Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Said Nursî ve Isparta



“Sizdeki gençlik bende olsa şu dağlardan inmem.”

Üstad Hazretleri, kırlara çıktığı zaman böyle dermiş talebelerine. Dağlara doğru yürümeye başladığında o kadar hızlı gidermiş ki, talebeleri onu ancak kırk, elli adım geriden takip edebilirlermiş.

Gittiği muhitin en yüksek yerine kadar aynı hızla yürüyen Üstad, bazen tepeyle iktifa etmez, asırlık ağaçlardan birinin başına çıkar, dalların üzerine oturur ve etrafını temaşa edermiş.

Talebeleri onu rahatça görebilecekleri ve seslendiği zaman söylediğini anlayabilecekleri bir mesafede dururlar ve onun “Keçeli, siz de şu kitab-ı kebir-i kâinatı okuyun” tavsiyesine uyarak kâinat kitabının Isparta sayfasından bazı tabiî cümleler okumaya çalışırlarmış.

Üstad orada iki saat kadar tefekkür ederek zikir ve evradla meşgul olduktan sonra inip aynı şekilde geri dönünce onlar da aralarındaki mesafeyi koruyarak onu takip ederlermiş.

Üstelik böyle seyahatleri bazı yerlerde ve nadiren yapmaz, temiz havayı çok sevdiğinden gittiği her yerde yaz, kış demeden hemen her gün yanına birkaç talebesini de alarak kırlara çıkarmış.

Giderken de mevsim yazsa, ince cübbesini sırtına alır, güneş gözlüğünü takar ve gidebildiği kadar yükseklere tırmanırmış. Kışsa kalın hırkasını giyer şemsiyesini alır ve bazen yürüyerek, bazen faytonla veya arabayla tenezzühe çıkar, bir süre gezdikten sonra dönüp çalışmalarına devam edermiş.

Üstadın evinde bu hatırayı dinleyince, onun sık sık gittiği dağlardan birine çıkmadan buradan gittiğimiz takdirde Isparta seyahatinin yarım kalacağını hissettik ve önceden hazırladığımız seyahat plânında olmamasına rağmen Sidre tepesine gitmeye karar verdik.

Tepenin zirvesinin eteklerindeki türbenin ve çeşmelerin bulunduğu mesire yerine araba ile gidilebileceği, bizim de arabamız olduğu hâlde yürümeyi tercih ettik. Yolumuzun üzerinde olduğundan, giderken şehir mezarlığına uğradık ve tek mezar taşında Kur’ân hattı ile ‘Hüvelbâki’ yazan boş mezarı ziyaret ederek Üstadın nâşının önce Urfa’dan oraya, sonra da oradan başka bir yere nakledilişinin ibretli macerasını yâdettik.

Sidre’ye başka yollardan da gitmemiz mümkündü, ama biz, Bayram Ağabeyin, her gün iki sefer oradan Üstada su getirirken takip ettiği güzergâhın en kestirme yol olduğunu düşünerek dik yokuşu tırmanmaya başladık.

‘Kürekleri biraz âheste çekerek’ yarım saat kadar yürüdükten sonra oraya varınca ilk işimiz, gürül gürül akan çeşmenin serin suyundan kana kana içmek oldu. Abdest alarak bedenimizi serinletip mescitte kıldığımız namazla ruhumuzu dinlendirdik ve türbeye yöneldik.

Orada daimi riyazet hâlinde yaşayan ve kırk günde bir yemek yiyerek nefsini terbiye edip mânevî kemâlat mertebeleri kazanan merhum Osman Halid Efendi medfundu bu türbede.

Türbe zaten ahâlinin hâcetgâhıydı ve bir hayli kalabalıktı. Lâkin Osman Hâlid Efendinin “Bu asrın müceddidi bu gün dünyaya geldi. Ben göremeyeceğim, ama benim oğlum inşallah görecek” diyerek Said Nursî’nin velâdetini haber verip manevî sıfatını ve Isparta’ya geleceğini müjdelemesi hasebiyle bizim için hususî bir ehemmiyet arz ediyordu.

Bu yüzden ziyaret zamanımızı biraz uzatarak türbenin tenha bir köşesine çekildik, okuduğumuz Yasin’i, Cevşen’i ve sair duâları fatihalarla ruhuna bağışlayarak türbeyi mânen tezyin ettik.

Bu meşguliyet ve tezyinat bizim bedenimize dinlenme, ruhumuza rahatlama şeklinde aksettiğinden türbe ziyaretimizi manzarayı tefekkürle tamamlamak istedik ve görüş mesafesi Isparta’yı, ovayı çevreleyen dağlarla birlikte ihata eden buruna gittik.

Manzara, seyrine doyum olmayacak kadar geniş, güzel ve muhteşemdi. Gün boyu baksak bir o kadar daha bakmak isteyeceğimizden emindik, ama işimizin sadece gezip görmek olmadığını, Bediüzzaman’ın nazarıyla tefekkür ve temâşâ etmemiz gerektiğini de müdriktik.

Bu maksatla, “Bir çiçek dahi vücud-u zâhirîden gitse, bin vecihle bir nev'î bekaya mazhardır. Çünkü sûreti hadsiz hâfızalarda bâkî kalır, kanun-u teşekkülâtı yüzer tohumcuklarında beka bulup devam eder” cümlelerinin de içinde bulunduğu tefekkürî bahsi okuyarak başladık, üç yönde görüş mesafesi boyunca uzanan muhteşem manzarayı tefekkür ve temâşâya.

Okunan bahsin tedaisiyle olsa gerek, yıllar önce de buralara gelen ve manzarayı seyre doyamayınca bol bol resim çeken bir arkadaşın yanında getirdiği fotoğraflara baktık.

O sırada gördüğümüz manzarada ve çevrede yer alan pek çok ağacın, bitkinin ve çiçeğin fotoğraflarda da olduğunu görünce, ekserîsinin cisimleri ile değilse de tür cihetiyle hayatını sürdürdüğünü müşahede ederek mezkûr bahsi ayniyle yaşama imkânı bulduk.

Said Nursî, böyle yerlere geldiği zaman hiç boş durmadığı, münavebeli olarak Cevşen, Evrad-ı Bahaiye, Delâil-i Nur, Hülasatü’l-Hülasa, Tahmidiye ve Sekine gibi duâları okuduğu için biz de onları aramızda taksim ederek okuduk.

Dönerken yolu kast-ı mahsusla biraz uzattık. Dik yamaçları, keskin sırtları takip ederek tepeyi aşıp Isparta’nın alâmet-i farikalarından biri olan ve Gölcük diye adlandırılan volkanik göle gittik.

Üstad Hazretleri, dağlarda rastladığı çobanlara onların da zikrettiklerini söyleyerek ağaçları kesmemelerini; avcılara kuşları, keklikleri, tavşanları vurmamalarını, talebelerine de karınca ve böcek yuvalarını bozarak hayvanları rahatsız etmemelerini tembih ettiği için, giderken biz de bu tavsiyelere hassasiyetle riayet etmeye çalıştık.

Üstadın da zaman zaman gittiği rivayet edilen gölün çevresinde dolaşırken, durgun suyuna aksetmeleri sayesinde, gökyüzünde gezinen bulutlarla yerde sallanan ağaçların görüntülerini birlikte temâşa ettik ve aynı anda arzın sema ile kaynaşmasını seyrederek iki farklı hazzı birden hissetme hususiyetini yaşadık.

Şimdi gölün suyu yarı yarıya azalmış olsa da, bir zamanlar gölden taşan suyun akarak açtığı boğazdan geçerken mola verdiğimiz kır kahvesinde hatırladık Bediüzzaman’ın ve talebelerinin orada yaşadıkları hadiseyi.

Otuzlu yılların başında, tağutların azdığı ve taunların zuhurunun hızlandığı zamanlarda insanların çoğunun, İslâmiyetin geleceğinden endişe etmeye başladığını müşahede eden Said Nursî, biraz temiz hava almak için birkaç talebesi ile birlikte atla o boğaza gelmiş.

Bunu duyan birkaç talebesi de atlarına binerek yanlarına gitmişler, onlarla birlikte ikindiye kadar ibadet ve tefekkürle meşgul olmuşlar, sonra da topluca şehirden geçerek evlerine dağılmışlar.

Vali, hadiseyi haber alınca bunun bir isyan olabileceği vehmine kapılıp meseleyi Ankara’ya bildirmiş, Said Nursî’yi suçlamak için bahane arayan Ankara hükümeti de şehri abluka altına almış, Said Nursî’yi ve talebelerini Eskişehir Hapishanesine sevk etmiş.

Bu hareket neticesinde, Bediüzzaman ve talebeleri çok büyük acılar çekmişler. Talebeleri aylarca hapishanede yatmışlar, Bediüzzaman, on bir aylık hapsi müteakip yıllarca sürgünde yaşamış.

Lâkin hareketin neticesi millet için hayırlı olmuş. Hükümetin talimatıyla hadise radyolardan isyana teşebbüs şeklinde ilân edilince, memlekette İslâm’ın intişarından ümidini kesen insanlar yeniden gayrete gelerek dinlerini yaşamaya ve anlatmaya çalışmışlar.

Bu hatıranın heyecanıyla, oradan atlara binerek veya yaya olarak şehre dönmeyi çok istemiştik, ama ne at vardı, ne takat kalmıştı. Ispartalı arkadaşlar araba ile gelip bizi aldılar da yorgun ve bitkin bir vaziyette dağda kalmaktan kurtulduk.

O gece, günün yorgunluğunun ve ikinci günün programının yoğunluğunun da tesiriyle Nur’un anavatanında yüzlerce insanın iştirak ettiği Nur dersini dinledikten sonra hemen istirahata çekildik.

Üstad Hazretlerinin, “Ben İslâmköy’ü, Nurs köyü gibi biliyorum” sözünün tesiriyle ikinci gün, ‘seyyar medresemize’ bindik ve Risâle-i Nur’un intişar ettiği köyleri gezmeye İslâmköy’den başladık.

İsmi ile müsemma bir yerdi burası. Rastladığımız her insandan selâm alıp selâm vererek köyü turladık, Hafız Ali’nin şimdi yerine Kur’ân kursu yapılan evinin bulunduğu muhiti gördük, Demirel ailesinin külliye hâline getirilen meskenini gezdik, Üstadın hizmetinde bulunan birkaç bahtiyar insanı ziyaret edip duâlarını aldık ve Atabey’e geçtik.

‘Keşif ve kerâmet sahibi bir evliya olmaktan ziyade Nur hizmetinde istihdam edilmeyi’ dileyen ve dilediği şekilde yaşayan Tahirî gibi büyük bir insanı Nur Hareketine armağan eden yerdi burası.

Isparta kadar eski bir yerleşim merkezi olan kasabadaki Atabey Medresesi’nin kalıntılarını gezdik, Tahirî’nin, ailesi ile birlikte içinde pek çok Risâle yazdığı hâne-i saadetini gördük ve Kuleönü köyüne gittik.

Diğer köylerde olduğu gibi, orada da köyün sakinleri mütebessim, mütevekkil ve mükrimdi. Ağaçların dallarından koparılarak ikram edilen güz meyvelerini yiyerek köyü gezip yaşayanlardan, Risâle-i Nur’un istinsah hatıralarını dinledik.

Sav köyüne ikindi ezanı ile birlikte girdik. Abdest alıp son cemaat yerinde sünnetleri kıldıktan sonra içeri girdiğimizde, ancak geri saflarda yer bulabildik. Çünkü cami, ekseriyeti gençlerden müteşekkil bir cemaatle doluydu.

Namazı müteakip cami bahçesinde etrafımızı saran cemaatle muanakalaştık. Savlı olmaları hasebiyle biz onları zaten tanıyorduk. Onlara kendimizi tanıtma esnasında, aralarında yabancı kelimelerin de bulunduğu bazı şehir isimleri söyleyince, ihtiyarlardan birinin gözleri doldu.

Sebebini sorunca, geceleri her tehlikeyi göze alarak yüklüklerde çıra ışığında Risâle yazarken ‘Biz yazıyor, istifade ediyoruz, ama bunca zahmete değer mi acaba?” diye içinden geçirdiğini, hemen o sabah Barla’dan yeni Risâle getiren Sıddık Süleyman’ın, Üstadın kendisine “Kardeşim, göreceksin ben bunları bütün dünyaya okutturacağım” dediğini anlattı.

Kendisinin Isparta’dan başka yere gitmediğini, ama bizim gibi dünyanın pek çok yerinden gelen Nur Talebelerinin, Üstadın o sözünü teyid ettiklerini söylerken, birkaç damla sevinç gözyaşı, beyaz sakallarının arasına karıştı.

Sonra bizi caminin kıble tarafındaki hazireye götürdü, Risâle-i Nurları Sav’a ilk getiren Hacı Hafızın mezarını gösterdi, onun hemen yanındaki demir korkuluklarla çevrili isimsiz mezarın muhtemel sırrını fısıldadı.

Hazireden gönlümüze akseden nurun aydınlığında, Sav’da Risâle yazılan bütün evler adına merhum Mustafa Gül’ün, çok katlı bir Nur Medresesi hâline getirilen hânesini ziyaret ettik.

Eteklerine kadar gelmişken, adını muhitin ilk ismi olan Avraza kelimesinden alan Davraz dağına da çıkmak istedik. Yarım saat kadar süren bir yürüyüşün ardından mekâna hâkim bir yamaçta bulunan mezarımsı bir tümseğin yanında durup ovaya baktık.

Sidre ve Davraz dağları iki mezar taşı, Isparta da onların arasında uzanan tabiî bir kabirdi sanki. Bu muhayyel teşbih, Üstadın “Hazret-i Ali’nin kabri nasıl gizli ise, benim de kabrim öyle gizli olsun” sözünü tedâî ettirdi.

Said Nursî’nin mezarının Isparta’da olduğunu biliyorduk, ama nerede olduğunu bilmiyorduk. Birkaç talebesinin dışında kimsenin bilmeyeceğini de bildiğimiz için, merak etsek de bunu bir eksiklik saymıyorduk.

Davraz yamaçlarından Sav’a ve Isparta’ya bakınca; Said Nursî Isparta demek olmasa da, Isparta’nın Said Nursî demek olduğunu müşahede ettik ve merakımız da izale oldu.

Her yeri, müstesna birer Nur Menzili olan Isparta’nın bu vasfı şimdiye kadar değişmedi, inşallah bundan sonra da değişmeyecek.

Çünkü Isparta, Said Nursî’nin vatan-ı aslîsidir.

09.09.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Anlayana!



28 Şubat süreci başlangıcındaki gibi bir kısım medyanın kendiliğinden mi, yoksa bir yerlerden emir alarak mı kışkırtmalı, yaygaralı ve saboteli haberleri sürmanşetten vermeye başlamasını millet ibretle seyrediyor. Bazı muhterem kalem sahipleri şimdiden bu sinyalleri vermeye başladılar bile. Fadime, Müslüm hikâyelerinin yine piyasaya sürülme ihtimalinden bile bahsedenler var. Ancak bu ihtimal biraz çabuk gerçekleşti. Ben kendi hesabıma uzun yıllar ortalıkta görünmeyen bir takım Aczimendi kılıklı kişilerin cumhurbaşkanlığı seçiminden ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı sıfatıyla törenlere katılmasından hemen sonraki günlerde çarşıda, pazarda dolaştıklarını bizzat gördüm. Samimî Aczimendiler kızmasınlar.

Bir de çanak tutan üslûplar yok mu, insanın “daha neler” diyesi geliyor. Nisan 2007 tarihinden bu yana ortalama sekiz (rakamla 8) mesaj verilmişmiş, hükümete ve Çankaya’da oturana. Tabiî, “Anlayana!” vurgusuyla birlikte manşet girilmiş. Yani milleti aptal yerine koyan “Belki anlamazlar bu aymazlar, altını çizerek belirtelim: Anlayana…” notunu eksik bırakmamışlar. Yani yani, “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana—bırakın davul/zurna’yı—cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası bile azzzz!” demeye getirmişler.

Biz de böylesi komik durumlara komik yorumlar getirdik. Bu ciddiyete bu kadar köfte ancak yeter. Mesajları teker teker okuduk. Masajla karıştırmamak için çok dikkatli bir şekilde müteâlâa ettik. Ve anlayana da anlamayana da tuzda çorbamız olsun diye tevilatlarda bulunduk.Götürüp götürmediğini millete, okuyuculara bırakıyoruz haliyle.

1- Sözde değil, özde: Pes doğrusu, mes doğrusu. Bu vecize literatüre hangi kategoride geçti, halk arasında hangi makamda ve kimlere karşı kullanılıyor. Araştırma yapılmasını etkili ve yetkililere tavsiye ederim.

2- e-muhtıra: e-devlet, e-okul, ee-kolayyy. Rahmetli Kemal Sunal’ın reklâmlarındaki gibi bir şey. Gelişen teknolojye, çağdaşlarla oydaş olanların yapması gereken bir çalışma ve yöntem bu. Tabiî Türkçe açısından feci cümle kuruluşlarıyla dolu olsa bile. Belki de e-muhtar denmek istenmiş de olabilir.

3- Yazılı kutlama: Kutlamalar hep sözlü olmaz. ‘Söz uçar, yazı kalır’ atalarsözü gereği tavırlar uçup gitmesin diye ve bir de ileride Türk demokrasi tarihi çalışmalarında kıymetli ve çok mühim-li belge olsun diye yazılı kutlamalar yapılması uygun bulunmuştur.

4- Yemin törenine katılmama: Valla haklılar. Milletvekilleri eğer “vatanın ve milletin anasını ağlatacağıma, yakınlarımı, eş ve dostlarımı işe koyacağıma, yapılacak zamlarla milleti inim inim inleteceğime, devleti kendime arpalık yapacağıma.. şerefim ve namusum üstüne and içerim” gibilerden and içiyorlarsa elbette ki böyle bir törene katılmamak namus borcudur.

5- Uğurlama farkı: Fark olacak tabiî... Bizler de her misafirimizi uğurlamada amuda kalkacak olsak valla el âlem kesinlikle kafayı yediğimizi söyleyebilir. Bazı misafirler uğurlanırken şınav da çekilebilir mi, bu konuyu danışmanlara danışmak lâzım.

Hımmm...

6- Kayseri faktörü. Kayseri’ye genelde ben gidersem pastırma sucuk almadan dönmem. Bir de bir ara tivi kanallarından birinde yayınlanan “Hacii- İşler feciii” dizisinin çekim yeri olduğu için merak saikiyle Kayseri’ye uğramak yakışır.

7- Tank farkı: Efendim tank süren adamlar kutlamaya gitmişlermiş. Ne kadar manidar değil mi? Anlarsın ya, meselesi. Yumurta deyince akla tavuğun gelmesi gibi, tank deyince önce “dank!” sesi çağrışım yoluyla gelir. Sonra gafil kafaya bir tokmak meyanında “Donk” sesi gelir. Playbeck de uygulanır bu dank/dunk odiyometre testlerinde geçtiği gibi. Rakımı yükseklerdekiler duyuyor mu, duymuyor mu bir deneme tarzında yapılmıştır. Ayriyeten bir de şu var dünyaya nam almış, süper devletlerde mesela ABD gibi ABD-ullah kelimesindeki ABD ile karışmasın İngilizcesi USA olan ABD gelişmiş devletlerde Think/Tank konusu çok önemsenir. Bizde tank onlarda think/tank. Yani nereden baksanız bir kelime eksik. Demokrasi açısından ABD’den bir think kadar gerideyiz. Çok değil. Onlar think’i öne almışlar biz eklersek tank kelimesinin sonuna ekleriz. Tank-think diye bile biliriz.

Eee benim bu yazım ve yorumlarım da anlayana işte. Önce mesaj sonra masaj..

09.09.2007

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Rahmet ve Kyoto



Vaktiyle bir memleketi kuraklık kasıp kavuruyormuş. Fakat kuraklıktan daha da beter olanı bölgenin hakimi Ali Ağa imiş. Halk toplanıp yağmur duâsına çıkmış. Hoca: “Ey Allah’ım! Kuraklıktan, kıtlıktan, musibetlerden bizi kurtar” diyor, halk da “âmin” diyormuş. Hoca her şeyi sayıyor, sayıyor, ama her defasında bir yere gelip takılıyor. En sonunda tâ arkalardan bir ihtiyar, herkesin içinden geçen fakat bir türlü diyemedikleri “Ali Ağadan da kurtar” sözünü söyleyivermiş.

Halkın bütün kalbiyle “âmin” dediği kesin ancak ne kadarının diliyle de ifade edebildiğini bilemiyoruz.

Şimdi dünya tek bir memleket hatta tek bir köy haline geldi. Kuraklık da küreselleşti; barış da, savaş da... Dünyanın bir ucundaki çevre tahribatı nasıl dünya iklimini bozuyorsa, haksızlıklar ya da fena uygulamalar veya sefih yaşantı da dünyanın tamamına sür’atle yayılarak insânî ve ahlâkî değerleri aynı hızda erozyona uğratıyor. Aynen küresel ısınma gibi her bir ferd ya küçük bir katkıda bulunuyor ya da seyirci kalarak ortak oluyor.

Evet yeryüzündeki maddî ve manevî havanın ikisinin de kirlenmesinin aynı zamana rast gelmesi tesadüf olmamalı. İlginçtir Kyoto protokolüne imza atmayanlar yada uygulamayanlarla dünya barışını şu ya da bu bahaneyle yok edenler aynı ülkeler ya da aynı liderler. Pek çok savaşın sebebi olan petrol, bazılarının suiistimaliyle topraktan çıkarken insanlığı, insanî değerleri; egzozdan çıkarken de iklimi, atmosferi velhâsıl her şeyi zehirliyor, yok ediyor. Maddî ve manevî tahribat birbiriyle yarışıyor. Petrol sadece bir misâl…

Risâle-i Nur’da, “Bir çocuk dahi yağmur duâsında anlar ki; babasının, annesinin el açtığı bir yaratıcı vardır ve onlar da nimeti ondan istiyor” şeklinde bir izah vardır. Evet aynen bunun gibi, yönetilenler ve yönetenler de anlar ki: “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var.”

İnsanoğlu eski çağlardan beri teknoloji ile kanallar, barajlar yaparak her şeyi çözeceğine inanmış. Ancak her şey bir maliyet. Fiyatlar üçe beşe katlanıyor. Kaldı ki, baraj yapacağımız nehirler ve yer altı suları bile kuruyor. Yağmur ormanları için de mutlaka yağmur gerekli.

Küresel ısınmanın da sebeplerinden biri olduğu yağmurun kesilmesiyle, dünyanın öbür ucundaki ormanların bile bizim için çalıştığı, koca güneşin bize hizmet ettiği velhasıl zerreden şemse kadar her şeyin bir nizam ve intizam dahilinde Yaratıcının emrine göre hareket ettiğini daha iyi anlamış olduk.

Denizdeki tuz oranından, kutuplardaki buz dağlarına, havadaki karışımdan ormanlardaki ağaç sayısına kadar her şey harika bir fabrikanın parçaları gibi âhenk içinde çalışıyor. Bu sebeple yağmur gibi muazzam bir nimet için en önce Âlemlerin Rabbini hatırlamak ve ona müracaat etmek gerekiyor. Diğerleri ondan sonra gelmeli.

Yavuz Sultan Selim: “Bu dünya, bir padişaha çok, iki padişaha az” demiş. Eğer o büyük sultan bugün olsaydı, adaleti, organizasyonu, dünya düzeni anlayışı ve birlik ve beraberliğe verdiği ehemmiyet ile insanlığı iş işten geçmeden Kyoto protokolünde bir araya getirebilirdi.

Basit, sade ve açık bir protokolde bile bir araya gelemeyen bugünün medenî, akıllı ve şuurlu insanları acaba incelemiyorlar mı: Zerrelerden yıldızlara kadar sayısız küreler, sistemler, canlı ve cansız mahlûkat hangi protokol, hangi kriterler ve hangi tâlimât ve dil çerçevesinde bir araya geliyorlar ki, dünya yaşantımız için pırıl pırıl bir saray, rahatımız için bir beşik, zevkimiz için harika bir gezinti yeri ve sağlık ve sıhhatimiz için şifalı ve gıdalı bir eczane ve mutfak haline geliyor. Cenâb-ı Hak, Fussilet Sûresinde tâ kuruluştan itibaren her şeyin nasıl bir araya geldiğini ve emrine itaat ettiğini şu ifadelerle anlatır: “Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin’ dedi. ‘İsteyerek geldik’ dediler.”

Koca yerkürede muazzam bir faaliyetin sonucu olan yağmurun yağması ya da yağmamasının bizden mutlaka istedikleri ve hatırlattıkları bir şeyler olmalı. İnsan da “isteyerek” gelmeli. Çünkü en nihayetinde “Dönüş O’nadır” isteyerek ya da istemeyerek…

Kader-i Ezelî yeryüzünü ilginç bir dağılımda yaratmış. Kuzey ve Güneyi ya da Doğu ve Batıyı belirgin maddî ve manevî özellikler ile donatmış. Kuzey, bol yağışlı bir sanayi toplumu, Güney ise bol güneşli ama yağmur bekleyen tarım toplumu. Biri diğerinin gıda ambarı ve mutfağı. Sanayi ürünleri de Cenâb-ı Hakkın nimeti olmakla birlikte üzerinde ince bir perde mevcut, gâfil insan en nihayetinde ‘Ben yaptım’ diyebiliyor. Ama gıda çok açık ve net: Mahzâ rahmet, mahza nimet. Bu sebeple Güney ya da Doğu bir dağıtıcı olarak nimetlerin hakikî sahibi olan Âlemlerin Rabbine daha yakın olmalı ki, yaratılıştaki en önemli hikmetlerden olan şükür hâsıl olsun.

09.09.2007

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Diziler dizim dizim!



Henüz frekans konusu yasal boyut kazanamadığı için “kaçak” statüsünde yayın yapan özel radyo ve televizyonlarla tanışmamızın üzerinden (1989) 18 yıl geçmiş durumda…

Geride kalan 18 yıl boyunca, ekranda ve ekran karşısında toplum olarak; başta “estetik” olmak üzere her açıdan “kalite” ölçülerine baktığımızda kaybettiğimiz irtifaya hiç girmek istemiyorum…

Özel televizyonların yanı sıra, özel radyoların da birbiri ardına yayına girdiğini elbette biliyorsunuz…

İşte bu özel radyolar pıtrak gibi çoğalırken, “bu radyolardaki saatleri dolduracak sayıda radyocumuz var mı?” sorusu gündeme gelmişti de anında boşa çıkmıştı bile… Zira; en kısa zamanda görüldü ki… Sayıları ilk heyecanla yurt çapında binli rakama ulaşan özel radyolarımızda hiç de program/cı sıkıntısı yoktu! Radyo sahipleri ve yöneticileri, çevrelerinde, hatta öncelikle ailelerinde “ağzı lâf yapan” ve okuma yazma bilmesini yeterli buldukları ne kadar genç varsa sürdüler mikrofon başına… Aradan elenenler elendi ama; “o yaptıktan sonra ben haydi haydi yaparım!” diyen yeni bir cesaretli kitle geldi ardından… Yüzlerce… Onları da sürekli yenileri takip etti… Arada “stop” diyen radyolarla beraber “meslek”ten çekilenler (?) oldu ise de bugün itibariyle “binlerce” demeyi boşa çıkarmayacak “radyocu”muz yine de var!

Birkaç yıl evvel başlayan “yerli dizi” furyasında da durum pek farklı değil…

Bugün neredeyse “dizi oyuncusu” olmayan kimse yok gibi! Her yıl sezon başında, adım başında dizi çekilmeye başlıyor… Kimisinin ekran ömrü 1 bölümle bile sınırlı kalabilirken, içlerinde ekrana getirilemeyenler bile oluyor…

Medyamıza yansıdığına göre bu yıl da durum farklı değil/miş…

Çekilmekte olan dizi sayısının şu günlerde 150 civarında olduğu yansıdı basına! “Korkunç” kelimesinin bile izahta aciz kalacağı bir sayıyla karşı karşıyayız!

Konuyu taraflarıyla görüşerek haberleştiren Bülent İpek’in, Sabah Günaydın’da 1 Eylül’de yayınlanan haberinde durum; “Bu sezon yaklaşık 150 dizi seyirciyle buluşacak! Ancak dizilerin sayısındaki bu patlama, niteliklerini tam tersi yönde etkiliyor. Sektörün ‘pir’leri de kaliteli oyuncu, senarist ve teknik ekibin yokluğundan çok dertli..” satırlarıyla özetleniyor…

Hemen şunu ifade etmeliyim ki; bu olumsuz durumdan, TV yöneticileri ve dizi yapımcıları kadar, seviyesi giderek düşen ve izleyenlerin algılama ve zekâ düzeyiyle dalga geçmekte olan bu yapımlara ağzı bir karış açık bakmaktan vazgeçmeyen ekran önündeki bizlerin de payı var!

Kendisini asla ilgilendiremeyen konularda sağa sola telefonlar eden, mesajlar atan hatta ciddî ciddî oturup mektuplar yazanların, bu olumsuz durum karşısında koyacak tavrı bile yoksa, toplumsal seviyemizi baştan aşağı gözden geçirmemiz gerekmez mi?

Neyse…

Bugün çekilmekte olan televizyon dizilerine baktığımızda, çok benzer konuların farklı mekân farklı oyuncularla ısıtılıp ısıtılıp önümüze getirildiğini görüyoruz… Nasıl olsa; ekrana ne gelse seyreden, tepki vermeyen bir kitle var! O zaman bir iki usta oyuncu yanına birkaç tane manken, şarkıcı ya da son günlerin skandallarıyla adını duyurmuş birisini yerleştirdin mi mesele kalmıyor! Ama bakıyorsun, sahnelerin çok ünlü ve güçlü tiyatro oyuncusu hatta yönetmeni bile öylelerinin karşısında rolünü yaparken acemileşiveriyor ekranda… Öyle ya… Kör ile yatanın hâli söz konusu ne de olsa…

Olayın kalite açısından bir de teknik yönü var. Söz konusu haberde bu durum; “Dizilere gösterilen ilgideki artış, bu sektörde çalışan ya da çalışmak isteyen insanların sayısında da patlama yarattı. Bir dizide oyuncusundan ışıkçısına en az 50 kişilik bir kadro görev alıyor. Ancak sayısal olan bu artış, nitelikte düşüş yaratıyor. Geçmişte Yeşilçam’da yönetmen olabilmek için bir ustanın yanında en az 5 yıl asistanlık yapmak gerekirken, son dönemde sadece bir dizide asistanlık yapan kişi, çalıştığı ikinci dizide yönetmen koltuğuna kuruluyor.” satırlarıyla özetlenmiş…

Dizi furyasının ve televizyonculuğumuzun nerelere gideceğini yıllar öncesinden kestirip, kurduğu TÜRVAK aracılığıyla işin temeline elini sokan, sinemamızın gerçek duayenlerinden Türker İnanoğlu da konuyla ilgili şu tesbitlerde bulunmuş: “Son yıllarda her sezon en az 100 yeni dizi yayına giriyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar çok dizi çekilmiyor. Yayına giren dizilerin çoğu tutmuyor ve bu sayı bir iki ay içinde 60’a kadar iniyor. Şu anda bu kadar çok dizinin ihtiyacını karşılayacak kadar nitelikli elemanımız yok. Öncelikle senarist yok ki bence senaryosu iyi olmayan bir dizi kesinlikle iş yapmaz. Ayrıca oyuncu sıkıntısı da var. Ben kendi dizilerimde yeni birini oynatacağım zaman, ona özel oyunculuk dersleri aldırtıyorum. TÜRVAK’ı zaten bu amaçla kurduk. Oyuncu, senarist ama en çok teknik elemanlar yolluyoruz sektöre. Bugüne kadarki mezunlarımızın yüzde 95’i sektörde iş buldu ve çalışıyor.”

Olayın “oyuncu” boyutunda “eğitim” ve “ekonomi” boyutlarındaki çığlıklar da diz boyu… Türkiye’de son yıllarda uygulanmaya başlanılan “oyuncu koçluğu”nun ilk hocalarından Turgay Tanülkü’nün, aynı haberde yer alan şu görüşlerine de dikkatlerinizi çekmek isterim: “O kadar çok dizi çekiliyor ki mecburen ünlü ama eğitimi olmayan isimleri başrollerde oynatıyorlar. Bugüne kadar Tuğçe Kazaz’dan Kutsi’ye birçok ünlüye eğitim verdim. Şimdi İlhan Mansız’ı yetiştiriyorum. O kadar çok talep alıyorum ki çoğunu geri çeviriyorum. Aslında oyunculuk eğitimi kısa bir süreye sığdırılmaz. Bu çok iyi sonuç vermez. Bizim öncelikle konservatuarlarımızın sayısı artırılmalı. Koçluk yine olur zaten. Al Pacino dünyanın en iyi oyuncularından biri ama onun bile koçu var. Türkiye’de her şey gibi bu koçluk konusu da yanlış anlaşılıyor. Bir de benim eğitim verdiğim gençler benden çok kazanıyor. Böyle de bir çarpıklık var ortada.”

Bilginin, birikimin, tecrübenin giderek gerilere itildiği bir ortamda dizilerimiz var dizim dizim…

İyi seyirler!

09.09.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Aynalar…



Bu yaz tanıdığım yeni simalardan bir tanesiydi. Her bahar çıktığı dağında bahçesi ve sarıkızıyla meşgul oluyor, kışa doğru da şehrine iniyordu. Bahçesinde ektiği domatesler, biberler türlü çeşit sebzelerden bahsederken gözlerinin içi parlıyordu.

Bu sene pazardan ithal tohumdan üretilmiş domates fidelerini de denemek için dikmiş, ama hiç memnun değildi. “Hepsi yabancı tohum. Ne tadı var, ne de tuzu. Saman gibi. Daha benim yerli domateslerim çıkmadı. Onlar geç çıkar, ama tadına doyum olmaz. Kendi tohumlarımı gözüm gibi sakınıyorum” diye ilgiyle dinlediğim konuşmasına devam ediyordu…

Birkaç sene önce yine aynı zamanlarda bahçe işleriyle hemhâl olan bir dostumun “Bak sana ne göstereceğim!” diye bir an kaybolup, sonra hevesle elindeki torbayla çıkageldiğini hatırlıyorum. Bez torbaları dikkatle açıp, bana avucundaki fasulye tanelerini, mücevherlerini gösterir gibi itinayla uzatmıştı Karadenizli arkadaşım… “Bak bunların üstüne başka fasulye tanımam. Benim en kıymetli varlıklarım. Önümüzdeki mevsime Rabbim izin verirse bunları ekeceğim…”

Yerli tohum, ithal tohum meselesi bir tarafa, toprakla hemhâl olan insanların kendileri farkına varmasa da toprağın haline büründüklerini belki siz de müşahede etmişsinizdir. Mütevazî, sessiz, olgun, bilge, keremkâr…

**

İnsan hangi işle meşgul oluyor, ne düşünüyorsa, zamanla o işin renklerini daha fazla aksettiren bir boy aynası oluyor da o aynadan seyrediyorsunuz iç dünyasını sanki… Konuşmalarını, zevklerini, halini, tavrını tartıyor, ölçüyor, değerlendirmeye tabi tutuyorsunuz.

Karşınızdaki için de geçerli bu elbette. O da sizin konuşma, hâl, hareketlerinizin oluşturduğu manevî kimliğinizi yansıtan boy aynanızdan sizi seyrediyor…

“Mü’min mü’minin aynasıdır” hakikatinin mesajlarından bir tanesi bu mu acaba?

Yağmur duâsı

Kuraklığın hüküm sürdüğü, rahmet bulutlarının çoğu kez üzerimizden bir damla yağmur bile indirmeden geçip gittiği günleri yaşıyoruz.

Yeryüzündeki tabiî dengeyi alt üst edecek ölçüde israfın alabildiğine körüklendiği, bütün inançlarda yeri olan yağmur duâsıyla alay edildiği bir ortamda Rabb-i Rahim bizi kuraklıkla tefekküre dâvet ediyor olsa gerek!

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimizin (asm) hayatında yağmurla ilgili o kadar ilginç sahneler var ki! İşte onlardan bir kaçı:

Peygamberimizin amcası ve koruyucusu Ebû Talib, yeğenini kendilerine teslim etmesi için defalarca gelen Mekke müşriklerine şöyle diyordu: “Yeğenim Muhammed’i öldürecek olursanız, bu yolda helâk oluncaya kadar peşinizi bırakmayız. Mübarek yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur niyaz edilen böyle bir zât hiç bırakılır mı? O, öyle bir kerem sahibidir ki, yetimler onun eline bakar, dullar ve yoksullar ona güvenir…”

(Kâinatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, s. 264)

Gerçekten de Peygamberimiz (asm) daha kundakta bir bebekken bile bereket sebebiydi. Sütannesi Hz. Halime’nin memleketinde kuraklık her tarafı yakıp kavurduğunda halk kendi inançlarına göre yağmur duâsına çıkmıştı. Halime’nin evine bereket getiren Mekkeli bebeği, duâ eden rahibin kucağına vererek onun yüzü suyu hürmetine duâ etmesini istediler.

Rahip “Ey insanlar! Bu bulunduğu eve bereket getiren Mekkeli çocuktur. Bu hayırlı yavruya olan sevgisi ve lütfu ile yağmur vermesi için âlemlerin Rabbine hep beraber duâ edelim!” dediğinde çok geçmeden berrak, tatlı yağmur damlaları rahmet hazinelerinden gönderilmeye başlamıştı… (A.g.e, s. 74)

Yine sahabelerden Hazret-i Enes (r.a.) anlatıyor:

Bir Cuma günü Peygamber Efendimiz (asm) hutbe irat ediyordu. Minberin karşısındaki kapıdan bir adam girdi ve “Yâ Resûlullah! Mallarımız helâk oldu. Yollarımız kapandı. Allah’a niyaz etsen de, bize yağmur verse!” dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) de “Allah’ım, bize yağmur ver! Allah’ım, bize yağmur ver! Allah’ım bize yağmur ver!” diye duâ etti.

Allah’a yemin ederim ki, bulutsuz gökyüzünde bir bulut belirmeye başladı. Bulut yayıldı, genişledi, yoğunlaştı ve öyle bir yağmur yağdı ki, altı gün güneş yüzü görmedik.

Ertesi Cuma günü Peygamber Efendimiz (asm) minbere yine çıktığında bu defa başka bir adam yine kapıdan göründü ve “Yâ Resûlullah! Mallarımız helâk oldu. Yollarımız kapandı. Allah’a duâ etsen de, artık yağmuru dindirse!” diye yalvardı.

Allah Resulü (a.s.m.) ellerini açtı ve şöyle duâ buyurdu: “Allah’ım! Etrafımıza yağsın, üstümüze değil! Allah’ım! Etrafımıza yağsın, üstümüze değil! Allah’ım bayırlara, dağlara, tepelere, dere içlerine ve otlaklara yağdır!”

Bunun üzerine yağmur dindi, bulutlar çekildi. Namazdan çıktığımızda güneşte yürüdük.”

***

Rahmetin tecessüm etmiş hali olan yağmur için, âlemlere rahmet olarak gönderilen zâtı (asm) vesile yaparak, Rabb-i Rahîm’e duâ etmekten başka çaremiz var mı?

09.09.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Siyaset yapmıyoruz



Bazı zevâtın bizi siyaset yapmakla suçlamalarına karşılık; doğrudan siyasetle ve siyasetçilikle hiç bir alâkamızın bulunmadığını, hele de bugünün günübirlik, menfaat üzerine dönen, ayak oyunlarından ibaret olan siyasetiyle ilgilenmediğimizi hep söyledik.

İsnat ve ithamların muârız cenahtan değil de dost çevrelerden gelmesi olayın bir başka üzücü tarafı olsa da, bizden kaynaklanan ve yanlış anlaşılmalara sebep olan yanlışlarımıza veya eksikliklerimize yönelik tenkit ve tavsiyeleri kabul ile birlikte, hak etmediğimiz, yersiz ve haksız isnat ve ithamlar karşısında da, bir yandan aramızdaki uhuvvet ve kardeşlik bağlarının zarar görmemesi için, diğer taraftan da her yönüyle rehber diye kabullendiğimiz Bediüzzaman’ın bütün insanlığın istifadesine sunduğu hak ve hakikatları, prensip ve düsturları kudsî hizmetlerimiz adına bildiğimiz kadarıyla bir defa daha derhatır etmenin doğru olacağına inanıyorum.

Günü birlik, ucu dışarıda olan bu günün siyasetiyle bir ilgimizin bulunmadığını itiraftan sonra, ilgilendiğimiz ve alâka duyduğumuz yegâne konunun kudsî değerlerimiz olduğunu hemen belirtmekte fayda var.

Uhrevî hayatımızı alâkadar eden manevî değerlerimiz söz konusu olduğu için ve bizim açımızdan bütün siyasetlerin fevkinde olan bu meselenin önemli bir ucu da siyasete ve siyasîlere dayandığı için bu meseleleri konuşurken dolaylı olarak sözü bu günün siyasetine ve siyasîlerine getirmek zorunda kalıyoruz.

Her türlü yalana, iftira ve karalamalara açık olan bu günün siyasetine âlet edilmemesi gereken dinî değerlerimizin, böyle ciddi bir tehlike karşısında zarardîde olmaması için Bediüzzaman’ın tavsiye ve düsturları doğrultusunda tavır takınıyoruz, yazıyoruz, konuşuyoruz.

Geçmişten günümüze dinimizin yüce değerleri, siyasî oyunlardan zarar görmedi mi? Siyasetçilerin hedef tahtası haline getirilmedi mi? Bugün halen onların üzüntüsünü, sıkıntısını millet olarak yaşamıyor muyuz?

Geçmişten günümüze baktığımızda, bazı siyasîler laiklik adına, çağdaşlık adına acımasızca kudsî değerlerimizle oynamadılar mı, halen de bu oyunlara devam etmiyorlar mı?

Yine bu meyanda geçmişte olduğu gibi bazı siyasîler, dini ve dinî değerleri, bugün de siyasî emellerine, mevkilerine âlet etmiyorlar mı?

Yakın siyasî tarihimizi bilenlerin malûmu olduğu gibi, din-i mübînin ve dindar milletimizin en çok haksızlığa uğradığı, en çok sıkboğaz edildiği devre, Halk Partisi hükümetinin iktidar olduğu devredir. Ezanın Türkçeleştirildiği, camilerin ahırlara dönüştürüldüğü, her türlü dinî faaliyetin yasaklandığı devre bu devredir.

Dinin ve dindarların zarar gördüğü, haksızlıklara ve hakaretlere dûçâr olduğu ikinci devre de, ne acıdır ki dindar kimlikli siyasî kadroların hükümet oldukları devrelerdir.

Garip ve ibretlik bir gerçektir ki dindar kadroların iktidarda oldukları zamanlarda manevî sahada kayda değer bir adım atılmadığı gibi, hazır bir çok İmam Hatip okulu, İlahiyat fakülteleri, Kur’ân kursları kapatılmış, başörtüsü yasağı bütün şiddetiyle devam etmiş, İmam Hatip mezunlarına zenci muâmelesi yapılmıştır. Diğer taraftan da yine bu devrede alkol, uyuşturucu, zina, kumar, hırsızlık gibi kötü alışkanlıklarda görülmemiş bir artış olmuştur.

İnsan düşünmeden edemiyor; muhafazakâr hükümetler zamanındaki bu menfî manzaraların hikmeti nedir? Böyle olacaksa (ki böyle oluyor) o zaman dindar kadroların başa gelmesinin ne kıymeti var? Milletin birikmiş dertlerini, problemlerini çözmek vaadiyle başa gelen dindar görünümlü hükûmetlerin iktidar olmalarında bir fayda var mı, bilemiyorum.

Durum böyle iken şu söylediklerimizden dolayı bize sitemde bulunan, bizi siyaset yapmakla suçlayan dostlara soruyoruz: Bu söylediklerimiz doğru değil mi? Hepimizin ortak sıkıntısı olan bunları beraberce yaşamadık mı, halen de yaşamıyor muyuz?

Bu ülkede birileri laiklik, çağdaşlık adına dine ve dindarlara hakaret ederken, maalesef birileri de arzuladıklara makam ve mevkîlere gelmek uğruna dini ve mukaddes değerleri tepe tepe kullanırken, bizler de bunlara karşı sessiz ve seyirci mi kalalım?

Hiçbir siyasî tarafgirliğe girmeden, Risâle-i Nur’dan anladığımız kadarıyla ifade etmeye çalıştıklarımız, bazı çevrelerce halen siyaset diye algılanıyorsa bunun vebali ve kabahati bize ait olmaz. Veya Bediüzzaman’ın Münâzarât’ta, Hutbe-i Şamiye’de, Divan-ı Harb-i Örfî’de, Beyanat ve Tenvirler’de ısrarla söylediklerini yeniden sorgulamak gerekir!

09.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur'ân-ı Kerim'i okuma adabı



İstanbul’dan/ okuyucumuz:

*“Kur’ân-ı Kerim okurken nelere dikkat etmeliyiz?”

Gazetemiz Yeni Asya, Ramazan ayına Kur’ân-ı Kerim vererek giriyor. Kur’ân ayında Kur’ân-ı Kerim hediyesi çok anlamlı. Ayın ruhuna uygun. Okuyucularımıza bol feyizli ve bereketli günler dilerken; bu feyiz ve bereketten mümkün mertebe etrafımızdaki güzel insanları da haberdar etmemizde fayda var. Bunu bir vazife bilelim. Çünkü güzel şey paylaşılır. Gazetemize de bu güzel hediyesi için içten teşekkürler.

Kur’ân-ı Kerim’i okuma âdâbını şöyle sıralamak mümkündür:

1- Kur’ân’ı mümkün mertebe yüzünden okumalıdır. Ezberimizde olan âyet ve sûreleri de yüzünden okumak ezbere okumaktan daha efdaldir.

Peygamber Efendimiz (asm): “Gözlerinize ibadetten nasibini veriniz” buyurmuştu. Ashab-ı Kiram:

“Gözlerin nasibi nedir yâ Resûlallah?” dediler. Allah Resulü (asm):

“Mushaf’a bakmak, âyetleri üzerinde tefekkür etmek ve inceliklerinden ibret almaktır” buyurdu.1

2- Kur’ân-ı Kerim’i derin bir tefekkür içinde okumak ve okurken kendimizi Allah’a muhatap bilmek.

İbn-i Mes’ud (ra) anlatıyor: Resûlullah (asm) bana hitaben:

“Bana Kur’ân oku!” buyurdu. Ben:

“Yâ Resûlallah! Kur’ân sana indirildiği halde, sana Kur’ân’ı ben mi okuyacağım?” dedim.

Allah Resûlü (asm):

“Ben Kur’ân’ı kendimden başka birisinden dinlemeyi hakikaten severim” buyurdu. Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem’e (asm) Nisâ Sûresi’nden okumaya başladım. Nihâyet; “Her ümmetten birer şâhit getirdiğimiz ve ey Muhammed, onların üzerlerine de seni şâhit olarak getirdiğimiz zaman onların hâli nice olur?”2 âyetine geldiğimde, Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm):

“Şimdilik yeter!” buyurdu. Dönüp baktığımda, bir de ne göreyim, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (asm) iki gözünden yaşlar akıyordu.3

3-Kur’ân’ı huşû ve ürperti içinde okumak, dinlemek ve onu anlamak için susarak tüm dikkatlerimizi ona vermek. Cenâb-ı Hak: “Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, merhamet olunasınız”4 buyurur.

4- Kur’ân’ı abdestli olarak okumak.

5- Kur’ân’ı sesli veya sessiz okuyabiliriz; ama onu muhakkak dilimizle okumalıyız. Yalnız göz ile takip etmek tam bir okuma sayılmaz. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) Kur’ân’ı bazen yüksek sesle, bazen de kısık sesle okurdu. 5

6- Kur’ân’ı, gereği ile amel etmek için okumak. Peygamber Efendimiz’in (asm); “Onlar Kur’ân okurlar; fakat okudukları boğazlarından aşağıya geçmez”6 sözündeki sitemden kaçmalıdır.

7- Kur’ân’ı isteyerek ve sırf Allah rızâsı için okumak. Usanıncaya kadar okumaktan kaçınmalı; yorulduğunda dinlenmeli, sonra tekrar okumalıdır. Peygamber Efendimiz (asm) “Kur’ân ile kalpleriniz birleştikçe onu okuyunuz. Kalben ondan ayrıldığınızda (yorulduğunuzda) okumayı bırakınız”7 buyurmuştur.

8- Kur’ân’ı ücretle okumamalı ve ücretle okutmamalıdır. Peygamber Efendimiz (asm): “Kur’ân’ı okuyunuz ve onu menfaat vesilesi yapmayınız”8 buyurmuştur.

9- Kur’ân’ı mümkün mertebe güzel sesle okumalıdır. Peygamber Efendimiz (asm): “Kur’ân’ı sesinizle süsleyiniz”9 buyurmuştur.

10- Kur’ân’dan ezberimizde bulunan âyet ve sûreleri unutmamak için belirli aralıklarla tekrar etmeyi ihmal etmemeliyiz.

Özetlemek gerekirse; Kur’ân’a hiçbir yöneliş ve hiçbir teveccüh istifâdesiz ve feyizsiz kalmaz. Yeter ki, okuduğumuz Kur’ân olsun! Fakat en istifâdeli ve en feyizli okuyuş, mümkün olan bütün duygularımıza âdetâ emzirerek okumaktır. Hem göz ile, hem dil ile, hem işiterek, hem dokunarak, hem tefekkür ederek, hem düşünerek, hem ibret alarak, hem Allah’ın huzurunda olduğumuzun idrâkiyle Allah’ın vahyine kendimizi muhatap bilerek, hem korkarak, hem ümit duyarak, hem zevkle, hem haşyetle, hem huşû ile; Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle, okuduğumuz satırların Peygamber Efendimiz’in (asm) mübârek dudaklarından çıktığını işitircesine; yahut Hazret-i Cebrâil’in (as) Allah Resûlüne (asm) tebliğ edişini duyarcasına; veya Allah’ın (cc) Hazret-i Cebrâil’e (as) tâlim edişini hissedercesine okumak veya dinlemek hiç şüphesiz istifâdeyi ve feyzi artıracak okuyuş ve duyuş halleridir.10

Cenâb-ı Hak içinde bulunduğumuz aylarda yeryüzüne indirdiği sonsuz rahmet hürmetine, cümle ehl-i îmânın ve bizim Kur’ân’ın feyzinden ve istifâdesinden hissemizi ziyâde kılsın. Âmin.

Dipnot: 1- Umdetü’l-Kârî, 9/336; 2- Nisâ Sûresi, 4/41; 3- R. Sâlihîn, 1005; 4- A’râf Sûresi, 7/204; 5- Ebû Dâvûd, 1/305; 6- Buhârî, 6/115; 7- Buhârî, 6/114; 8- Ahmed bin Hanbel, Müsned, 3/428; 9- Nesâî, 2/139; 10- Mesnevî-i Nûriye, s. 120

09.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Ahmet Cevdet Hoca



Hayalimdeki esaslı projelerden birisi de ‘vaizler kitabı’ yazmak ve tarihteki meşhur vaizleri tadat etmek. Hasan-ı Basri’den beri gelen meşhur vaizlerin dökümünü çıkarmak. Esasında Diyanet gibi kurumların meşhur vaizler, kurralar, imam ve müezzinler diye serisi olmalıdır. Ahmet Cevdet Hoca da son devir vaizlerinden birisiydi. Orhan Camii Şerifinde hitam-ı misk sayılabilecek hüsn-ü hatime kabilinden bir sonla ebedî âleme yolcu edildi. Oğlu Selahaddin Şimşek ile hasbe’l kader bir dostluğumuz vardı. ‘Askerler ayakta ölür’ diye bir tabir vardır. Aslında bu tabirdeki asker ifadesi yiğitten kinayedir. Bu söz en iyi de Selahaddin gibi arkadaşlara yakışırdı. Ölümü zor oldu, ama arkada bıraktığı sevgi seli bir çok kişiyi gıbta ettirdiği gibi, birçok kişinin de kıskançlık damarlarını tahrik etti. Selahaddin, Necip Fazıl’ın dediği gibi meclislere sığmayan ve daima bir gömlek büyük gelen bir adamdı. Bundan dolayı meclisler kendisini kıskanmıştır. O da meclisini kahvelere kurmuş kahraman bir arkadaştı. Babası da kürsü kahramanı idi. Hasan Basri’lerin çağdaş versiyonu.

Adapazarı’na gittiğimde yine aşina meclislerden geçerken yeğeni Necmettin Şimşek ile tanıştık. Yine teberrüken amcazadesi ve dedesini, yani Ahmet Cevdet Hoca’yı anlattı. Ahmet Cevdet Paşa tarihçiliğimizde ve fakihliğimizde son klasikti. Yeri dodurulamadı. Osmanlı’nın son klasiği Ahmet Cevdet Paşa idi. Türkiye Cumhuriyeti ulemasının da son klasiği Ömer Nasuhi Bilmen’di. Belki de son vaiz klasiklerinden birisi de Ahmet Cevdet Hoca idi. Onun Timurtaş veya Abdülhamid Keşk gibi ateşli ve ondan da öte vaizlerin piri Hasan Basri gibi içten ve müessir konuştuğunu bilmiyordum. Zira biz Adapazarı’na gelmeden çok önceleri o vuslat kapısından geçmişti.

Ahmet Cevdet Hoca çok ilginç bir kişiliktir. Eski cumhurreislerinden ve genelkurmay başkanlarından Cevdet Sunay’ın askerlik arkadaşlarındandır. Cevdet Sunay ile kıta arkadaşlığı yapmış. İki yıl Irak cephesinde İngilizlere esareti var. Esarette hafızlığını bile unutmuş. Ama daha sonra İnönü döneminde atıl hale gelen Orta Camiini ihya ederek burada hatimle teravih namazı geleneğini başlatarak o geçici hafızlık kaybının onda ne derece bir kadirbilirlik haline dönüştüğünü ortaya koyar. Esaret sonrası kendisine esirlik dönemi maaşı ödenmek istendiğinde bunu reddeder ve tutarını orduya bağışlar. Kuvvetli vaazlarından dolayı muayyen makamlara şikâyet üzerine şikâyetler gider. Kendisini seven ve takdir eden savcılar ise kahve ikram edip uğurlarlar. Soyları sopları Batum’a dayanıyor. Aile Batum’dan geliyor ve Gölcük Haseneyn köyüne yerleşiyor. Sanki Kafkaslardan kopup gelen bir başka Muhammed Zahid el Kevseri, sanki bir başka Şeyh Şerafeddin Efendi. 1307 (1891) tevellüt eden Cevdet Hoca 6 Mart 1966 tarihinde kürsüde vefat eder. Böylece bir kürsü şehidi olur. Tam da cemaata fena fil’l makam olarak Arafat’a çıkan hacıları anlatmaktadır. Fatih Medresesi’nde okuyor ve tahsili sırasında kimi yakınlarına göre Bediüzzaman’la karşılaşıyor ve Bediüzzaman sırtını sıvazlıyor ve âlim olacağını müjdeliyor. Babaannesi Çerkez asilzadelerinden olan Gürcü bir aileye mensup. Ahmet Cevdet Hoca üç kardeşten birisi. Diğerleri, İbrahim Remzi ve Süleyman.

***

1926 yılında Adapazarı’na göç ediyor ve burada vaazlar veriyor ve bu vaazlar 1966 yılına kadar aralıksız devam ediyor. Bu sırada şehre iki defa eski silâh arkadaşı Cevdet Sunay teşrif ediyor. Bunlardan birisinde genelkurmay başkanıdır ve 2. Tümeni ziyaret etmektedir. Bu sırada da hem ablasını, hem de eniştesi eğitimci Celal Akın’ı ziyaret etmek ister. Bu vesile ile yaverini Cevdet Hocayı celbe gönderir. Yaverler Orta Camiye destursuz bir şekilde paldır küldür girerler ve bunun üzerine yaverleri önce ayakkabılarını çıkarmaya dâvet eder ve onlar yeniden içeriye girdiklerinde ise Cevdet Sunay’a hitaben şöyle söyler: “Ben Ankara’ya gitseydim, kendilerinin ayağına gider ve ziyaret ederdim. Ama burada ona bizi ziyaret etmek düşer...” Böyle diyerekten mazeret beyan eder. Böylece sultanların ayağına gitmeyen eski ulemanın sünnetini ihya ve muhafaza eder.

The Guardian’ın işgüzarlığından sonra bugünlerde Çankaya’da başörtüsünden sonra seccade de gündeme gelir. Aslında Cevdet Sunay’ın Çankaya’ya siftahı besmele ile yaptığı söylenmektedir. Cumhurbaşkanlığı günlerinde Karakalpak’ta yaşayan ve vefat eden annesinin cenaze namazı (töreni) münasebetiyle yine Adapazarı’na gelir ve cenaze namazı Orhan Camiinde kılınır. Yine eski arkadaşı Cevdet Hoca’ya cenaze namazını kıldırması için dâvette bulunur. Cevdet Hoca yine kayıptır. Çankaya’ya besmeleyle çıkan Cevdet Sunay ise cemaat annesinin cenaze namazını kılarken kenarda protokolde beklemektedir. Bu manzarayı görenler Cevdet Hoca’nın kerametine yorarlar.

***

Kendisi zülcenaheyn hocalardan birisidir. Otodidakt ve İslâmî bir surette sürekli kendisini yetiştirir ve geliştirir. Bu arada Sami Efendi’nin de şeyhi olan Halil Fevzi Efendiye intisap eder. Bu onun ilmi kadar mahviyet yönüne de işaret eder. İlmin enaniyeti kendisinde yoktur. Sadece vakarı vardır. Orhan Camiinden maada Ağa Camii, Tozlu Camiinin (Gubarizade) yanında ihsaniye Camiinde de kadınlara vaazu nasihatta bulunur. Orta Camiiyi Adapazarı’nın bando merkezi olmaktan kurtardığı gibi burada meccanen imamet görevinde de bulunur. Zamanında Orta Camiinin Mehmet Zahit Kotkusu idi. 75 yaşında kürsüde vefat ediyor ve bazıları son sözlerinin şu olduğunu naklediyor: “Arafat’ta hacıları görüyorum...” Sanki Hazreti Ömer’in, ‘Ya Sariye dağa’a demesi gibi. Dik duruşunu ve mustağni halini oğlu Selahaddin Şimşek de tevarüs etmişti. Buna bazen dik durmak da diyorlar.

Ahmet Hamdi Akseki Diyanet reisi olunca kendisini şu mısralarıyla tebrik etmiş:

Kabz ile ruhu Şerafeddin-i Hak

Eyledi Riyaseti Diyaneti pak

Bu makama lâyık gördü

Aksekili Hamdiyi Hak

Sen Hüdanın lütfü inayetine bak!

Mezar kitabesini de şu sözler süslüyor.

Cevdet der ki namazına ed devam.

Rıza-yı haksa ger maksudu meram.

Bırakma dilinden kıl zikri müdam.

Herbir nefes alıp verdiğin zaman...

09.09.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Gençliğin geleceği



Her insanın merakları vardır. Her yaşın da kendine has öncelikleri ve merak saikleri vardır. Gençliğin en çok merak ettiği konuların başında ise, gelecek endişesi gelmektedir.

“Ben ne olacağım?”

“Sevdiğim bir meslek sahibi olabilir miyim?”

“İşim, aşım, eşim… v.s.” soruları, zihne çakılı sorgularla devam eder gider.

Gençliğin bu tatlı endişesi ve geleceğini garantileme arzusu, bazen ümidin dalgasına, bazen çaresizliğin girdabına, bazen de heyecanların anaforuna kendini kaptırır.

Hızlı düşünür, tez canlıdır, sabırsızdır, sonucu görmek ister, ateşi sönmeyen bir ocak gibidir. Fazla söze hacet kalmadan destek ve teşvik ister. Kendisiyle ilgili kritik yapılmasından ziyade olumlu yönleriyle motive edilmeyi arzu eder.

Genç olmak, aslında gelecek demektir. Gençlik=Gelecek diyebiliriz.

Yarına adaydır ve geleceğe hazırlanan bir yolculuktadır. Önüne bakmaz, ufka sarılır. Adımlarını koşarcasına atmak ister. Temkinli hallerde, yoğunlaştığında ve istediği ilerlemeyi kaydetmediğinde sıkışır. Bir an için mesafeyi kapatma telâşına düşer.

Günümüz gençliği, zor kabulleri olan bir kuşak. Kolayca evet dememe altyapısına sahip. Duygu dünyalarının karmaşıklığı, etkilenme katsayılarının yüksekliği, onları anlamamızı ve daha sağduyulu bir şekilde müşfik davranmamızı gerektirmektedir.

Gençlik, öncelikle iş arıyor. Eğitim sonrası çalışmak istiyor. Ancak bir o kadar da kariyer yapmak niyetinde. Kendini belirginleştirmek, başarının odağına oturtmak, takdir görmek ve cesaretinden dolayı okşanmak ister.

Eğitim süreçleri genelde dalgalı geçmektedir. Tereddütlü bir yolcu gibidir genellikle. İlk öğretimden itibaren başlayan sınav maratonu, bitmeyen sınav hazırlıkları ve kurslar zaman zaman bezdirir.

En önemlisi de üniversiteye kapağı atacak bir başarı elde etme heyecanıdır. Her yıl milyonlarca adayla yarışmak, kazanamadığında tekrar hazırlanmak, gerçekten enerji tüketen kritik bir kavşak.

Bazen bu kavşaktan istenilen güzergâha giriliyor, bazen geri dönüş levhasına geçiliyor, bazen de yoldan vazgeçme gerçeği ile karşı karşıya kalınıyor. Çünkü üniversiteyi kazanamama, eğitim altyapısındaki yetersizlikten dolayı, iş arayışı ve geçinme, meslek edinme endişesi bütün düşüncesini allak bullak ediyor.

Bu dönemde kendine yetmesi gerektiğini düşünür, ailesine karşı yükümlülük hisseder. Ancak nafile iş görüşmeleri bazen tıkanır. Kuru nasihatlerin çoğu, karın doyurmadığı için ayrıca sıkılır, içine kapanır.

Sonunda bir iş bulsa da ekonomik tatminden uzaktır, ya da kalifiye bir yeterliliğe ve altyapıya sahip olmadığı için yaşadıklarını uzun süre kabullenemez.

Bu arada ilk öğretimden sonra okuyamayan/okumayan gençler, ailesinden ve ustasından kaptığı “altın bilezik” mesleği yoksa, kalfa, çırak eğitimlerine gitmiyorsa, onların da hali harap. Öz güven kaybının yanı sıra kendini konumlandıramama ezikliği ile toparlanması zaman alan belirsizliklerle boğuşur.

Engelli, özürlü, sağlık problemi geçiren gençlere gelince, özellikle şehir hayatında Allah yardımcıları olsun. Bol sabır duâları etmek gerek. Ailesi için başlı başına bir kabul ve yardım sürekliliğinin ağır yükü vardır.

Bütün bunların yanında sokak çocukları, yetiştirme yurdu öğrencileri ve benzeri sahipsizliğe düşmüş, evden kaçmış ve yalnızlığa itilmiş gençler ise, toplumun ayrı bir yarasıdır.

Böylesi ağır ve meşakkatli şartlarda yol alan bu zamanın gençliğine, Bediüzzaman’ın şefkat ve itinası, onları camiye dâvet etmesi ve hevesatlarını imanla teskin etmesi ve istikamette tutma gayreti çok manidardır.

Gelecek endişesi içinde, imanla kabre girme, ebedî hayatını nazara alarak dünyevî hayatını tanzim etmek önem arz etmektedir.

Böylece, hayallerini, amacını ve niyetini birlikte bir hedef olarak ortaya koymak, bunun için kariyer rehberliği almak, sevdiği bir meslekle tanışmasına, kendisini daha fazla severek inancıyla barışık bir hayata atılmasına vesile olur.

09.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Akreditasyonsuz resepsiyon



Çankaya Köşk’ündeki statükocu, halka kapalı görüntünün yerini gülen, halka daha yakın, akreditasyonlarla kişilerin ayrılmadığı bir dönem almaya başladı.

Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz’le beraber gazetemizi temsilen katıldığımız Köşk’teki resepsiyonda 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in ilk yılları hariç dâvet edilmeyen gazete yöneticileri, işadamları, sivil toplum örgütleri vardı. Bu sefer, o dönemde akredite olanlarla, akredite olmayanlar bir aradaydı. Henüz 11 günlük Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül’ün daima tebessüm eden görüntüsü âdeta dâvetlilerin yüzüne de yansımıştı.

* * *

Cumhurbaşkanı seçildikten sonra devlet erkanı ve yabancı misyon şeflerinin tebriklerini kabul eden Gül, önceki gün de sivil toplum kuruluşları ve basın kuruluşlarının genel yönetmeni ve Ankara temsilcilerini Çankaya Köşkü'nde kabul etti. Gül, resepsiyona katılan davetlilerin salona girişlerinde hepsiyle yaklaşık 20 dakika el sıkışırken, bazı davetlilerle kısa süreli sohbet etti, tebriklerini kabul etti.

Bu sefer ne asker, ne CHP davetliydi. Yani basının “geldi, gelmedi” tartışmaları yapamayacağı bir resepsiyondu. Bu yüzden rahat bir ortam gözleniyordu. Ancak bu kadar çok gazeteci olunca gündeme yönelik sorular birbiri ardına geldi. Cumhurbaşkanı ilk davette aralarda rahat rahat dolaşıp misafirleri ile ilgilenebilirken, bu sefer bir gazeteci soru yönelttiğinde diğer gazeteciler haber atlamamak için hemen oraya biriktiler.

Gazeteciler Gül’ü soru yağmuruna tutarken, bu sorulardan birisi de, yeni anayasa taslağı ile cumhurbaşkanını yetkilerinin daraltılacağına ilişkin soruydu. Gül bu soruya gayet net cevap verdi. “Cumhurbaşkanlığı icracı bir makam değil, Türkiye'nin önünü açan, moral veren konumda olan bir makamdır. Cumhurbaşkanı'nın yetkilerinin kısıtlanacak olmasından rahatsız değilim. Ben işimi yaparım.”

* * *

Resepsiyonda iki görüntü dikkatimizi çekti.

Uçan Süpürge Kadın Derneği’nin Koordinatörü Halime Güner’in “Sayın Cumhurbaşkanım eşiniz Hayrunnisa Hanım yan binada, neden burada değil?” sorusuna ise, “Kendi kararı, kendi tercihi. Yoksa bir sorun yok. Kendisi katılmak istemiyor. Onunla birlikte katılacağımız toplantılar da olacak. Yoksa dirençlidir, sağlamdır. Hiç merak etmeyin” diyerek cevap verdi yeni cumhurbaşkanı…

Resepsiyonu tek başörtülü katılan Başkent Kadın Platformu dönem Başkanı Zeynep Göknil Piyade’nin, “Hayrunnisa Hanım niçin davetlere katılmıyor? Hayrunnisa Hanımı gölgede bırakmayın” sözlerine Gül’ün tebessümle söylediği şu cevabı anlamlıydı: Hayrunnisa hanım gölgede kalacak bir insan değil…”

* * *

Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz, Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı döneminde bir çok programa katıldığı için o dönemde bu programlara katılan bir çok kişi yanımıza gelip, Demirel ile Sezer arasındaki farkları uzun uzadıya anlattılar. Demirel dönemindeki hareketliliğin Sezer döneminde bittiğini, bu dönemin de Demirel dönemi gibi olacağının işaretlerini aldıklarını ilettiler. Demirel döneminde ve Sezer’in ilk yılında başörtülülerin resepsiyonlara rahatça girdiklerini ve herhangi bir “sorun” yaşanmadığını hatırlattılar.

* * *

Özetle, Köşk’te yeni bir dönem başlı-yor. Bunun ilk izlenimlerini yaşadık.

Resepsiyona katılan bir çok gazetecinin ortak görüşü, Köşk’teki somurtkan görüntü artık gülen bir görüntüye bıraktığıydı…

Resepsiyonun özeti de buydu…

09.09.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Ayıp reklâm



Vestel'in bir reklâmı var.

"Ayıp" bir görüntü içeriyor ve her reklâm kuşağında dönüyor.

İki çocuk, plasma ekranın karşısında bir "nesne"ye bakıyor sanıyorsunuz. Diyaloglardan masum bir reklâm olduğu hissine kapılıyorsunuz.

İlerleyen dakikalarda ise, yanlarına gelen babaannelerine "durum"u izah ediyor kendilerince. Sonra görüntü ekrana geliyor. Küçük yaştaki çocukların bile tepkisini çekecek mayolu bir kadın görüntüsü...

RTÜK'ün bu konuda bir yaptırımı olacağına inanıyorum. Ama geç kalınmadı mı?

İLETİŞİMDEKİ İLETİŞİMSİZLİK

Görüntülü cep telefonları "icad" edildi. Artık muhataplarımızla birebir yanımızdaymış gibi konuşabileceğiz.

Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte "yalnızlığımız" sona eriyor...

Mu?

Yoksa, artıyor mu?

Galiba ikinci şık..

Senai Demirci'nin hazırladığı "Kahve tadında" (Kanal A) programına konuk olan Yusuf Özkan Özburun'un ilginç bir tesbiti oldu.. Konu türküler. Geçmişte yaşanan "hasret" yüzünden "türküler yakılırdı" diyor. Cep telefonların yoğun olduğu bir dönemde hasret gibi kavramların kalmadığını söylüyor. Geçmişte "özlem ve özlenilebilirlik" vardı. İleşitim araçların yoğunluğu yüzünden bu duygunun da kalmadığını görüyoruz.

Yani, iletişim çağında yaşanan iletişimsizlik en büyük sıkıntımız.

Bir yanda "teknoloji"in baş döndürücü hızı, bir yandan da insanların hızla birbirinden uzaklaştığı bir dönemi yaşadığımız bir gerçek.

ORTADOĞU'NUN YENİ YÜZÜ(!)

Kılıf belli: "maruz kalma veya ayrımcılık."

Bu ifadeler toplumu yozlaştırma çabalarına bir katkı...

Radyo ODTÜ şimdi de "eşcinsel"ler için yayına başlıyormuş.

Yerel bir radyo bu... Ama Türkiye'nin en çok dinlenen yerel radyolardan biri olduğu söyleniyor. Şaka değil, tam 11 yıl yayın hayatında..

Korkarım bu tür yayınlar televizyona sıçramasın.

09.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Çankaya notları



Yaklaşık yedi yıl aradan sonra yine Çankaya’dayız. Davet sahibi 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül. Misafirler medya mensupları, STK temsilcileri, işadamları ve bazı profesörler.

Yedi senelik fasıla, 10. Cumhurbaşkanı Sezer’in devrine tekabül ediyor. Aslında davetlerin Demirel dönemi listelerine göre yapıldığı ilk Sezer resepsiyonlarına biz de katılmış ve intibalerımızı yazmıştık. (Örnek: 1 Kasım 2000 tarihinde yayınlanan “Resepsiyon” başlıklı yazımız.)

Bu davetler yanlış hatırlamıyorsak bir-iki defa daha tekrarlandı ve sonrakilerde listelerin Sezer’in tercihleri istikametinde yenilenmesini takiben artık çağrılmaz olduk. Ve sadece biz değil, başka birçok kişi ve kurum da listeden çıkarıldı.

Böylece Sezer’in toplumun geniş kesimlerinden kopuk, kapalı ve içe dönük yapısı resepsiyonlara da damgasını bu şekilde vurmuş oldu.

Şimdi Gül, “herkesi kucaklama” sözüyle çıktığı Çankaya’yı, Sezer döneminde dışlanan kesimlere tekrar açarak yeni bir devir başlatıyor.

Umarız, bu başlangıcın verdiği simgesel mesaj, yedi yıllık görev süresinde içi iyi doldurulan güçlü ve tutarlı hamlelerle takviye edilir ve böylece Çankaya, yıllardır kendisinden beklenen “devlet-millet kaynaşması”na en güçlü katkıyı sağlama misyonunu yerine getirmeye başlar.

Ankara Temsilcimiz Mehmet Kara ile birlikte katıldığımız davetten aktaracağımız özel notlar şöyle:

Evvelce yazdığımız “Allah mahcup etmesin, muvaffak etsin” temennîmizi tokalaşma faslında Gül’e şifahen iletme imkânı bulduk.

Yedi sene öncesine kadar Demirel’in davetlerinde sık sık bir araya geldiğimiz medya mensupları ve Köşk personeliyle yeniden buluşarak “hasret giderdik.”

TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’dan Hak-İş Başkanı Salim Uslu’ya, MÜSİAD Başkanı Ömer Bolat’tan Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfının heyet halinde gelen yöneticilerine kadar, birçok sima ile selâmlaşıp sohbet ettik. TGTV yöneticilerinden, İslâm âlemindeki STK temsilcilerini bir araya getirecek yeni bir etkinliğin Aralık’ta İstanbul’da yapılacağı bilgisini aldık.

İki önemli işadamıyla sohbetlerimiz de, müstakilen yazılmaya değer anekdotlar içeriyor.

Bunlardan biri, Ankara’nın ve Türkiye’nin önde gelen müteahhitlerinden İdris Yamantürk’le, yakın dost ve arkadaşı rahmetli Bekir Berk üzerine yaptığımız sohbet. Yamantürk özetle Berk’i üniversite yıllarından tanıdığını; Berk hukuk, kendisi mühendislik öğrencisi olduğu halde ortak bir idealin kendilerini buluşturduğunu; birlikte Komünizmle Mücadele dergisini çıkarıp köprüde sattıklarını; umreye gittiğinde Berk tarafından misafir edildiğini; kendisinin de Berk’i son döneminde Fatih’teki evinde ziyaret ettiğini anlattı. Bekir Berk’le dostluğunun kendisi için bir onur olduğunu ifade ederken, Berk’i bir defa daha rahmetle anmamıza vesile olması cihetiyle sohbetimizden memnuniyetini dile getirdi.

Hedef Alliance Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ethem Sancak’la da ilginç bir sohbet yaptık. Aslen Siirt-Pervarili olan Sancak’ın, Yeni Asya emektarlarından Burhan Kiverlioğlu (Aksoy) ile iyi tanıştığını ve o vesileyle gazetemizi senelerce çok yakından okuyup takip ettiğini öğrenmemiz, bizim için farklı ve hoş bir sürpriz oldu.

İşte bir resepsiyondan geriye kalanlar...

09.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Namaza çağrı



Son günlerde yeniden alevlenen ve namaz üzerinden yürütülen ‘irtica’ tartışmalarında bir şey gözardı ediliyor: Namaz, mü’minler için ‘olmazsa olmaz’lardandır ve Peygamberimizin ifadesiyle “(namaz) dinin direği”dir.

Otobüslerde ‘namaz molası’ talep edenler olarak da, aynı zamanda kendimize ‘iğne’ batırmak durumundayız. “Namaz molası” talep edebilmek için öncelikle; uyku sebebiyle ‘sabah namazı’nı kesinlikle kaçırmamalıyız. Aksi halde, uykuya ve tembelliğe yenilip sabah namazını kaçırarak; sonra da otobüs yolculuğunda ‘namaz molası’ talebinde bulunmaya hak kazanamayız... Rivâyet edildiği üzere, Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettiğinde “İçimizde ikindi namazının sünnetini terk etmeyen varsa, namazı o kıldırsın” demiş ve kimse öne geçmeyince namazı kendisi kıldırmış. Namaz konusunda ne derece hassas olunsa o kadar yeridir.

Aslında ‘namaz’ı en güzel anlatan eserlerin başında Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur eserleri geliyor. “Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem, cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem, namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır. Bu sûrette bütün sermâye-i ömrünü âhirete mal edebilir. Fânî ömrünü bir cihette ibka eder” (Sözler, s. 27) ifadesi buna en güzel örnektir.

Namazın vazgeçilmezliğini ve insana huzur verdiğini daha geniş kitlelere anlatabilmek için yola çıkan bir ekip, “Namaz Gönüllüleri Platformu”nu kurmuş. 2006 yılında “Namazla diriliş seferberliği” başlatan gönüllü ekip, bir yıl içerisinde çok sayıda panel ve toplantı düzenlemiş ve “Namazla Diriliş” kitapçığı dağıtmış.

Namaz aleyhindeki yayınların artması üzerine dün İstanbul Ensar Vakfı’nda bir araya gelen “Namaz Gönüllüleri Platformu”nun toplantısına iştirak ettik. Toplantıda, bir yıl boyunca yapılan faaliyetler anlatıldı ve bundan sonra yapılması gereken konular konuşuldu.

Tabiî ki toplumun tek hastalığı ‘namazsızlık’ değil. Ancak namaz konusundaki ihmal, en büyük ‘dert’lerden biridir. Namazdaki devamlılık da ancak ‘sağlam bir iman’ ile mümkün olabilir. Aksi halde, temelleri sağlam olmayan bir binanın duvarlarını boyamış oluruz ki, bu da görünüşte faydalı görünse bile uzun dönemde fayda sağlamaz.

“Namaz molası” tartışmalarından sonra yapılan yorumlara bakınca, toplumda ciddî bir ‘bilgi eksikliği’ olduğu anlaşılıyor. Bilen de, bilmeyen de bu konuda ‘fetva’ veriyor. Üzücü olan, bazı ‘ehl-i iman’ın da bu konuda ihmalkâr davranması. Tıpkı, başörtüsü konusunda olduğu gibi, “İlim öğrenmek farzdır, önce oku, sonra başını kapatırsın” şeklindeki anlayış; kendisini namaz konusunda da hissettiriyor. “Seferîsin, namazını kazaya bırak, sonra kılarsın, otobüste ‘ima’ ile kıl” gibi düşünceler ne yazık ki toplumda taban bulabiliyor.

İmanlar sağlamlaştıkça, insanlar daha fazla namaza yönelecek ve insanlık ‘felah’a, kurtuluşa ulaşacak inşallah.

09.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri