Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

FOX'un istismarı



Hollanda’da BNN Televizyonu tarafından yayınlanacağı duyurulan ve 3 böbrek hastası bir kadını böbreğini kendilerine vermesi için iknaya çalışacaktı haberini hatırladınız.

Adı da: “The Big Donor Show” du.

Meğer bu kocaman bir yalanmış.

Programın sunucusu Patrick Lodiers, böbreklerini bağışlayacak olan Lisa adlı kadının aslında oyuncu olduğunu ve söylendiği gibi ölmek üzere olmadığını söyledi.

Peki bu yalanın gerekçesi ne?

Meğer şovun yetkilileri, hem hükümetin hem de halkın dikkatini “organ ihtiyacının önemi”ne dikkat çekmek amacıyla yaptığını söylüyor...

Eh, en azından böyle bir programın yayınlanmayacağı gerçeği bizi sevindirdi. Başka ülke televizyonları için “emsal” teşkil etmez.

Fakat buna benzer “istismar” programları bizde zaten mevcut. Önceki günkü köşe yazısında benim de zaman zaman dile getirdiğim, ama tam ifade edemediğim bir konuyu Kürşat Bumin nefis bir bakış açısıyla okuyucularına aktardı. (Yeni Şafak)

Bumin, “Gözyaşı dök ki Fox TV paraları götürsün” başlıklı yazıda, çiçeği burnunda tv kanalı olan “Fox”u mercek altına tutmuş.

“Ülkeye yeni giren ve girer girmez ‘Fox’lamak’ gibi yepyeni bir fiil icat eden Fox TV adlı televizyon kanalında geçen ‘Bir Dilek Tut’ adlı şarkı yarışmasının bir bölümünü Cumartesi akşamı ben de izledim… Pek çoğunuz haberdarsınızdır ama ben yine de programdan çıkardığım anafikri gecikmeden açıklayayım: İnanılır gibi değil!

“.... Program 4 ünlü jüri üyesi, iki ünlü sunucu ve de bir miktar yarışmacının harmanlanmasıyla kotarılmış... ‘Bir Dilek Tut’un yarışmacılarının her biri bir biçimde son derece talihsiz insanlar. Kiminin son derece kısıtlı bir bütçe ile bakmakta olduğu ağır sağlık sorunları olan bir eşi var, kimi ise -ailesiyle birlikte- başını sokacağı bir çatıdan bile yoksun. Yani her birinin derdi başından aşmış durumda.

“Bu yarışma adayları yanlarında ünlü birer şarkıcıyla birlikte yarışacaklar ve içlerinden birinci gelen bir apartman dairesi kazanacak...

“...Tamam diyelim, buraya kadar her şey yolunda. Peki ama yarışmanın birincisini kim seçecek? Ayrıca yarışma bir gecede son bulan cinsten bir şey de değil. Bir ‘daire’ için haftalarca şarkı söylemek gerekiyor. Kim olacak, tabiî ki izleyiciler seçecek. O programda hangi ‘şarkıcıyı’ beğendilerse, onun adına SMS’ler göndererek.

“.... Şöyle yani: Kocası ağır hasta olan yarışmacı iki göz oda için yarıştığını tekrarlayarak şarkısına başlar başlamaz yardımsever izleyicilerin SMS’leri jüri üyelerinin gözyaşları arasından süzülerek Fox TV’nin kasasına yönelmektedir... İyi numara doğrusu...”

Bumin devam ediyor:

“Oysa bu iş farklı kurulsa, yani izleyicilerin SMS’lerinden elde edilen gelir doğrudan yarışmacılara gitse, hepsi “dairesi”ne hemen o dakika kavuşacak.

“....Sen tut bir avuç acılı ve yoksul insanı bir araya getirip şarkı yarışması düzenle; sonra da yardım sever izleyicilerin –ve de juri üyelerinin- gözyaşları içinde gönderdikleri SMS’lerle bir güzel para kazan... İstismarın böylesi ilk defa herhalde...” (a.g.g.)

*

Gazeteci-yazar Kürşat Bumin gazete yazarlığın dışında, Sky Türk’te meslektaşı olan “sol”cu yazar Ali Sirmen’le ufak ufak atıştırıyor (Siyah/Beyaz)

Programın ana fikri Mehmet Barlas ve Kültür eski Müsteşarı Emre Kongar hoca ile atıştırdığı programı hatırlatıyor (Yorum Farkı, NTV). Hiç önemi yok. Ancak geçen haftanın birinde izlediğim bölümde, Cumhuriyet Yazarı Ali Sirmen, Kürşat Bumin’i oldukça kızdırdı. Program banttan olmasına rağmen, sinirle söylediği bazı sözler aynen kayda girmişti. Ekranda kavganın bol olduğu bu zamanda, usta gazeteciler biraz daha sinirlerine hakim olmalı diye düşünüyorum.

06.06.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Ölümün gülen güzel yüzü



Geçtiğimiz hafta sonu dâvet üzerine beş arkadaş Kastamonu taraflarındaydık. Cuma akşamı, Bediüzzaman Hazretlerinin Küçük Isparta adını verdiği İnebolu ilçesindeki gönül dostlarımızla birlikte olduk. İki saat civarındaki ders ve sohbet hepimiz için faydalı oldu.

1910 yılında vapurla memleketine giderken İnebolu’ya uğrayıp mola veren Bediüzzaman, şehir merkezindeki Yahya Paşa Camii’nin şadırvanında abdest alırken, kırk-elli kişi etrafına toplanıp onu hayranlıkla seyretmeye başlar. “Ayıptır” diyerek kalabalığı dağıtmak isteyenlere mâni olan Ahmet Nazif Çelebi nâmındaki bir zât: “Ahaliyi rahat bırakın. Bu abdest alan zât, kendisine bakılacak büyük bir şahsiyettir” diyerek ortalığı yatıştırır. Nazif Çelebi, bu olaydan 27 yıl sonra devlet tarafından sürgün edilen Bediüzzaman’ı birkaç arkadaşıyla ziyaret eder ve ona talebe olur. Teksir makinesiyle Risâle-i Nurları ilk defa basan ve çoğaltan bu zâttır. Ağır devlet baskısı ve çok zor şartlar altında yapılan Nur hizmetleri İnebolu’da sür'atle yayılır. Nazif Çelebi, Ziya Dilek, Rüştü Mırmır, İbrahim Mırmır, Semerci Hüseyin, Salih Uğurtan, İbrahim Fakazlı gibi daha bir çok Nur talebeleri meydana gelir. İnebolu, Rusya’dan gelen dehşetli bir dinsizlik cereyanına karşı, Nur Risâlelerinin neşriyle âdetâ manevî bir kale olur.

Bu gün itibariyle, Rasim, Sami, Hasan Hüseyin Beyler gibi kahraman bir kuşak tarafından yapılan Nur hizmetleri, yüzlerce gencin yetişmesine vesile oluyor. Ülkenin çeşitli üniversitelerine giden bu gençler, bulundukları mahaldeki hizmetlere hakkıyla sahip çıkıyorlar. Emeği geçen herkesi tebrik ediyoruz. Bu hizmet bu günlere nice isimsiz kahramanlar sayesinde geldi. Bir kısmı terzi, berber, bakkal ve emsâli meslekler icrâ eden bu fedakâr insanlar, resmî değil, hasbî hizmetler yapıyordu. Çünkü, hizmeti sadece diploma değil, ihlâs ve samimiyet muvaffakiyete götürüyordu. Nice diplomalıların yapamadığını onlar başarıyordu. Mutlaka diplomalı da olmalı, ama samîmî ihlâs da muhafaza edilmeliydi.

Cumartesi günü liseli gençlerle bir hayli sohbetimiz oldu. Dâvâ adamı olmak için Risâleler her gün düzenli bir şekilde okunmalıydı. Sür'atle külliyat birkaç defa bitirilmeliydi. Yalnız kendi imanımızı kurtarmakla değil, başkalarının da imanlarını muhafaza etmekle mükelleftik. Âsâyiş ve emniyetin manevî muhafızları olmalıydık. Müsbet hareket her zaman rehberimiz olmalıydı. Nur Mesleğini iyi anlamalı ve Yeni Asya farkını fark etmeliydik. Bunun gibi daha pek çok konuları sorulu cevaplı paylaştık. Göz dolduran genç bir gruptu.

Gençlerle sohbetten sonra şehir mezarlığına gittik. Ahmet Nazif Çelebi, oğlu Selâhattin Çelebi ve İbrahim Fakazlı Ağabeyler birbirine yakın olarak yatıyorlardı. Göklere doğru uzayıp giden selvi ağaçları, sanki birer nöbetçi gibi başlarını bekliyordu. Hepsine Fatihalar okuduk. “Bir zamanlar toprağın üstünde dolaşan bu insanlar nasıl toprağın altına girdilerse, bir gün biz de aynı duruma gelip, arkadan gelenler inşaalah bizlere Fatihalar okuyacaklar. Bu durumdan ibret alıp Nur hizmetleri için daha çok çalışmalıyız” dedim. Mezarlıklar insanlara çok şey söylüyordu.

Arabaya doğru giderken telefon çaldı. Arayan baldızdı ve ağlıyordu. “Annem vefat etti, neredeyseniz acele gelin” diyordu. O akşam Kastamonu’da radyo programı yapacak ve gönül dostlarımızla sohbet edecektik. “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” diyerek programlarımızı iptal ettik. Maceralı ve zahmetli bir yolculuktan sonra Ankara’ya ulaştık. Çünkü, arabamız ârıza yapmış ve iki taksi değiştirmiştik. Telefonlarla yaptığımız haberleşmeler sonucu dostlarımıza ulaşılmış ve kayınvalide ambulânsla morga götürülmüştü.

Kayınvalidemiz kırk beş senedir Üstadı ve cemaati tanıyor ve iyi sahip çıkıyordu. Gençlik yıllarından beri bu hizmete çok emeği geçmişti. Ümmî idi, ama altın gibi bir kalbi vardı. Çok konuşmazdı. Bir şey sorulursa kısaca cevap verirdi. Çok arzu ettiği hac vazifesini de yerine getirmişti. Hiçbir zaman eşinin hizmetlerine ayak bağı olmadı. Bilâkis hep teşvik edici oldu. Kalbinden iki sene önce baypas ameliyatı olmuştu. Yüksek tansiyon ve şeker gibi hastalıkları da vardı. Yirmi beş senedir onun bu halinden şikâyetçi olduğuna hiç rastlamadım. “Emrine, gününe şükür ya Rabbi!” diye ilginç bir duâyı sık sık söylerdi. Doktoru, yüksek tansiyonundan dolayı felç olma riskinden korktuğunu söylüyordu.

Cuma günü kayınpederin çantasını hazırlıyor, haplarını muntazam kullanmasını söylüyor ve “Uzaklara gidiyorsun, bana hakkını helâl et” diyerek boynuna sarılıyor. Sanki öleceği kendisine malûm olmuş gibi. Kayınpeder duygulanıyor “İstersen ben gitmeyeyim” diyor. O “Hayır olmaz. Ben iyiyim, sen hizmetten geri kalma” diyerek uğurluyor. Cumartesi günü öğle namazını kılıp evin önüne iniyor. Kızı ve komşularının bulunduğu bir sırada âniden fenalaşıyor ve yarım saatin içinde bir su içer gibi rûhunu Rahman’a teslim ediyor.

Pazar günü, Karşıyaka Mezarlığında yıkanıp tabuta koyduğumuz zaman ortalık günlük güneşlikti. Ulus’a yaklaştığımız zaman rahmet yüklü bulutlarla karşılaştık. Sağanak halinde yağmur yağıyordu. İkindi namazı kılınıncaya kadar bu hâl devam etti. Cenaze namazı için avluya çıktığımızda yağmur dinmişti. Kayınvalide tek başına musalla taşındaydı. DOST TV’nin de haber vermesiyle binden fazla cemâat vardı. Elli civarındaki araba konvoyu ile düğün alayı gibi tekrar Karşıyaka mezarlığına giderken gördük ki, Dışkapı’dan ileriye hiç yağmur yağmamıştı. Evet, âyetin muhalif mânâsı, ‘Ehl-i imanın vefat etmesiyle semâ onun üstüne ağlar’ diyordu. Biz bu hakikati bizzat görüyorduk.

O şimdi çok sevdiği Peygamberine, Üstadına ve diğer sevdiklerine kavuştu. Ölümün gülen güzel yüzünü her haliyle gösterdi. Âdetâ mezara gülerek girenlerden oldu, ona ne mutlu. Rûhuna binler Fatihalar...

(Not: Yurdun dört bir tarafından telefonlarla

arayarak veya tâziye ilânları vererek kalbî alâka ve duâlarını esirgemeyen bütün dostlarımıza şükranlarımızı sunuyoruz. Allah hepinizden râzı

olsun, âmin.)

06.06.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

AB Troykası Ankara'da



AB Troykası ile hükümet arasında Ankara’da yapılan görüşmeler, soğutulan AB müzakerelerini yeniden canlandıracağı ümidi vermektedir. 2007-2013 dönemine ait temel konu başlıklarını ve müzakere takviminin detaylarını içeren kapsamlı bir çalışma, Türkiye tarafından AB’nin önüne konuldu. Oldukça teknik ve devlet kurumlarının kendi beklenti ve planlarını içine alan ortak çalışma, siyasî iradenin sürdürülebilirliği ile hızlı adımlar atılabilecek.

Dönem başkanı Almanya Dışişleri Bakanı F. Walter Steinmeier ise, ortak toplantıdaki değerlendirmesinde, terör ve demokrasi konularındaki duyarlılıklarını belirtti. Ayrıca Nisan ayında ortaya konulan yol haritası ve öncesinde Türkiye’nin çok mesafe kaydettiğini belirtti. Steinmeier, oldukça sıcak, yakınlaştırıcı ve uzlaştırıcı mesajlar verdi.

Genişlemeden sorumlu Olli Rehn de siyasî destek verdi. Teknik müzakerelerin yanı sıra, ülkede gerçekleştirilen reformlara önem atfedilmesi gerektiğini vurguladı. İfade özgürlüğü, dinî özgürlükler, kadın hakları ve modernleşme ile reformların müreffeh ve demokratik bir sürece gireceğine değindi.

Yeni dönemin başkanlığını yürütecek olan Portekiz Dış İşlerinden Sorumlu Devlet Sekreteri Joao Cravinho, şimdiden olumlu sinyaller verdi. Türkiye ile ilişkilerin öncelikli yürütüleceğini belirtti. Siyasî reformların momentumu sağlayacağını ifade etti.

AB siyasî heyeti, son terör saldırısından dolayı taziyede bulunmaya geldiklerini söylediler. Ortadoğu’daki terörü ele aldıklarını, Türkiye’nin bu anlamda fonksiyonunu ve yapıcı vasfını nazara verdiler.

Türkiye’yi rahatsız eden terörist faaliyetler konusunda, Kuzey Irak’la sınır ötesi bir operasyon dahil yürütülecek ortak değerlendirmelerde bulundular.

Gazeteciler, iç politikayı AB temsilcilerine sordular. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve sonrasında gelişen şartlar ve mitingler konularında Avrupalı dostlardan yorum istediler. Onlarsa, özellikle Almanya Dışişleri Bakanı, oldukça mutedil bir çizgide iç politikayı “kaşıma”maya dikkat etti.

Olli Rehn ise laik demokrasi içinde siyasî istikrar ve demokratik gelişme konularının Türkiye için önemli olduğunu, bir soruya cevaben belirtti. Reform sürecini devam ettirecek seçim sonrası bir hükümet beklediklerini söyledi.

Basın toplantısını dikkatle televizyondan izledim. Avrupalı dostları bu defa farklı gördüm. Üç açıdan; üslûp, beklenti ve sonrası için.

Öncelikle yumuşak ve dostane bir tablo sergilediler. Bildik tren hikâyesinden Olli “kardeş” bahsetmedi. Sanırım bir şeyin farkındalar, onlar trenin hızını beğenmezken neredeyse trenin yoldan çıkacak sabotajlara maruz kaldığını iyice görmüşler.

Duygu dilini kullandılar. Taziyede bulundular. Terör belâsına maruz bir ülke oluşumuzu daha yakın bir yaklaşım sergilediler.

Bundan sonraki reformlar, müzakere ve işbirlikleri için ümitlendirici ve kolaylaştırıcı bir siyasî söylem kullandılar. Bir anlamda mevcut istikrara katkı yapacak ve AB muhaliflerinin eline koz verecek “soğuk Avrupa” imajından ve mesajlarından uzak durdular.

Olli Rehn, ajandasında duran 301. maddeyi tekrar hatırlattı. Balkanlardan Ortadoğu’ya ve Afganistan’a uzanan ortak savunma stratejileri, barış gücü birliği ve ortak misyonlar hedefinde diyaloğu destekleyeceklerini ifade ettiler.

Türkiye’nin içine kapanmasına, terörle meşgul edilmesine, ulusalcı güçlerin elini hızlandıracak tavır ve tutumlara girilmesine müsaade etmeyecek bir noktada görünüyorlardı. Fransa’nın çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin bile geçen hafta özel temsilcisini Ankara’ya gönderip, Türkiye’nin müzakere maddelerine itiraz etmeyeceklerine dair yumuşak mesajı da iddiamızı doğrulayacak nitelikte.

AB Troykasının, Türkiye seçim sath-ı mailine girerken, iç politikada AB karşıtı statükocuların ve cari zihniyet “işletmeci”lerinin eline malzeme vermeyecek ve onları kamuoyunda haklı çıkarmayacak bir strateji izledikleri görülüyor.

Avrupalı dostların treninin hızından ziyade rayında gitmesini önemseyen tarzları, uzun süredir iç politikadan dolayı onları ihmal eden hükümet için iyi bir toparlanma ve karşılıklı müzakereleri canlandırma olarak düşünülebilir.

06.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Tabii müttefik’



Geçenlerde Ruşen Çakır dikkat çekici bir makale yazdı. Aynıyla hakikat: “Ilımlı İslâm 2.0” başlıklı yazısı, ‘Ilımlı İslâm’ ile ABD arasındaki ilişkilerin son seyrini anlamak isteyenler için kafa kılavuzudur. Veya bugünkü deyimle yol haritası. 7/5/2007 tarihli yazısında konumuzla ilgili olarak şöyle bir analizde bulunuyor: “Bugünlerde Amerikan yönetiminde ağır basan yaklaşımı şöyle özetleyebiliriz: “İslâm dünyası sadece İslâmcılardan ibaret değil. Şeriat düzeni istemeyen, çağdaş dünyaya entegre olmak isteyen milyonlarca ‘ılımlı’ Müslüman var. Onların önünü açmalıyız.” Yani eski projenin tam zıddı yeni bir sürümle, “Ilımlı İslâm 2.0” ile karşı karşıyayız.

Bush yönetimi 1 Mart 2003 gününden itibaren AKP’ye tam olarak güvenmiyor, onu dengelemek için TSK ile ilişkilerini hep sıcak tutuyor. En büyük dilekleriyse AKP’ye merkezde siyasî ve sivil bir alternatifin çıkması. Bu sebeple, her ne kadar onlar ABD aleyhtarı sloganlar atsa da, Washington’un Türkiye’nin meydanlarındaki laiklik gösterilerinden memnun olduğu, katılanları “ılımlı Müslüman” olarak görüp alkışladığı kesindir...”

Esasında, Türkiye’de bazı askerî erkân veya laik kesimlerin bazı sözcüleriyle ABD arasında bir ılımlı İslâm kavgası veya krizi vardı. Bugün bunun içinin boş olduğunu görüyoruz. Kelimenin tam anlamıyla özde değil sözde bir tartışmadır bu. Lafzî bir tartışma.

Türkiye’deki laik kesimler ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik olarak bazı projelerini yürütmek için Türkiye’ye ‘ılımlı İslâm’ dayatmasında bulunduğunu düşünüyorlardı. Galiba unutmuş olacaklar. Hatırlatmakta fayda var. Irak işgalinden dolayı Amerikalılarla stratejik anlamda çatışmamız olsa bile ideolojik anlamda beraberliğimiz vardı. Hatta İlhan Selçuk ağabeyimiz gibi o cenahın yazarları bu paralelliğin kıymetlendirilmesini de istemişlerdi. Wolfowitz, Perle, David Frum gibilerin tamamının İslâm dünyası ile alâkalı olarak öngördükleri proje kemalist proje idi. İşgal sonrasında gazeteleri ve neoconların konuşmalarını tarayanlar bunu açıkça göreceklerdir. Neoconlar kadro olarak başarısız olunca bunun da kabil-i tatbik olmadığı görüldü.

***

Esasen neoconlar ile ulusalcılar tabii müttefik. Bu anlamda Daniel Pipes’ın ‘ılımlı İslâmı ‘ ile Ahmet Necdet Sezer’in laikliği arasında milim şaşma yok. Netekim Ruşen Çakır’ın yazısı doğrultusunda aynı paralelliği vurgulayanlardan birisi ‘Neo-Con ulusalcılık’ yazısıyla Hadi Uluengin olmuştur. Bu benzetme veya paralellik ‘Amerikan düşmanı’ ulusalcılar için iftira gibi gelebilir. Ama bu paralelliğe bizzat onların gurularından olan Daniel Pipes atıfta bulunuyor. Yani bunu sahiplenen kendileri. Bir yakıştırma değil. O da son Türkiye ziyaretinden sonra Abromowitz ve benzerleri gibi Türkiye hakkında bir dizi makale yazdı. Bunlardan birisi olan ‘Support the secularists in Turkey’ başlıklı makalesi önce Jerusalem Post gazetesinde 16 Mayıs 2007 tarihinde yayınlandı. Aynı yazı bilahare Türkiye’de iki yayın organı tarafından iktibas edildi ve yayınlandı. Bunlardan birisi Cumhuriyet, diğeri de Radikal gazetesiydi.

‘Türkiye’de laikleri destekleyin’ başlığıyla verilen Cumhuriyet gazetesi çevirisinde can alıcı cümle şöyle geçiyor: “Washington AKP’ye destek olmayı bırakıp doğal mütetfikleri olan laiklerden yana tavır almalı (Washington should stop bolstering the AKP and instead side with its naturel allies, the secularists...).” Aslında aralarında kavram kavgası olsa da bu muhtevası olmayan bir kavga. Zira Daniel Pipes başka yazılarında sekülarist ve laikleri, ılımlı Müslümanlar olarak tanımlıyor ve selamlıyor. Sözgelimi Tandoğan’dan başlayan ve İzmir’e kadar uzanan rejim gösterilerini tahlil eden yazısının başlığını şöyle seçmiş: “A million moderate Muslims on the march...” (Bir milyonluk ılımlı Müslüman gösteride...) Buradaki ‘ılımlı Müslüman’ ifadesine dikkatlerinizi çekmek isterim.

***

Laik olsun anti laik olsun ılımlı patentli Amerikan İslâm anlayışı sadece ve sadece emparyalizmin hizmetindedir. Onun ılımlı tanımı İslâm’dan ötedir. İslâm’ın ılımlılığı kendisine hastır. Patenti kendisine aittir. Daniel Pipes’in kastettiği ılımlılık Bessam Tıbi veya Abdulvehhab el Müeddep veya Ayan Hırsi Ali veya kadın imam Emine Vedud tarzı ‘ılımlılıktır’. Onlarınkisi, İslâm’ın özünü bozan, tahrif eden ve içini boşaltan bir anlayış. Dolayısıyla kavramların üzerinden kavga etmenin bir anlamı yok.

ABD tam da Türkiye’de laik kesimlerin anladığı anlayışı, ılımlı İslâm diye benimsiyor ve onu takdim, terviç ve teşvik ediyor. Model olarak görüyor. Bundan dolayı biz Colin Powell gibilerine boşuna kızdık. Mevlânâ’nın üzüm hikayesinde olduğu gibi, aynı ruhu taşıdığımız halde kavramları farklı kullandığımız için anlaşamadık. Zaman zaman sertliğine dair bazı kaygılar taşınsa da Daniel Pipes gibi neoconlara veya müttefiklerine göre şuan Türkiye’de laik kesimlerin temsil ettikleri dini anlayış ılımlılığın ta kendisidir. Ve Michael Rubin de tabii müttefikimiz olarak ülkemize uğramıştır. Türkiye’nin aksine Yemen’de olduğu gibi, Amerikalılar bazen ılımlıları değil aşırıları destekler. Irak’ta olduğu gibi Sünnileri değil Şiileri sever. Lübnan’da olduğu gibi Şiileri değil Sünnileri sever. Onun için bütün bunlar mühendislikten başka bir şey ifade etmez. Amerikalılar böyledir. Amerikan düşmanlığı altında onunla tabii müttefik olanlar kendi dertlerine yansınlar.

06.06.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Doğru İslâm’a muhtacız



Gündemin neredeyse her gün değiştiği ülkemizde; din eğitimiyle ilgili hadiseler de tartışma konusu ediliyor. YÖK tarafından hazırlanan ve imam hatip liselerinin kapılarının kız öğrencilere kapatılmasını teklif eden “Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi” başlıklı çalışma da bunlardan biri.

Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) raporunun ilgili konu hakkındaki görüşünün özeti; İHL’den mezun olan kız çocuklarının mezuniyet sonrası camilerde ‘imam-hatip ve müezzin’ olarak görev almadıkları, dolayısı ile de bu okullara kabul edilmemeleri gerektiği şeklinde. İlk bakışta ‘makul’ gibi görünse de bu beyanın haklılık payı yoktur ve olamaz.

Çünkü az miktarda da olsa ‘kadın din görevlisi’ Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde görev yapmaktadır ve bunların sayıları da arttırılmalıdır. “Madem kızlar ‘imam hatip’ olmuyor, o halde imam hatip liselerine gitmesinler” demek, Türkiye’deki hadiseyi yanlış okumanın özeti sayılabilir. Kız ya da erkek öğrencilerin imam hatip liselerini tercih etmelerinin birinci sebebi; mezun olunca ‘camilerde imam hatiplik’ yapmak değildir. Bunu anlamak için, bu okullarda okuyan öğrencilere ve velilerine sormak yeterlidir. “Peki, buna rağmen niçin imam hatip liseleri tercih ediliyor?” sorusunun cevabı araştırılmalıdır. Araştırıldığında görülecektir ki, bu okulların tercih edilmesinin sebebi, normal ‘lise’ eğitimi alırken, bir yandan da ‘din eğitimi alabilmek’tir.

Türkiye’yi idare edenler, asıl şu sorunun cevabını araştırmalıdır: “Üniversiteye girme yolu zorlaştırıldığı ve hatta neredeyse kapatıldığı halde bu millet niçin imam hatip liselerini tercih ediyor?” Bu sorunun cevabı, Türkiye’de okullarda yeteri kadar din eğitimi verilmediği, milletin de imam hatipleri ‘çıkış yolu’ gördüğü şeklinde olacaktır. Dolayısı ile imam hatip liselerinin, kız öğrencilere kapatılması çare değildir ve bu konu da eğitim sisteminin öncelikle çözüm bekleyen ‘sorun’u hiç değildir.

Türkiye’nin ‘sorun’u, din eğitimini ‘engel’ olarak görenlerdir. Oysa, İslâmı doğru öğrensek ve çocuklarımıza da öğretebilsek pek çok problemi aşabiliriz. Din eğitimi de bir hak olduğuna göre, buna karşı çıkmak, hele eğitimcilere hiç yakışmaz. Milletin, imam hatip liselerini tercih etmesinden rahatsız olanlar, ‘normal lise’lerde de—hiç değilse isteyene—doğru dürüst din eğitimi verilmesine destek olmalıdırlar. “Liselerde zaten din dersi var, daha ne istiyorsunuz?” diyenler varsa; ne istendiğini öğrenmek için de yine velilere müracaat edebilirler. Bugün itibarıyla liselerde okutulan “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi”yle ihtiyacı karşılayan şekilde bir din dersi eğitimi verildiğini düşünenler yanılıyor. İlahiyatçı ve eğitimcilerin de ifadeleriyle bu dersler kesinlikle yeterli değildir. Üstelik, ‘bodrum’larda namaz kılınmasına bile karşı çıkılan bir vasatta, öğrencilerin ‘doğru İslâm’ı öğrenebilmeleri kolay değildir.

Bununla birlikte, geçmiş yıllara nisbetle imam hatip liselerinin eğitim kalitesinin düştüğü de doğrudur. Ama bunun sorumlusu, çocuklarını bu okullara gönderen veliler, hele hele kız öğrenciler değildir. Eğitim sisteminin problemleri, imam hatip liselerini de etkilemiştir. Ki, bundan da en çok yine imam hatip camiası ve ilahiyatçılar rahatsızdır. Nitekim, geçmiş yıllarda düzenlenen onlarca toplantıda bu konular, uzmanlarca tartışılmış ve imam hatip liselerindeki eğitim kalitesinin düzeltilmesi hedeflenmiştir.

Eğitim şûrâları asıl bu konuları tartışmalı ve kalıcı çözümler üretmeli. İmam hatip liselerinin kapılarının kız öğrencilere kapatılması ve üniversite yolunun kesilmesi gündeme dahi gelmemelidir.

06.06.2007

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Birlik ve beraberlik üzerine



Bir Cuma namazında imam-hatip efendi şehitlik üzerine duygusal bir hutbe okuduktan sonra, tarikat ve cemaatlere itibar edilmemesi, birlik ve beraberlik içinde bulunulması gerektiğinden bahsetti.

İmam efendiye namaz bittikten sonra, eğer müsait ise, 5–10 dakika konuşmak istediğimi söyledim. Kabul edince, kendisine dinî hizmetlerin büyük çoğunlukla dinî cemaat ve tarikatlar aracılığı ile yapıldığını söyleyerek, bunlar hakkında incitici söz söylenmemesi gerektiğini anlattım. Ayrıca, istisnalar hariç olmak üzere, Diyanet camiasının, yani din görevlilerinin görevlerini lâyıkı ile yapamadıklarını, örnek olarak da milletimizin çoğunlukla cami ve namazdan uzak durduğunu ifade ettim.

Gerçekten de beş vakit namaz çok ihmal edilmektedir. O beğenmediğimiz Araplar, hiç olmazsa farz namazlarını kılarak, hesap günü sorulacak olan namaz sorumluluğundan kendilerini kurtarabildikleri halde, “Biz nasıl kurtulacağız” sorusunu kendimize sormak zorundayız.

Evet, insanın üzerine en büyük borç ve zimmet olan namazın sorumluluğu her şeyden üstündür. Ne yazık ki, başta namaz olmak üzere, bazı önemli dinî vazifelerimiz ihmal edilmektedir. Bu ihmal hiç olmazsa dinî cemaat ve grupların himmeti ile bir parça azaltılmaktadır.

Din görevlileri onlara destek olamazsa bile, hiç olmazsa köstek olmamalıdır.

Buna yakın sözleri söyledikten sonra, imam efendi bana haklı olduğumu söyleyerek, kendisinin de bir tarikata mensup olduğunu söyledi. Ayrıca Diyanet camiasının dinî hizmetler konusunda yetersiz kaldığını ve bu camiadan fazla ümitli olmadığını, bu tip konuşmalardan kaçınılması gerektiğini söyledi.

Şimdi seçim dönemindeyiz. Seçim günü yaklaşırken partiler üsluplarını sertleştirerek oy kazanma telâşına düştüler. Belki bu sayede oylarını bir parça arttırabilecekler, fakat ne pahasına?

Elbette seçimi kazanan bir veya birkaç parti olacaktır. Fakat siyaset yüzünden toplum içindeki birliğimiz gölgelenmemeli. Önemli olan milletçe birlik ve beraberliğimizin sağlanması, kamplaşmanın önlenmesidir. Zira başka partilere oy veren insanlar ya kardeşimiz veya komşumuzdur. Neticede aynı vatan içerisinde yaşıyoruz.

Peygamberimiz (asm) “ümmetimin muhalefetinde rahmet vardır” buyurarak düşünce farklılıklarının kötü olmadığını, aksine bunun bir zenginlik olduğunu ifade etmiştir.

Herkes tornadan çıkmış gibi tek noktada düşündüğü takdirde, doğruları bulma şansı azalacaktır. Farklı noktalardan bakıldığı takdirde gerçekler daha belirgin bir şekilde gün yüzüne çıkacaktır.

Politikacıların incitici ve kırıcı üslup yerine, kuşatıcı ve birlik beraberliği arttırtıcı üslubu kullandığı takdirde belki daha az oy alabileceğini, lâkin memleketimize ancak bu şekilde faydalı olacağına inanıyorum.

Yukarıda anlattığım örnekte olduğu gibi, her ne maksatla olursa olsun insanlar incitilmemeli, cemaatler karalanmamalıdır. Bizde siyaset çok kirli olarak yapılmaktadır. Dinî konular başta olmak üzere hassas davranılması gereken birçok konu oy avcılığı sebebi ile sert tartışmalara dönüşmektedir. Bunun sonucunda İslâmî hükümlere, yani şeriata dahi dil uzatılmakta, farkında olmadan insanlar büyük günahlara sürüklenmektedir. Kısaca din siyasete alet edilmemelidir.

Mitinglerde “kahrolsun şeriat” pankartlarına rastlıyoruz. Böylesine acı sonuçlar doğurabilecek konuşma ve söylemlerden şiddetle kaçınmak zorundayız.

Bediüzzaman “Büyük bir yangın var, ona koşuyorum, içinde evlâdım tutuşmuş yanıyor” diyerek bir kişinin dahi imanını kurtarmayı her şeyden önemli gördüğünü ifade ediyor. Seçim kazanma uğruna bazı insanların dine küsmesine veya aleyhine geçmesine müsaade etmemek gerekir.

Bugün nefretle baktığımız, kuyusunu kazdığımız insanlarla unutulmamak gerekir ki, aynı gemi içinde yaşıyoruz. Eğer gemi batarsa hepimiz suya düşeriz.

Hem ne gerek var düşmanca siyaset yapmaya? Elimizden geliyorsa kendi güzelliklerimizi anlatalım. Başkasının tenkisini, yani noksanlığını anlatarak siyaset yapmak herkese zarar verir.

Seçimlerden hayırlı bir sonuç çıkmasını Cenâb-ı Allah’tan niyaz eder; vatanımıza, milletimize, birlik ve beraberliğimize katkı sağlamasını dilerim…

06.06.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Namaza tahammülsüzlük



Namaza tahammülsüzlüğün arkasında ne var dersiniz?

Eskiden beri bu ülkede ne yazık ki dine, dinî yaşayışa tahammülsüzlük sürdürülegelmiştir. Bir zamanlar Kur’ân öğrenimi, dinî tedrisat yasaklanmış, o kadar ki dinî bir fıkraya dahi tahammül edilememişken demokrasiye geçilmekle birlikte dinî hayatta bir canlılık, dinî inanç ve uygulamada bir serbestlik sağlanmıştır.

Ancak bu tahammülsüzlük ortadan kalkmamış, zaman zaman irtica, gericilik adı altında dine, dindarlara hücum şeklinde nüksedegelmiştir.

Dindar insan suç işleyemez mi? Kanun adamı suç işleyebileceği gibi dindar insan da suç işleyebilir. Suçta şahsîlik, ferdîlik söz konusudur ve gerekli ceza verilir. Bu bahane edilerek kanuna da, dine de hücum edilmez. Hele hele hayalî suçlamalarla insanlar hiç rahatsız edilemez. Demokrasinin, kanunun hükmettiği bir ülkede bunları yapmak suçtur.

Din umumun malı olduğu halde dini siyasete âlet etmek nasıl suçsa, siyaseti dinsizliğe âlet etmek, şu veya bu kulpla dine, dinî uygulamalara hücum etmek de en az o kadar suçtur. Ne gariptir ki yıllarca hep dinî siyasete âlet etmekten söz edildiği halde siyaseti dinsizliğe âlet edip dine hücum etmek bazıları için imtiyaz hâline gelmiştir.

Lâiklik din ve vicdan özgürlüğünün teminatı ise dinini uygulamak isteyen bir insan bunu gerçekleştirebilmekte midir? Meselâ namaz kılmak isteyen bir kişi bu özgürlüğünü nasıl kullanacaktır? İdareye düşen bu konuda gerekli kolaylığı göstermek değil midir? Nitekim konaklama alanlarında, havalimanlarında, işyerlerinde mescidler açılarak bu ihtiyaca cevap verilmiştir.

Peki, ya okul öğrencisi okul saatlerine denk gelen namaz vakitlerinde ne yapacaktır? Ona ibadetini yapabileceği kolaylık şüphesiz sağlanmalı, bir yer tahsis edilmelidir. Nitekim 13 Aralık 1977’de günün hükümeti, “Bakanlığımıza bağlı okullarda ders saatleri dışında ibadetlerini yerine getirmek isteyen öğrencilere okul idarecilerince mümkün olan kolaylıkların gösterilmesi gerekmektedir” şeklinde çıkardığı bir genelgeyle mescidlerin açılmasına izin verilmiş, doğru bir lâiklik uygulaması sağlanmıştı. Asıl yanlışlık ve suç bu ihtiyacı karşılamamak, öğrencinin mecbur kalıp depo, v.s. gibi yerleri namaz için kullanmasına hücum etmektir.

Ülke birlik ve beraberliğinin, huzurunun yolu bu tür uygulamalardan geçmez. Böylesi tutumlar ancak ülkeyi kamplara bölmek, vatandaşların birbirlerine değişik gözle bakmaları ve kutuplaşmalarını sağlamak, kalkınmaya set vurmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürmek demektir.

Böyle bir anlayış, ülkeyi, ülke insanını sevmek demek değildir.

06.06.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Dinde, ahlâkta, yönetimde, siyasî hayatta ölçü



Duyguların, hislerin galip olduğu iki mevsime giriyoruz: Birisi yaz, diğeri seçim! Her iki durumda da çabuk parlarız. Kimi zaman nefsimize, hislerimize mağlup oluruz.

İnsanları, yöneticileri, siyasetçileri değerlendirirken de âdil olmalı. Adâlet ve doğru şehadet, Allah’ın emridir; insanın asıl vazifelerindendir. Onlar da, ibâdettirler. İşte ferman-ı İlâhî: “Ey imân edenler! Adalet üzere olun ve Allah için şahidlik edin. Kendi aleyhinize veya anne ve babanızla akrabalarınızın aleyhine olsa bile. Hakkında şahidlik ettiğiniz kişi, zengin de olsa, fakir de olsa doğruluktan ayrılmayın. Çünkü ikisini de Allah sizden daha iyi gözetir.” (Nisâ Sûresi: 135.)

Bu ve benzeri birçok âyette “adalet, insan hakları, doğru şahitlik” emredilir, aksi davrananlarrın şiddetle cezalandırılacağı beyan edilir. İnsanları değerlendirirken de şu ölçülere dikkat etmek gerekir:

1- “Bir Müslümanın bütün halleri Müslüman olmak lâzım gelmediği gibi, kâfirin de bütün halleri kâfir olmak lâzım gelmez” kaidesince, bir yönetici veya siyasetçinin bütün halleri dosdoğru olmayabilir! Sözlerinde, icraatlarında hatâ ve kusur işlerler, demokrasiyle bağdaşmayan haller görülebilir!

2- Meslekler, mezhebler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi (hayat düğümü, dayandığı gerçek) hükmünde bir hak, bir hakîkat bulunur. Eğer eserlerine ve neticelerine hükmeden hak ve hakîkat ise olumlu; olumsuz yönleri olumlu cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Şayet içindeki hak ve hakîkat, neticelere hükmedemiyor ve menfì ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur.

Cenâb-ı Hak, haşirde, kıyamette, dirilişte adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni (sorumlu olan insanların işlerini, fiillerini) tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adâlet-i İlâhiye noktasında muâmele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten/sayı veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır. (Mektûbât, s. 354)

3- “Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir. (Mektûbât, s. 354)

4- Hasenâtı seyyiâtına, sevâbı hatâsına tereccüh edenlerler, mağfiret ve affa müstehaktırlar. (Münâzârât, s. 13.)

5- Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. (Allah’a sığınır.) İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur. (Lem’alar, s. 91.)

Bana sorarsanız, bu ölçüleri her zaman yanımızda taşımalı, çerçeveletip duvara asmalı ve her vesileyle çıkarıp okumalı ve çevremizdekilerle paylaşmalı.

06.06.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Siyasette tarafgirlik marazı



Siyasî tansiyonun alabildiğine yükseldiği şu günlerde, "tarafgirlik marazı"na yakalanmamaya âzami derecede dikkat göstermek icap ediyor.

Hem, bu öyle bir marazdır ki, şeytanı melek ve meleği de şeytan görecek/gösterecek kadar kişinin dengesini bozabiliyor. Bu illet ve marazdan maazallah...

* * *

Her vatandaşın vatandaşlık hakkı ve görevi itibariyle, herhangi bir siyasî partiye meyletmesi, ona şu veya bu şekilde destek vermesi gayet normal bir davranıştır.

Anormal olan ise, her durumda, her hal ve şart altında bir partiyi medhedip diğerlerini zemmetmektir. Dahası, bir partinin adamlarını başüstünde tutmak ve diğer bir partinin adamlarını ayak altında göstermeye çalışmaktır. Bediüzzaman Hazretleri, böylesi bir siyasî görüş ve anlayıştan şiddetle kaçınmış ve şerrinden de Allah'a sığınmıştır.

Bir eserinde şöyle diyor: "Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl–i ilim, fikr–i siyasîsine muhâlif bir âlim–i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, 'Euzubillahi mineşşeytâni ve's–siyaseti' dedim." (Mektubat, s. 258)

Evet, bu mânâdaki bir siyasî anlayıştan Allah'a iltica eden Üstad Bediüzzaman, aynı bahsin devamında bu hakikatli tavrının gerekçesini şu sözlerle beyan eder: "Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki, onlara nokta–i istinad teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona–hâşâ–lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek."

* * *

Bir başka eserinde, "İslâmiyetin, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyad" olduğunu da ifade eden Üstad Bediüzzaman, siyaset için yapılacak olan tarafgirliğin ise, İslâm ve iman dersini almaya çalışanlara büyük zarar verdiğini ehemmiyetle beyan eder: "Çünkü, iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost–düşman, derste fark etmez." (Emirdağ Lahikası, s. 281)

Siyaset dine temas ettirildiği, veyahut dinî unsur ve argümanlar siyasette kullanıldığı (istismar ile alet edildiği) durumlarda, kişiyi/kişileri ağır vebâl altına alacak gelişmeler yaşanır.

Dinî unsurları istismar eden bir kimse, bu durumda isabet etse, yani başarılı olsa bile mesuliyetten kurtulamaz.

Zira o kimse, âlemşümûl olan İslâmiyet güneşini, bir nevi tekelleştirmeye ve kendi dar, kesif, karanlık olan siyaset dehlizine sığdırmaya, hatta hapsetmeye çalışmıştır.

Oysa, o güneş, o dar dehlize sığmaz ve sığdırılamaz.

* * *

Siyasette tarafgirlik marazının bir başka tehlikesi de, taraf olunan bir siyasî partinin bütün icraatını hoş görmek, yahut ona kayıtsız şartsız destek vermektir.

Oysa sıdkın, doğruluğun adeta can çekiştiği; hilenin, yalanın, dolanın revaç bulduğu, haramın, israfın, yolsuzluğun, usûlsüzlüğün ortalıkta kol gezdiği günümüz siyasetinde, tarafgirane bir vaziyeti asla ve kat'a almamalı.

Bizim vazifemiz olmadığı için, siyasîlerin icraatinde alenen şahit olduğumuz bu tarz kazurat ve süprüntüyü izhar etmeye, açığa vurmaya çalışmıyoruz.

Fakat, şunu da ifade etmeden geçemiyoruz ki, kimi siyasîlerin gırtlağına kadar hileye, harama ve bilhassa yolsuzluğa battığına Allah'ın hemen her günü şahit olduğumuz halde, bazı din kardeşlerimizin tarafgirlik marazıyla bunları hâlâ başlar üstünde tutmaya devam etmelerinden dolayı, nihayet derecede üzülüyor, elem ve ıztırap çekiyoruz. Zira, o aynı günâhlara, vebâllere şerik ve ortak olmalarından korkuyoruz.

Cenâb–ı Hak, cümlemizi siyasî tarafgirlik illetine yakalanmaktan muhafaza eylesin ve yakalanmış olanları da bir an evvel kurtarsın.

GÜNÜN TARİHİ 6 Haziran 1944

Normandiya cehennemi

İkinci Dünya Savaşının en önemli harekât ve merhalelerinden biri olan Normandiya Çıkarması başladı.

Nazi Almanyası ile karşısındaki müttefik kuvvetler arasında yaşanan bu bölgedeki savaş esnasında (Haziran–Eylül) binlerce uçak, binlerce gemi/tekne kullanılmış, binlerce bina harabeye döndürülmüş ve yüz binleri bulan sayıda insan kanı akıtılmıştır.

Avrupa'nın Batı bölgesini adeta cehenneme çeviren bu çıkarma ve çarpışma hadisesi, beş yıldır devam eden II. Dünya Savaşını sonlandırma noktasına getirdi.

Ölüm kusan harekât

Normandiya, Atlas Okyanusu kıyısında ve Fransa'ya (Manş Denizi) yakın mesafede bulunan bir yarımadadır. Sahil uzunluğu 200 kilometre kadardır. Çıkarma yapılan kısım ise, 75 kilometre civarındadır.

İngiltere ve Amerika'nın başını çektiği müttefik kuvvetlere bağlı binlerce savaş gemisi, 6 Haziran günü bu yarımadanın sahil ve plajlarından (Omaha plajı) karaya asker çıkararak, Almanya topraklarına doğru harekete geçti.

Bu tarihten evvel, aynı ülkelerin uçakları Almanların üzerine her gün tonlarca bomba yağdırıyordu.

Almanların iyice zayıflatıldığı kanaatine varıldığında ise, sıra karaya asker çıkarmaya gelmişti.

Yine hava destekli olarak, sayıları milyonları bulan müttefik orduları, 6 Haziran sabahından itibaren karaya çıkmaya ve Alman kuvvetlerinin üzerine yürümeye başladı. Aylar süren bu amansız çatışmada, ölen ve yaralanan insanların haddi hesabı yoktu.

Sonunda Nazilere diz çöktürüldü; ancak, yine de savaş devam ediyordu. İtalya'nın yanı sıra Japonya da Almanya'ya yardım ediyordu.

30 milyondan fazla insanın canına mal olan insanlık tarihinin bu en dehşetli savaşı, 1945 Ağustos'una kadar devam etti.

06.06.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Namaza dair



Berk Bey:

*“1- Sabah namazını imsak vaktinde kılmak istersek nasıl niyet etmeliyiz? Aynı şekilde yatsı namazını gece on ikiden sonraya bırakırsak nasıl niyet edeceğiz? Bu günkü yatsı namazına diye mi? 2- Sabah namazını vaktinde kılamadığımızda o gün saat kaça kadar sünnetiyle birlikte kazası kılınır? 3- Kıyamda iken ayak başparmağı veya diğer parmakların havaya kaldırılması doğru bir hareket midir? Namazı bozar mı?”

Sabah namazının vakti ikinci fecir (fecr-i sadık) doğduktan sonra, yani tan yeri ağardıktan sonra başlar, güneşin doğuşuna kadar devam eder. İkinci fecir, geceden sonra doğu ufkundan yayılmaya başlayan yarı karanlıklı loş bir aydınlıktır. Mücbir bir sebep yoksa sabah namazını ortalığın aydınlandığı vakte kadar ertelemek müstehaptır. Bununla beraber fecr-i sadıktan hemen sonra da sabah namazı kılınabilir. Bu durumda niyetimizde bir değişme olmaz. Sabah namazını ortalık aydınlandığında hangi niyetle kılarsak, fecir girdikten sonra da aynı niyetle kılarız. “Niyet ettim Allah rızası için bu günkü sabah namazını kılmaya” diye niyet edilebilir.

Yatsı namazının vakti ise sabah namazı vaktine kadar devam eder. Yatsı namazını gece yarısına kadar geciktirmek müstehap; özürsüz olarak, birinci fecir denen fecr-i kâzibten sonraya bırakmak mekruhtur. On ikiden önce veya sonra kılınması, niyette her hangi bir değişiklik meydana getirmez. Niyette gün önemli değil; giren ve içinde bulunduğumuz, henüz namazı kılınmamış vakit önemlidir. Yani, “Bu günkü yatsı namazını kılmaya” diye niyet edebiliriz. Zaten dilin telâffuzu değil, kalbin niyeti esastır. Dil sadece kalbin temayülünü ve niyetini doğru ikrar ve telâffuz etmekle yükümlüdür.

Sabah namazı, vaktinde kılınamamış ise; o gün güneşin bir mızrak boyu yükselişinden, yani güneşin doğuşundan takriben kırk-elli dakika sonradan itibaren, öğle namazı öncesi kerahet vaktine kadar, yani öğle namazından takriben bir saat öncesine kadar sünnetiyle birlikte sabah namazı kaza edilebilir. Böylece Allah Resûlünün (asm) dünya ve dünyadakilerden daha kıymetli olduğunu beyan buyurduğu sabah namazının sünnetini de kaza etme imkânı elde edilmiş olur. Kaçırılan sabah namazı eğer bu vakit içinde kaza edilmez ise, artık sadece iki rek’at farzı kaza edilir.

Namazda iken “amel-i kesîr” ölçüsünde hareket yapılırsa namaz bozulur. Amel-i kesîr, namaz kılan birisinin, namaz kılmadığına hükmolunacak ölçüde hareket yapmasıdır. Binaenaleyh ayakların özürsüz olarak havaya kaldırılması namazı bozar. Göğüsle beraber ayakları kıbleden başka tarafa çevirmek de namazı bozar. Namazda iki ayak arası takriben dört parmak kadar açık olmalı ve iki ayak parmakları kıble istikametine bakmalıdır. Özürsüz olarak parmaklar oynatılmamalıdır. Oynatılırsa namazın sıhhatine mâni olmaz; ancak mekruh olur. Secdede iki ayağın parmakları–en azından iki başparmak—yere değmeli, yerde sabit olmalı, yani kıble istikametinden ayrılmamalıdır; bu, secdenin tadil-i erkânındandır. Aksi takdirde secde sahih olmaz. Peygamber Efendimiz (asm), “Yedi kemik üzerine secde etmek üzere emr olundum. Bunlar: Alın, iki el, iki diz ve iki ayakuçlarıdır”1 buyurmuştur. Bu hâdisi delil olarak alan dört mezhep uleması, sahih bir secde için; alnın ve burnun, iki elin bütünün, iki dizin ve iki ayakuçlarının—en azından birer parmağın—yere değdirilmesinin şart olduğunu söylemişlerdir.

***

Adapazarı’ndan Hüseyin Uzun:

*“Mezar taşlarına resim koymak caiz midir?”

Ölen kişinin bizimle irtibatı ne resimle, ne yazı ile ve ne de mezarladır. Tek bir irtibat vesilemiz var ölenlerimizle: Duâ. Duâlarımız, manevî telsiz-telefonlarla onlara ulaşır. Duâlarımızın dışında hiçbir şeyle, hiçbir şekilde onların hatıraları canlı tutulmuş olmaz. Ölenlerimizle cep telefonlarımızdan daha canlı ve daha yakın bir şekilde irtibat kurmak istiyor ve bu irtibatı sürekli hale getirmek istiyor isek, duâlarımızı hiçbir maddî kıstasa tercih etmemeliyiz.

İslâmiyet’te sadelik esastır. Kabirlerin sadeliğini, vak'arını ve yalnız berzah âlemini hatırlatan o asude huzurunu resimle bozmamalıdır. Onun ruh güzelliğinin kalbimizdeki resminin, onu bize maddî resimden çok daha yakın kıldığı unutulmamalıdır. Ölenlerimizin resimlerinin evlerimizde kapalı albümlerde bulunmasında bir sakınca bulunmamakla beraber; mezar taşlarına resim koymak mekruhtur.

Dipnotlar:

1- Buhârî, Ezan, 133

06.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004