çekiyor. Niye camiye karşı kampanyanın başını çektiğini şöyle özetliyor: “Bu bir provokasyondur. Çankuleleri yeni barok tarzı mimari anlayışıyla yapılmış St. Korbinian Kilisesinin karşısına koskocaman egzotik minareleri dikecekler." Bu sözler eşliğinde adeta feryad ediyor. "Bunun samimi dindarlıkla alakası yok bu bir güç gösterisidir.” diyor. Ölmeden önce Papa ile görüşen Fallaci de kendi şehrinde bir İslâm merkezi inşa edilmesi girişimi karşısında benzeri tepkileri göstermişti. Demek ki bu sözler, kimilerinin ortak duygusunu yansıtıyor.

***

67 yaşındaki Schandly bunu, bir İslâm sembolünün Hıristiyanlık sembolü karşısına dikilmesi ve dolayısıyla şeair ve semboller yarışması olarak görüyor. Bu yarışmanın da bir gün kızışmaya dönüşeceğini düşünüyor. Kimilerimiz de aynı şekilde Patrikhane’nin ekümeniklik iddiasına ve papa’nın Ayasofya ziyaretine aynı gözle bakıyor. Halbuki birbirimize güvenebilsek mesele kalmayacak. Papa Ayasofya’yı yeniden Hıristiyanllaştırma iddiasının ötesinde orayı tarihî bir yapı ve hatıra olarak ziyaret etse mesele kalmayacaktır. Bunları aşmak için evvelemirde birbirimizi anlamamız lazım. NYTimes’den (In Munich, provocation in a Symbol of Foreign Faith , 8 December 2006) Michaela Handrek’in yazısına göre Almanya’da Müslümanlarla Hıristiyanlar birçok meselede sürtüşme içine girmişler. Bu nedenle, Korbinian Kilisesinin karşısına mücessem ve devesa bir cami yapmak bu sürtüşmenin bir uzantısı olarak kabul ediliyor. Çoğulculuğu hazmedememiş ve içlerine sindirememiş kimi Almanlar, Alman şehirlerinde bu tarz ‘yabancı bir inanç’ın sembolü olan minarelerin yükseldiğini ve bunun da ‘Hıristiyanlık tehdit altında’ duygusunu köreklediğini ileri sürüyorlar.

12.12.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

“Bürokratik Cumhuriyet”ten demokrasiye



“Devlet adamı” lâfını çok duyarız da, “millet adamı” tabirini bilmeyiz bile. “Devleti iyi bilir” nitelemesi ile bürokratın kasavetli duruşuna bir okka iltifat da biz katarız, lâkin “insanı iyi bilir” takdirini hak edeni çok fark etmeyiz.

“Güçlü devlet geleneği” ile övünürüz de, bu övüncü içten kabullenen kaç vatandaşa, devletin bürokratları olarak nasıl bir muamele yaptığımızı fazla düşünmeyiz galiba.

Bürokratın “masa-kasa-yasa” üçgeninde vazgeçilmezliğini ve bilgi birikimini bir sonraki terfi için basamak yaparken, acaba milletin genel terfisi için kendisine teşekkür edilmese de görmek istediği kaç işe zaman ayırır?

Acaba tavassutsuz, üst düzey bürokratlarla ne kadar rahat görüşebilirsiniz? Sizi ne kadar dinlerler? Sekreterleri üzerinden bağlanmak istediğiniz bir “üst düzey”e ne kadar rahat ulaşabilirsiniz? Bitmeyen senfoni ile “toplantıda” beyanı ne kadar inandırıcı gelir size? Bu sözü diline pelesenk eden hanımefendi bile ne kadar inanarak söyler?

Sonra “Biz size döneriz” sözünü duyduğunuzda, güven duygunuz kabarıyor mu? “Döneriz” tabiri maksada uygunluğunu nasıl tahakkuk ettiriyor? Es kaza size dönüldüğünde, sizin randevu talebiniz karşısında “Uygun bir zamanda görüşelim” kıvırmasıyla ve sizi de önemsediğini belirten ezberle hangi amacınıza ulaşabilirsiniz?

Bürokrat, pratik düşünerek, “Buyurun sizi dinliyorum” dediğinde telefonla talebinizi aktardığınızda, bulunduğu ortamda bir kamerayla gözlemlense, acaba sizinle hemhal bir fotoğraf çıkar mı?

Dahası, “Bu konuyu bir araştırayım, size bilgi vereyim” dediğinde, siz de “zahmet olacak” mukabelesinde bulunduğunuzda, yeni dönem bürokrasi diliyle “estağfurullah” sözcüğünü duysanız bile, gerçekten size bilgi demeti sunulur mu? Sunulduğunda bile işinize yarayan bir çözüm var mıdır? Sadece boca edilmiş karmaşık bilgi yığınağı mı oluşur?

“Yarın bir daha görüşelim” umudunu aldığınızda ise o gece—eğer safsanız—rahat uyumanın keyfiyle sabah aradığınızda, karşınızdaki ses “beyefendi il dışında” diyorsa, yine iyi niyetle “herhalde acil bir durum söz konusu olmuş” düşüncesiyle bir başka uygun zamanda arama güvencesi alarak telefonu kapatıyorsunuz.

Farz edin, sizi kabul ettiler, dinlemeye başladılar. Acaba sizde merak ettikleri, isteğiniz ve içinden çıkılmaz zorluğunuzun ıztırabını hafifletici bir odaklanma mı olur, yoksa mevzuat efendinin bildik tebliği mi öne çıkar?

Bir şey daha, sizin kimlik, kişilik, referans, soy, sop, memleket, kimden ve kimlerden olduğunuzdan, tanıdık, bildik bir sima veya şahsiyetle gölge kabilinden bile olsa bir bağınız, ağınız var mı, yok mu, sonrasında ne işine yarayacağınıza kadar uzun ve akıllı, bazen de pratik ve kestirmeden bir yoklamadan geçirilmeniz ise işin en tabiî yanı.

Bir de, heyecanla konuşmanızı tamamladıktan sonra “Bir bakalım. Biraz düşüneyim” deniliyorsa, Allah’tan Hazret-i Eyüb’ün sabrını isteyin.

Bürokrasi, bir anlamda umut tacirliği olmuş. İnsanların işini görmekten ziyade görüyormuş algısı kazandırma san'atına dönmüş. Politik aklın pratiği olmuş. Yani duble siyaset üreticisi. Vatandaş değil, vatandaşın seçtiği ve onun da kendisini seçmesinden kaynaklanan iki katlı seçim sonucu üstlendiği “yüksek rolün” topuklarını yere vura vura gücünü hissettirme yarışı olmuş.

Haksızlık etmeyelim. Yeni versiyon bürokrat daha “akıllı, hesaplı ve görünüre bulaşmayan” bir stratejinin “çözüm ortağı” olmayı yeğlemiş; “Bugün git yarın gel” yerine, “Bugün gelme, yarın da meşgulüm, sonra görüşürüz”e dönmüş.

Cumhuriyetin halk egemenliği, otokrasinin ve bürokrasinin “kaynak ve bilgi” merkezine oturmasına dayalı tehdidi ve vatandaşın kendini güçsüz görmesi, “efendim”i enflasyona çevirirken, “peki”yi azdırıyor, “anladım”ı yok ediyor. Buyurgan yetki ve imtiyazla kıvrak zekânın ilkesiz dayatmaları sizi ezip geçiyor.

Kalıpların bağnazlığı ve kuralcı oligarşi “çözüm”ü öğütürken, kendi sürecini ve ömrünü uzatıyor.

Vatandaş odaklılığa inanan beri gelsin. Gerisi “âli menfaat”tır. Bürokrasi demokrasiye emanet edilene kadar devam edecek sorgulama zihinleri çözerse, çare yakındır.

Yoksa sabırlı olmaya devam...

12.12.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Tabular ve tabucular



Tabu olarak kabul edilen bir kişi veya fikir hakkında objektif bir değerlendirme yapmak mümkün değildir. Tabular her zaman beğenilmek ve körü körüne kabul edilmek için vardır. Akıl ve fikir zâviyesinden, düşünce hürriyeti açısından tabulara bakamazsınız. Böyle bir şey yaptığınız takdirde tabucular tarafından linç edilirsiniz, topa tutulursunuz. Ellerinde güç varsa hemen kaba kuvvetle susturulmaya çalışılırsınız.

Tabuculuk insanın yüce idealleriyle uyuşmaz. İnsanlık fıtratı her zaman düşüncede ve fiilde ilerlemeyi isterken, tabuculuk hep geride kalan, geçerliliği bulunmayan düşünceleri savunur. Bunlar karşı fikirlere saygı duymaz, herkesin düşüncelerini açıklama özgürlüğünü kabul etmezler.

Tabu sahipleri kendilerini herkesten daha çok ilerici olarak gösterseler de, aslında asıl gerici olanlar onlardır. Onlar gerçekten Avrupa Ortaçağ zihniyetinin temsilcileridirler. Aynı şekilde onlarda da, ismi farklı olsa da aforoz sistemi uygulanmaktadır. Bazı karşı görüş sahiplerini ellerinden gelirse gözlerini kırpmadan giyotinlerden geçireceklerdir.

Bulunduğu ortamda tabulaştırılmış zihniyet, menfaat zeminini sağlıyorsa, çıkar peşinde olan insanlar hemen tabu taraftarı kesilirler. Riyakârlık, tabulu ortamlarda had safhadadır. Rejimde ve devlet yönetiminde etkili olan tabular, toplumdaki insanların ikiyüzlülükle büyümelerine sebep olmaktadır. Çünkü baskıcı rejimler kendi varlıklarını devam ettirmek için tabulara bağlılığı şart koşarlar. İnsanların büyük bir kısmı da menfaat sağlamak ve başını belâya sokmamak için tabuların peşinden koşmakta bir beis görmezler.

Dünyanın gelişmiş, medenî ülkelerinde tabuculuk zihniyeti büyük ölçüde yok olmuştur. Tabuculuk geri kalmış ülkelerde daha çok bulunmaktadır. Dikta rejimleri için tabu, önemli bir ayakta kalma dayanağıdır.

Bir insan ben hem medenîyim, hem de inandığım değerlere herkes inanmak mecburiyetindedir diyemez. Bir zihniyet mensubu, biz hem ilericiyiz, hem de kimsenin sevdiğimiz kişi hakkında eleştirilerde bulunmasına izin vermeyiz diyemez.

Düşüncelerinin eleştirilmesine tahammül edemeyen ve karşı düşünce üretme ve ifade etme melekesine sahip olmayanlar çağın gerisinde kalmış kimselerdir. Böyleleriyle toplum iyi bir yere varamaz. Bunlar, içinde bulundukları toplum için bir talihsizliktir.

Düşünce hürriyetinden korkan ve tabu haline getirdikleri şahsiyetlerin yaptıklarını ve düşüncelerini kanun zoruyla korumaya çalışan insanlar, medenî toplumlar içinde yer alma güçlerini kendilerinde bulamazlar. Bunlar, her zaman insan düşüncesine değer veren ve kabul etmedikleri düşüncelere bile saygı duyan çevreler tarafından dışlanacaklardır.

Kendi düşüncelerinden emin olan, aklî ve mantıkî yaklaşımlarla düşündüklerinin doğruluğunu savunabilen insanlar tabuculuk zihniyetine hiçbir zaman taraftar olmazlar. Düşünce zavallıları başkalarının kendilerini tenkit etmesinden, serbest müzakere zemininin oluşmasından korkarlar. Çünkü kendilerini savunma güçleri bulunmamaktadır.

İslâm inancı tabuculuk zihniyetini kabul etmemektedir. Bu inanç sisteminde insanların zorla birisini kabul etmesi, zorla birisinden yana olması yaklaşımı bulunmamaktadır. Akıl ve mantık en güzel bir şekilde İslâm düşünce sisteminde yerini almıştır.

İslâm, gönüllere hitap etmektedir. İslâm; diktatörlüğü, fikrin kaba kuvvetle kabul edilmesini istemez. Çünkü bu yüce dinin düşünceye kazandırdığı aydınlık, karanlıkları netice veren baskı ve zorlamalara yer vermemektedir.

Kur’ân-ı Azîmüşşan’da insanlar her zaman düşünmeye teşvik edilmektedir. İslâmın yüce Peygamberi, insanlığın medar-ı iftiharı olan Muhammed (asm) “Bir saat tefekkür, bir senelik nafile ibadetten hayırlıdır” buyurmuştur. İslâm nasslarının hiçbirisinde körü körüne inanmak bulunmamaktadır. Düşüncenin yasaklanması, düşünenlerin cezalandırılması diye bir hadise, İslâm literatüründe bulunmamaktadır.

Ama gelin görün ki, bugün tabularıyla ayakta kalmaya çalışan dikta zihniyetliler, kendilerine ilerici, İslâmın mensuplarına ise gerici ismini vermektedirler. Aynen ev sahibini bastıran yavuz hırsız misâli gibi… Ne gariptir değil mi?

12.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Toplumsal huzurun reçetesi



Hz. Ömer’in (ra), İslâma hizmet söz konusu olduğunda, “Bana adam lâzım”; Ebû Ubeyde’nin isteği üzerine Hz. Ka’ka’yı yardımcı olarak gönderirken de, “Sana bin adam kuvvetinde bir adam gönderiyorum” dediğini biliyoruz. Bediüzzaman’ın, bir talebesine yazdığı mektupta, gayyur talebesi Atıf’ı kastederek, “Kemmiyete [sayı çokluğuna] ehemmiyet verilmez. Sen o havalide bir tek Atıf’ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir” dediği malûmdur.

Gerçekten her yerde hizmetler böylesine yetenekli, gayyur, fedâkâr hizmet erleriyle yürüyor.

Elbistan’da olduğu gibi bir gün sonra, “Toplumsal Huzurun Şifresi” isimli konferansı vermek için Köprü Sanat, Eğitim ve İletişim Derneğinin dâveti üzerine gittiğimiz İzmit/Gebze’de de aynı hakikatin tecellilerini gördük. Gönül erleri ne ölçüde canla başla hizmete sarılırlarsa Allah o ölçüde önlerini açıyor, imkânlar ve kolaylıklar sağlıyor.

Açtığı “Al Götür Oku Getir” kütüphanesiyle güzel hizmetlere imza atan Elbistanlı Abdülkadir Bey gibi Gebzeli dostlar da istişareye dayalı faaliyetleriyle bir kaç katlı güzel bir bina kiralayarak değişik ve güzel hizmetlere mühürlerini basmışlar. Derneğin bir katını sohbetlere, bir katını kütüphane açıp öğrencilere, bir katını kültürel faaliyetler için seminer ve konferanslara tahsis etmişler.

9 Aralık Cumartesi günü saat 14.30’daki konferansımızda erkek ve kadınların doldurduğu konferans salonunda müdakkik bir dinleyici grubuyla birlikteydik. Toplumsal huzuru sağlayacak reçeteyi sunmaya çalıştık. Barışın, huzurun kaçtığı günümüzde bu reçeteye ne kadar muhtaç olduğumuzdan, bunun Kur’ân eczahanesinde mevcut ve bütün meselenin onu kullanmaktan ibaret olduğundan bahsettik.

1927’de Avrupa’da toplanan Hukuk kongresinde Resûl-i Ekrem’i (asm) insanlığın kurtarıcısı olarak gösteren Bernard Shaw; yine insanlığı, içerisine düştüğü anarşi, terör ve bunalımlardan Hz. Muhammed (asm) gibi, onun ahlâkı ve tarzında bir kimsenin kurtarabileceğini belirttiğini, bütün asırlara hitap eden Kur’ân’ın bu asrın hastalıklarına da ilâç sunduğunu örneklerle anlattık. Denizli canavarı gibi üç-dört adamı öldüren, Kasap Tahir gibi kafa uçuran canileri yola getiren manevî ilâçların tedavî edemeyeceği hastalığın bulunmayacağını izah ettik.

Akşam da Köprü Sanat, Eğitim ve İletişim Derneğinde yaptığımız sohbette sevgiyle, sevgiyi Allah adına kullanmakla ilgili 32. Söz’ün Üçüncü Maksadından ilgili bölüm üzerinde durduk. Sevginin hükmettiği yerde dostluk vardır, barış vardır, huzur vardır.

Bu arada dostlarla görüştük, hasret giderdik.

Kısacası huzur için Kur’ân hakikatlerine muhtacız.

12.12.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hürriyet imanın özelliğidir



Günümüz dünyasının temel meselesi hak ve hürriyetlerdir. Tüm insanlığın ortak paydası din değil, hürriyettir. Çünkü, her toplumun dini, inançları farklıdır. Şu halde, inançlı, inançsız, Müslüman, Hıristiyan veya başka dinlere mensup olanların da temel konusu hürriyet olmalı.

Ne yazık ki, entelektüellerimiz, hattâ mütedeyyin ilim adamlarımız hürriyetin, demokrasinin imânın da bir özelliği olduğundan habersiz, zihinleri esaret zincirleriyle örülü. Oysa, hürriyet/demokrasi hepimiz ve bilhassa dindar insanlar için de önemlidir. Bediüzzaman Said Nursî, bir asır önce; hürriyetin imânın özelliği olduğuna işaret ederek, ancak Allah’a iman ile asıl hür olunabileceğini söyler.

Yüce Yaratıcı dünyayı hürriyet üzerine kurdu, desek mübalâğa olmaz. Zirâ, imtihan olabilmemiz için hür olmamız gerekir. Gönderilişimizin sebebi imtihan. İmtihanın gerçekleşebilmesi için de “hür irâde” lâzımdır. Dolayısıyla, yaradılış ve dünyaya gönderişimizin özünde serbestlik vardır. İnsanın en tabiî hakkı, düşünce, inanç ve ibâdet hürriyeti olmak üzere her türlü hak ve hürriyetleridir.

Hürriyet, “Rabbinin lütuf ve ihsanı, hiç kimseden men olunamaz”1 âyetiyle, “Atiyye-i Rahman”, yâni, Rahman olan Cenâb-ı Hakkın, inanan-inanmayan istisnasız bütün insanlara bir bağışıdır. Doğuştan bahş edilen “hayat” hakkı gibi, sâir hak ve hürriyetler dokunulmazdır.

* Müslümanlık, kula kul/köle olmayı değil, yalnız Allah’a “abd” olmayı, Onun karşısında kıyamda durmayı, yalnız Onun huzûrunda rükua varmayı, yalnız Onun emriyle secdeye kapanmayı gerektirir. Allah’a inanan, Onun her yerde hazır ve nazır olduğunu bilen, her şeyi gördüğüne, her şeyden haberdâr olduğuna, Lâtîf, Allamü’l-Guyûb olduğuna inanan bir mü’min, imânı, anlayışı, bilgisi derecesinde haklara riâyet eder.

* Meleklere imân eden, onların İlâhî bir kameraman ve kâtip gibi bizi takip ettiğini ve her hareketimizi yazdığını bilen biri, haksızlık yapamaz, kimseyi incitemez.

* Kitaplara inanan, onlardaki hak ve hürriyet meselelerine önem verir.

* Kur’ân baştan aşağı haklar manzumesidir.

* Resûllere inanan da, onların vermiş olduğu hak ve hürriyet mücâdeleleriyle kendisini özdeşleştirir. Hak ve hürriyetler, peygamberler vasıtasıyla ders verilmiştir. Binlerce hadis, hak ve hürriyetleri sıralar. Veda Hutbesi haklar manzûmesidir. İmân ve İslâm şartları hak ve hürriyetleri gerektirir. Peygamberlere bile, inanç ve fikir açısından herhangi bir baskı, zorlama yapma hakkı verilmemiştir.

* Âhirete imân; hesap, adâlet, mîzan, cezâ gününün geleceğini kesin olarak bilmek ise, ona göre hayatına yön vermek demektir.

* Kadere îman, insanın, mes’ul olduğu işlerde alabildiğine serbest irade sahibi, bütün fiil ve hareketlerinde hür olduğunu anlatır. İnsanlığın ortaya çıkabilmesi ve insanın tâbi tutulduğu imtihanın gerçekleşebilmesi için, “cüz’î irade/hür irade” dediğimiz bir serbestlik verilmiştir. İnsan, mes’ul tutulduğu hususlarda hiçbir zorlanmaya veya baskıya maruz kalmaksızın, istediği gibi hareket edebilir: “...Dilediğinizi yapın; muhakkak O yaptıklarınızı hakkıyla görür” âyeti, her türlü hakların kaynağıdır. İsteyene, dilediği gibi hareket etme hürriyeti tanınmaktadır.

İmân esasları, hak ve hürriyetler düşünce dünyamıza yerleştikten sonra, İslâm şartları da pratiğe dökülür. İnsanın yalnız Allah’ı Rab tanıması gerekir. Yalnız Allah’tan korkması gerekir. Namazlarını düzenli olarak kılan bir mü’min, günde beş vakit namazda, 40 defa tekrarlar: “Yalnız Sana ibâdet eder, yalnız Senden yardım dileriz.”2

Böylece, insanların kalb ve dimağlarının ufkuna ekilen hak ve hürriyetler, bir kartopu gibi, akıldan akıla, gönülden gönüle, zamandan zamana, devirden devire, asırdan asıra, toplumdan topluma, kitaptan kitaba yuvarlanarak büyümüş ve bugünkü şeklini almıştır. Bütün bu gerçekleri bize bildiren, aklımıza ve zekâmıza kapı açan dindir.

Dipnotlar: 1. İsrâ Sûresi: 20.; 2. Fâtiha Sûresi: 3.

12.12.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Seksen yıllık ilericilik-gericilik trendi



12 Aralık 1925: Millet Meclisinde bir konuşma yapan Başbakan İsmet Paşa, son "gericilik olayları" hakkında geniş mâlumat verdi.

Paşa, kendince hepsi de tertip eseri olan hadiselerin büyük ölçüde bastırıldığını, suçluların en ağır şekilde cezalandırıldığını söyledi.

İsmet Paşanın bu konuşmasında kast ettiği gericilik olayları, başta "Şeyh Said hadisesi" olmak üzere, "şapka giyme mecburiyeti"ne karşı duyulan alerji ve rahatsızlık sebebiyle bir çok vilayette gösteriye dönüşen olaylardır.

O günün moda tabiriyle, şapka giyenler "ilerici", giymeyen veya giyilmesine karşı gelenler ise kesin olarak "gerici"dir; hatta yobaz ve mürtecidir.

Bu tuhaf damgacı modanın dinamik ömrü 25 yıl (1950'ye kadar) sürdü; statik ömrü ise, henüz yeni yeni doluyor.

Özellikle, son günlerde peşpeşe cesurâne açıklamalarda bulunan bazı aydınların "1925–50 arası" dönemi tarif ederken, bunun ilericilikten çok "gericiliğe tekabül ettiğini" söylemeleri, 80 yıllık ilericilik–gericilik modasının günümüz Türkiye'sinde yavaş yavaş tersine dönmeye başladığını gösteriyor.

Sertlik yanlısı hükûmet

11 Şubat 1925'te Şeyh Said hadisesi patlak verdiğinde, devlet yönetiminde Başbakan Fethi Okyar kabinesi vardı.

Bu kabine, hadisenin mümkün olduğunca fazla kan dökülmeden yatıştırılmasından yanaydı.

Ancak, o günkü Meclis çoğunluğu sertlik yanlısıydı ve âsilerin üzerine olabildiğince yıkıcı bir kuvvetle gidilmesini istiyordu.

Fethi Okyar ise, görüşülmekte olan "Takrir–i Sükûn Kànunu"na dayanılarak, özellikle Şark vilayetlerinde bir katliâma girişilmesinden korkuyordu ve böyle bir vebâlin altına girmek istemiyordu.

Muhalefetin başı konumundaki İsmet Paşa, Başbakan Fethi Beyi pasiflikle suçladı ve âdeta "Ben bu işi kökten bitirmeye hazırım" demeye getirdi.

Bu konuşmadan sonra, Meclis'te daha fazla itirazcı "çatlak sesler" duyulmaya başladı.

Fethi Okyar, bu itirazcı seslere dayanamayarak yeni bir "güvenoylaması"na gitme ihtiyacını duydu.

Meclis'teki güvenoylaması, 2 Mart günü yapıldı. Netice Fethi Beyin aleyhine oldu. Kabine, 60'a karşı 93 oyla güvensizlik aldı.

Aynı gün, hükümeti kurmakla İsmet Paşa görevlendirildi.

Yeni İsmet Paşa hükümeti, hemen iki gün içinde "Takrir–i Sükûn Kànunu"nu çıkarttırdı. Buna göre, hükümet iki sene müddetle olağanüstü yetkilerle donatılmış oldu. Sansür ve sürgün yetkisi de dahil olmak üzere...

Aynı hafta içinde, şapka giyilmesine şiddetle muhalefet eden Şeyh Said ve taraftarları üzerine ağır silâhlarla donatılmış birlikler gönderildi. Başta Diyarbakır olmak üzere Doğu vilayetlerinin birkaç yerinde ortalık kan revan oldu. On binlerce vatan evlâdı, bir hiç uğruna birbirini kırmaya, yekdiğerinin kanını dökmeye yönlendirildi.

Netice itibariyle, o günlerde hadiseler bir cihette yatışmış olmasına rağmen, açılan yara bir türlü kapanmadı; kanama halen de devam ediyor.

Diğer bölgelerde durum

1925 yılı Türkiye'sinde moda tabirler haline gelen "gericilik, irtica, yobaz" türü yaftalar, sadece Şeyh Said taraftarları ve Doğu vilayetlerdeki dindar vatandaşlar için kullanılmadı.

Aynı türden aşağılayıcı damgalar, ülkenin diğer bölgelerinde yaşayan ve özellikle şapkaya karşı çıkan sayısız derecedeki vatandaşlar için de kullanıldı.

İşte bunlardan resmî tarih (TTK) kayıtlarına da geçen sadece 20 günlük olaylardan birkaç misâl:

1) 14 Kasım: Sivas'ta "şapka inkılâbı"na karşı gerici ayaklanma. Elebaşı durumundaki İmamzade M. Necati, İstiklâl Mahkemesi tarafından idama, diğerleri ise çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı.

2) 22 Kasım: Kayseri'de Mekkeli Ahmet Hamdi öncülüğünde şapkaya karşı gerici ayaklanma. Hadise İstiklâl Mahkemesine intikal ettirildi.

3) 24 Kasım: Erzurum'da, şapkaya karşı gelen gericilerin eylemleri sokak gösterisine dönüştü. Bu hadise sebebiyle 13 kişi idama mahkûm edildi.

4) 25 Kasım: Şapka Kànunu Meclis'te kabul edildi. Aynı gün, Rize'de bir gerici ayaklanması yaşandı. Hadisede elebaşılık yapan 8 kişi idam edildi. Diğerleri çeşitli cezalara çarptırıldı.

5) 27 Kasım: Maraş'ta şapka karşıtı gerici ayaklanma. Elebaşı durumundaki Şükrü ve Hasip adlı kişiler başta olmak üzere, birçok kişi idam edildi.

6) 4 Aralık: Giresun'da şapkaya muhalefet eden gerici gösteriler, ağır şekilde cezalandırıldı.

Not: Şapka giyilmesi ve bu yöndeki gelişmeler, ilgili kànun henüz çıkmadan başgöstermişti. Bu da, Anadolu'nun hemen her tarafında ciddî rahatsızlıklara yol açmıştı. Bu sebeple, yukarıda sıraladığımız olayların benzerleri Bursa ve Uşak gibi Batı Anadolu vilayetlerinde de yaşanmıştı.

FIKRA

Pinochet gitti, fıkrası kaldı yadigâr

Önceki gün ölen ve "Şili diktatörü" sıfatıyla tarihe geçen darbeci Augusto Pinochet'ye atfedilen "darbe ve turşu" başlıklı bir fıkra var.

Bu fıkra, Türkiye'de ilk kez "12 Eylül darbesi" döneminde yayınlanmış.

Ali Baransel'in Evren Paşa tarafından bütün basın ve yayın işlerinden sorumlu tutulduğu günlerden birinde bir gazetede çıkan ve bu ikiliyi karşı karşıya getiren fıkra şöyledir:

Şili diktatörü Pinochet'e sormuşlar: "Darbe yapmak mı daha zor, yoksa hıyar turşusu kurmak mı?"

Darbeci cevap vermiş: "Turşu kurmak daha zor. Çünkü, aynı boylarda bir sürü salatalık bulacaksın, suyunu hazırlayacaksın, sarımsak, sirke, limon, tuz gibi katkıları tam kıvamında koyacaksın. Vesaire... Ama, darbe yapmak için 'üç hıyar'ı yanyana getirmek yeterli."

Bu fıkranın fıkrası da şöyle: Kenan Paşa Baransel'e bu fıkrayı kızgınlıkla göstererek demiş: Nedir bu? Neden müdahale etmedin?"

Baransel karşılık vermiş: "Paşam, gördüğünüz gibi bu fıkrada 'beş hıyar' demiyor ki, 'üç hıyar' diyor. Dolayısıyla, fıkranın sizinle bir ilgisi yok."

Bunun üzerine, Evren Paşa "Doğru ya, bak bu ayrıntıyı yeni fark ettim" diyerek sakinleşmiş.

12.12.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

AB’de kritik gece Çarşamba



Salvador Allen’de Şili’de seçilmiş ilk sosyalist hükümetin başkanıydı.

Nixon-Kissinger ikilisinin yürüttüğü bir CIA operasyonu ile devrildi.

General Pinochet’in kuvvetlerine karşı elinde tabancasıyla son ana kadar çarpışmış, teslim olmaktansa ölümü seçmiş bir liderdi.

Amerikan destekli kanlı bir darbe ile iktidara gelen Pinochet ise, 17 yıl boyunca ülkesini demir yumrukla yönetmiş zalim bir diktatördü.

91 yaşında hayata veda ederken arkasında infaz mangaları, ölüm tarlaları ve tam 3 bin ceset bıraktı.

Ya Pinochet’in insanlıkla alay ettiği gündü, ya da hayat ona bir şaka yapmıştı.

Hayatı boyunca insan haklarının en azılı düşmanı olan Pinochet’in ölümü, “10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü”nde gerçekleşmişti.

Bir de Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat ödülünü aldığı gün, dünyadan çekip gitmişti bu kanlı diktatör…

İnsanlık bir diktatörden daha kurtulurken, aynı saatlerde son devrin en büyük romancısı adına düzenlenen töreni izliyordu.

***

Babasının çantasındakileri getirmişti oraya.

Duru bir Türkçesi vardı.

İlk kez Türkçe bir Nobel konuşması yapılıyor ve ilk kez bir Müslüman Nobel Edebiyat ödülünü alıyordu.

Bu şahıs, elbette ki Orhan Pamuk’tu.

Yeni yıla girerken, Batı dünyasında en itibarlı yılbaşı hediyesinin adının Orhan Pamuk romanı olduğu bir başarının adıydı bu adam.

Orhan Pamuk, İsveç Kralı’nın elinden ödülünü alırken, Pinochet zihniyetli adamların bu ülkeye verdikleri zararları düşündüm.

Tren vagonlarına dolup Almanya’ya çalışmaya giden Türklerin, dişlerinin muayene edildiği bir dönemden, en kibirli oldukları edebiyat dalında Nobel’i aldığımız bir devre ulaştık.

O zaman Türklüklerinden utanmayanlar, her nedense bir Türkün Nobel ödülünü almasından dolayı utanır oldular.

Ülkeyi soktukları ekonomik krizlerden sonra, IMF’ye el açmaktan utanmazken, şimdi IMF’nin borçlarını sıfırlayacak bir seviyeye ulaşmamızdan dolayı utanır oldular.

Ekonomik krize sebep olup, millî geliri bir gecede 200 milyar dolardan 143 milyar dolara indirmekten dolayı utanmazlarken, millî gelirin 410 milyar dolara ulaşmasından dolayı her nedense utanır oldular.

Yabancı sermayenin bir gecede faizleri bin de 7 bin beş yüze fırlatmasından dolayı utanmayanlar, her nedense doğrudan yabancı sermaye çekmekte Akdeniz’in birincisi olmamızdan dolayı utanır oldular.

Aslında bizim onlardan utanmamız gerekiyordu.

Ülkemize gelen yabancı düşünürleri, mahkeme kapılarında yumurta yağmuruna tuttukları, Nobel kazanan bir ülkede düşünce suçunun muhafızlığını yaptıkları, ülkeyi kötü yönetime maruz bıraktıkları için.

Ve sormamız gerekiyor.

Dünya televizyonlarında aydınlara yaptıkları saldırılarla haber olanlar mı Türklüğün gururunu yükselttiler, yoksa Nobel konuşmasını Türkçe yapan Orhan Pamuk mu?

***

Bu soruların cevabı düşünülürken, “kim daha yararlı milliyetçilik yapıyor?” diye sormanın da zamanın geldiğine inanıyorum.

Peki birkaç gündür Ankara’da oynanan ve adına da, “Türkü, Rumların karşısında küçük düşürme oyunu” denilen bu oyuna ne diyorsunuz?

Eğer Türkiye kendini tahrip etmeyi başaramaz da, önerimiz ciddiyetini korursa, asıl önemli gelişme Çarşamba gecesi yaşanacak. Sadece bir liman ve havaalanı boyutu ortaya çıktı, ama Türkiye’nin önerisi bir paket ve üzerinde müzakere edilmeye müsait bir öneriler dizisi.

Çarşamba gecesi diyorum. Çünkü Perşembe ve Cuma günü AB’nin en önemli karar organı olan devlet ve hükümet başkanları toplantısı yapılacak.

Türkiye son dakika ataklarıyla ya havayı lehine çevirecek, ya da müzakerelerin 8 başlıkta askıya alınması önerisi masada yerini koruyacak.

Başarırsak, Çankaya ve askere rağmen, hükümetin zaferi olacak.

Başaramazsak, AB konusundaki gönülsüzlüğümüzün ve kendi kalemize attığımız gollerin sonucu olacak.

Dilerim bir kez daha, “Kendim ettim, kendim buldum” demeyiz.

12.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004