Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 



Kazım GÜLEÇYÜZ

Geri adım?



TOBB, Türk-İş, DİSK, TESK ve TİSK, 28 Şubat’ta, perde arkasında silâhlı kuvvetlerin bulunduğu bir “silâhsız kuvvetler” operasyonunda çok aktif bir rol üstlenmişlerdi.

Sonradan, bu kuruluşların başındaki isimlerin çoğu, iş işten geçtikten sonra kullanıldıklarını anlayıp yanlış yaptıklarını itirafla pişmanlık izhar eden ibret verici açıklamalarda bulundular.

Son dönemde aynı örgütler yine gözle görülür bir hareketlilik içinde. Ama bu defa 28 Şubat’tan farklı demokratik bir duruş sergiliyorlar.

Ve sadece beş örgüt olarak bir araya gelmekle yetinmiyor, diğer birçok STK’yı da yanlarına alarak bir sivil demokrasi cephesi oluşturuyorlar.

Meseleleri, hükümete taraftarlık/karşıtlık bağlamında değil, demokrasiye, hak ve özgürlüklere sahip çıkma çerçevesinde ele alıyorlar.

Meselâ, 22 Temmuz sonrası işbaşı yapan yeni AKP iktidarının gündeme getirir gibi olup bilâhare askıya aldığı sivil ve demokratik anayasa projesine sahip çıkan bir tavır ortaya koydular.

Böyle bir anayasa için hayli geniş katılımlı bir toplantı tertipleyip, ulaştıkları sonuçları kamuoyuna duyurarak, “sivil ve demokrat anayasa” fikrinin sivil topluma mal olduğunu gösterdiler.

Aynı örgütler, AKP hakkında açılan kapatma dâvâsının ortamı gerdiği geçtiğimiz günlerde bir kez daha inisiyatif alarak, hem parti kapatmaya karşı çıkan, hem sivil-demokrat anayasa ihtiyacını yine vurgulayan, hem de herkese sağduyu çağrısında bulunan bir açıklama yaptılar.

Bu çağrı da ses getirdi ve günlerce tartışıldı.

Bu meyanda, TOBB Başkanının “Herkes durduğu pozisyondan bir adım geri çekilsin” sözü de hayli gündem oluşturdu. Muhalefet partileri gibi, bu sözü hiç üzerine almayanlar oldu. İktidar “Niye geri adım atacakmışım?” havası verdi.

Son tartışmalara aktif şekilde müdahil olan yargının ise geri adım atmak şöyle dursun, Başsavcının açtığı dâvâyla başlayan süreci ilerletme konusunda hiçbir tereddüdü olmadığı görüldü.

Ortaya çıkan nihaî tabloda, gözler, attığı veya atmayı düşündüğü adımlarla bu krizin tetikleyicisi konumunda görünen hükümete odaklandı.

Başsavcının önce Eylül’de, ardından Ocak’ta iki kez “uyarı” mahiyetinde “Yapmayın” diye açıklama yayınladığı, bunlara itibar edilmeyince kapatma dâvâsı açtığı “türban düzenlemesi, “ AKP’nin MHP ile müştereken attığı bir adımdı.

Anayasanın iki maddesi değiştirilerek atılan bu adım, söz konusu değişiklik Meclisten geçerek Köşk onayından çıktıktan sonra yürürlüğe girdi. Ancak üniversitelerdeki yasak kalkmadı.

AKP ve MHP’nin anayasa paketiyle birlikte gündeme getirdikleri YÖK ek 17. madde ise hâlâ beklemede. Ve son gelişmelerin ışığında görünen o ki, artık askıdan inmesi mümkün değil.

Bizzat Başsavcıya atfen yayınlanan beyanlarda, bunca krizin altında söz konusu adımın yattığı ifade ediliyor ve “Eğer türban girişimi olmasaydı bu dâvâya gerek kalmayacaktı” deniliyor.

Peki, iki maddelik anayasa paketinin yürürlüğe girdiği ve buna rağmen yasağın kalkmadığı göz önüne alınır, YÖK ek 17 için yeni bir girişimde bulunulmaz ve ilâveten, AKP, hakkında açılan kapatma dâvâsını hükümsüz ve sonuçsuz bırakmaya yönelik teşebbüslerinden vazgeçerse, Anayasa Mahkemesinden kapatma kararı çıkmaması gibi bir netice ile karşılaşabilir miyiz?

Mümkün. Zaten bu sürecin, her aşamasında “iktidar partisini terbiye edip ehlîleştirmek ve istenen çizgiye çekmek” için kullanılıyor olabileceğine dair tahminimizi evvelce de yazmıştık.

Başbakanın, günlerden beri yüksek perdeden sürdürdüğü sert çıkışlarına nihayet vererek havayı yumuşatmaya yönelik bir üslûba dönmesi ve bu manevranın bilhassa Doğan grubu medyasınca desteklenmesi, acaba kamuoyunu böyle bir sonuca hazırlamanın işaretlerini mi veriyor?

Olabilir. AKP’yi kapatmak yerine istenen çizgiye çekip sistem adına biraz daha kullanmaya devam etmek de yabana atılmayacak bir ihtimal.

04.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Zübeyirli günler…



Nisan ayı Anadolu’da rahmetin en bol indiği zaman olduğundan hususî kıymete haizdir. Bize göre gül mevsiminin başlangıcıdır. Zira güllerin; mübarek yanağının humretinden rengini aldıkları Sevgililer Sevgilisinin doğum ayıdır Nisan… Avrupa’daki Nur talebeleri de Nisan’ın ilk haftasına bir başka mânâ atfederler. Aralarındaki müfritâne münasebeti sağlayan “Yeni Asya İnternational” gazetesinin doğum haftasıdır, bu günler. Bu haftada neşir hayatına gözlerini açan gazetemiz; maddeten birbirlerinden fevkalâde uzak, kıt'anın galip kültürüyle yaşayan ve derd-i maişetle bilmecburiye çok meşgul bizler arasında “Nur postacılarının” taşıdıkları lâhikalar vazifesini yaptığından, bizim için çok önemlidir. Nisan’da yalnızca doğum yok… Ebedî baharlarda dirilmek üzere bize hüzün veren vefatlar da vardır… Güzeller güzelinin cennetî reyhanı sevgili şah-ı şüheda ve al-i Beyt, zalimlerce Kerbelâ’da bu ayda kırılır. Yine Yeni Asya’nın doğumuna vesile olan ve Nur talebelerinin saff-ı Evvelî Zübeyir Gündüzalp de bu ayın ilk haftasında vefat eder.

Risâle-i Nur’a hizmeti dâvâ edinenler, neşriyat hizmetiyle Zübeyir Gündüzalp’i hep birlikte düşünürler. Afyon zindanlarında, tarihin bir daha şehadet edemeyeceği zulümler altında Üstadıyla biraraya gelen Zübeyir’in; aynı zamanda Bediüzzaman Hz.lerinin hayata bakan bir gözü olduğundan kimsenin şüphesi olmaz. 3. Said Devrinin gazetelerini Zübeyir Ağabeyle takip ettiren Üstadımız, Zübeyirle o gazetelerde İslâmın aleyhine yapılan neşriyata cevap verdiğini ve yine Zübeyir’in kalemiyle içtimaî hadiselere Risâle-i Nur’un penceresinden nasıl bakılacağını neşrettiği Lâhika mektuplarıyla talebelerine gösteriyor. Bediüzzaman’ın ruhunda erimiş Zübeyir’in, onu bir gölge gibi ta 23 Mart’a kadar takip ettiğini bilenler, onun üçüncü Said dönemine “Zübeyirli Günler” de diyorlar.

Zübeyir Ağabeyin, Yeni Asya Gazetesini sembolik olarak Galata Köprüsünde elinde tutup ilân ederek, neşriyatın ehemmiyetine pratikte yaptığı vurgu fevkalâde önemlidir. Üstadımızın emirleri istikametinde 1950’de Ankara Üniversitesi mescidinde Üstad ve Risâle-i Nur hakkında konferans veren Zübeyir ile Yeni Asya Gazetesini neşriyata geçiren Zübeyir’i anlayamadığımız zaman; Risâle-i Nur’un hayata aktarılış biçimini de anlayamayız. “Mevtim hayatımdan ziyade dine hizmet edecek” diyen Bediüzzaman Hz.lerini vefatı münasebetiyle bu gün dünyanın beş kıt'ası anmaya çalışıyor. Bediüzzaman ve Risâle-i Nuru anma ve anlamanın çerçevesini, Bediüzzaman Hz.leri o meşhur konferansıyla yine Zübeyir’le tarihe ve istikbale sunuyor. Bu çerçevenin dışındaki anmaların; beyabanlara saçılmış tohumlar veya embriyosuz çekirdekler olduğunu, baharın ortasına geldiğimizde daha iyi anlayacağız.

Yeni Asya´nın, İslâm âleminin yakın geçmiş tarihindeki vazifesini, düşmanları dostlarından daha iyi bilirler. “Bir dane-yi hakikat bir batman yalanı yakar” kaidesince; Yeni Asya´nın mütemadiyen “O dane-yi hakikat” olduğundan şüphesi olanlar, İslâmın emansız ve amansız düşmanlarına sorabilirler. İslâm mahallesinin uyanık bekçisi Yeni Asya´nın ikazıyla âlem-i İslâmın kaç kez, zalim Avrupa kâfirleri ile Asya münafıklarının ellerinden; varlıklarını, şeref ve izzetlerini kurtardıklarını ve kaç kez İslâm mülkünün yangın, yağma ve dehşetli talanlardan kurtuluşuna vesile olduğunu hakperest Müslümanlara sormak gerekir.

Yeni Asya’ya bu güne kadar bazılarınca yapılan tenkidin arkasında, Bediüzzaman Hz.lerinin “Zübeyirli Günlerini” bilememenin cehaleti olduğu kanaatindeyiz. Eski Said ile Yeni Said’in mezcinden ortaya çıkan üçüncü Said’in prototipini teşkil eder, Zübeyirli Günler… Yani nazarî veya teori dediğiniz Kur’ânî bilgilerin, amelî veya pratik olarak hayata aktarılışıdır, bu günler. Hakikatin kametine bakılır mı? Cirmen ve cismen küçük de olsa, o çok büyüktür. Yeni Asya´nın, her şeyi dünyevî ölçülerle tartanlarca mütemadiyen küçük görülmeye çalışılması, yalnızca onları yanıltmıştır. Herkes görüyor ki, dünya hadiseleri, Yeni Asya’nın haber verdiği istikamette cereyan ediyor. Elbette ki keramet Yeni Asya’nın müşahhas varlığında değildir. Onun başarısı da “Zübeyirli Günlere” bağlıdır ve Yeni Asya´nın o günlere sadakati nisbetinde muvaffak olacağına inanır Nur Talebeleri…

Ağaçları çekirdek ve yapraklarıyla tanımaya çalışanlar yanılabilirler… Fakat meyveyi tadanları yanıltmak çok zordur. “Zübeyirli Günlerin,” teşbihte hata olmasın Bediüzzaman Hz.lerinin hayatının en mutena meyvesini teşkil ettiği kanaatindeyiz. Zübeyirli Günleri “hatıralarla” anlamamız da çok zordur. Güneşin yüzlerce farklı renk ve düzeye sahip aynalardaki yansımasını tasvir edenler, ne kadar başarılı olabilirler ki… Kanaatimize göre “Zübeyirli Günleri” anlamanın en selâmetli yolu, Risâle-i Nur’u bir bütün olarak anlamaya çalışmaktan ve bilhassa Kara Zindanlar’dan sonra yazılanların satır aralarında dikkatlice dolaşmaktan geçer.

Vefatının 37. sene-i devriyesi münasebetiyle merhum Zübeyir Ağabeye rahmet dilerken, Gurbetteki “Yeni Asya”yı onuncu yaşının baharında tebrik ediyor ve onu hazırlayan fedakâr kardeşlerimize gurbetteki okuyucuları adına teşekkürlerimizi arz ediyoruz.

04.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

'Gerçek kuvvet' olan tesanüdü hiçe indirmemeliyiz



Tabiat ve yapıları gereği zıtların bir arada bulunması mümkün değildir. Suyla ateş, karanlıkla aydınlık, ateşle barut bir arada bulunmaz.

Hakla batılın birbirine zıt ve karşı olması kadar da tabiî birşey olamaz. Hakla batıl, doğruyla yanlış, iyiyle kötü mücadelesi Hz. Âdem’den bu yana devam edegelmiştir.

İman nur, ışık, aydınlık; küfür ve inkâr ise zulmet ve karanlıktır. Karanlığın, yarasaların, yarasaruhluların imandan, nurdan hoşlanmaları mümkün değildir. Arı bal yapacak, yılan da zehirini akıtacaktır. İman ve Kur’ân düşmanlarının en hoşlanmadıkları işlerin başında ise, ehl-i iman ve ehl-i hizmetin tesanüdle imana ve Kur’ân’a hizmetleri gelir. Onlar iman ve Kur’ân’la ilgili her şeyden rahatsız olurlar. Hele hele ehl-i imanın tesanüd ve ittifakını aslâ istemezler. Ellerinden gelse birbirilerine düşürür, sonra da kıs kıs gülerler.

İhlâs, sebat ve tesanüd başarı sebebidir. Üstad, talebelerinin fevkalâde sebat ve ihlâsları sebebiyle galebe çaldıklarına ve musibeti defettiklerine dikkat çeker. Fakat ehl-i dünya cepheyi hemen değiştirirler. Zındıka, desiselerle perde arkasında maddeten ve manen tahşidata başlar. Alabildiklerine bir gayretle, dikkatle ve şeytancasına bir tarzda talebelerin gerçek kuvvetleri olan tesanüdü bozmaya çalışır, çeşit çeşit dolaplar döndürürler.1

Demek bizzat Üstadın ifadesiyle tesanüd gerçek kuvvettir. Zındıka ehli ise her hal ü kârda onu bozmaya çalışır. Ve bu plân, her zaman devam eder. Yine Üstad bu tuzağa dikkat çeker, “Şimdi en ziyade bizi ve Nurları vurmak ve sarsmak için en fenâ plân, Nur talebelerini birbirinden soğutmak ve usandırmak ve meşrep ve fikir cihetinde birbirinden ayırmaktır”2 der.

Hadis-i şeriflerde belirtildiğine göre ahirzamanda Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçen müthiş şahıslar, İslâmın ve beşerin hırs ve ayrılıklarından istifade ederek az bir kuvvetle onları herc ü merc eder ve koca âlem-i İslâmı esareti altına alır. Onun için Bediüzzaman Hazretleri, “Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı, ‘İnneme’l-mü’minûne ihvetün: Ancak inananlar kardeştir’ kal’a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda, iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş muvazenelerini bozup, onlarla oynayabilir. Birini yukarı, birini aşağı indirir.

“İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner. Az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimâ iyenizle alâkanız varsa, ‘Mü’min mü’mine karşı bir binanın kenetlenmiş taşları gibidir’3 düstur-u âliyeyi, düstur-u hayat yapınız. Sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.”4

Görüldüğü gibi İslâmın esas ve prensipleri mü’minleri birbirlerine bir binanın taşları gibi kenetleştirecek, kuvvet verecek niteliktedir. Bütün mesele, bu hakikatlere uyup dünya ve ahiret huzursuzluğundan kurtulmaktır.

Dipnotlar: 1. Kastamonu Lâhikası, s. 113. 2. Şuâlar, s. 431. 3. Buharî, Salât: 88; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18; Neseî, Zekât: 67. 4. Mektûbât, s. 261.

04.04.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Hizmetin Körfez hızı



Mart ayı, azim haftaların istilâsıdır. Bunların bir tanesi Bediüzzaman Hazretlerinin Hakka vuslatının sene-i devriyesidir. Mâlî serveti, Şanlıurfa tereke hakiminin tesbitiyle 15 TL olan, doğduğu ve vefat ettiği Türkiye’de bir karışlık toprağı olmayan bu gönül sultanının anma programlarını “Ben de yapayım, biz de yapalım” yarışı vardır. Geçmişte kendilerine selâm vermenin ve hele elini öpmenin yasak olduğu bir dönemden, şimdi salonlarda müthiş alkışlarla anıldığı, fikirleri ortaya serildiği ve fatihalar gönderildiği günlere geldik.

Bu “anma programı” çerçevesi ve hizmet hızının seyri içinde kendimizi bu hafta bu bölgenin sıcak bağrında bulduk. Hava itibarıyla soğuk, rutubetli ve yağmurlu. Fakat bu meskûn yerlerin aziz ve asil insanları, gönlü ve kalbi bir olan vatanperver kardeşlerimizin samimiyeti bizleri ısındırdı ve bizlere gözyaşı döktürdü. Böyle bir manevî atmosferde ilk durak yerimiz Düzce oldu. Düzce Yılmaz Hoca İş Merkezi Konferans Salonunda, kalabalık ve seçkin bir topluluğa bir saat içinde “Bediüzzaman’da Meşrutiyet” konferansı verdik. “Ne yaptın orada?” suâline, Pehlivanların, Özdemirlerin, Özlerin, Hatipoğullarının, Kadıoğullarının, Topaloğullarının ve Yılmaztürklerin cevap vermeleri lâzım. Alkışlar onlarındı, fedakârlık onlarındı…

Ertesi gün Gebze ilçemizin sıcak insanlarıyla, fedakâr kardeşlerimizle kendimizi yoğun bir gün içinde bulduk. Çok hızlı bir günde üç program... Allah için koştuk, konuştuk. Birincisi Gebze Köprü Kültür Merkezindeki konferansımız “Bediüzzaman’da İttihad-ı İslâm”. Burada âdetimizin haricinde, konferans sonunda, bay ve bayanların suâllerine de muhatap olduk. Çok verimli geçtiğini kendileri ve yeni zevât ifade ettiler. İkincisinde ise kendimizi Mesaj FM’de bulduk. Bir saatlik canlı yayında, âlem-i İslâmın ve cemaatlerin dününü bugününü konuştuk.

Gebze’den sonra, yeni ilçe olan Dilovası’nda yeni açılan, çok büyük bir düğün salonunda yatsı namazından sonra kısm-ı azamı şark yöresinden olan can dostlarına muhatap olduk. Salon hâkimiyeti olmaz ise konuşma askıda kalır. Bu itibarla nereli olduklarını sordum ve kendimi Diyarbakır’da, Van’da, Hakkâri’de, Erzurum’da hissettim, çok duygulandım. Kendilerinin amcazadeleri olduğumu ve güneşin bizim “Başet Yaylası”ndan doğduğunu, eğer biz salmaz isek karanlıkta kalacaklarının lâtifesini yapınca bir alkış tufanı koptu, bir daha da kesilmedi. Bu 17. programları imiş. Bizim konferansımızın adı “Bediüzzaman’dan Müjdeler ve İnsan Sevgisi” idi. Tertip edenlere, vesile olanlara ve “Çağrı Der”in başkanı Sn. Cemil Beye ve Gebze’den Hüseyin, Ali, Asıf ve Ali İhsan Beylere binler teşekkürler.

Gecenin derin saatlerinde fedakâr kardeşim M. A. Yalım ve arkadaşlarla kendilerine çok kereler muhatap olduğumuz Kocaeli ve Göçlükte bulduk. Ertesi günün Pazar akşamı Yeniceköy-Gölcük Belediyesinin yepyeni kültür salonunda bulunduk. Bu buluşma çevreden gelen fedakâr, cefakâr ve samimi insanların topluluğu idi. Bu aziz, asil ve pırıl pırıl insanlara yine haddimizi aşmayarak, verilen bir saat içinde “Bediüzzaman’ın Meşrutiyet görüşü ve çıkış yollarındaki müjdeleri” konferansımızı verdik. Türkiye, âlem-i İslâm ve dünyadan örneklerle de süsledik.

Bu geceye de vesile olan Nureddin Hamid, Salih, Rıdvan, Ruhi ve Azam Beylere, bütün hanımefendilere, bana kitap imzalattıranlara ve bizi daima teşvik eden, yanımızdan ayrılmayan cengâver kardeşlerime ve bu hizmet hızına bizi ortak edenlere, binler tebrikler ve duâlar.

Artık bu hafta ve bu ay “Kutlu Doğum” konuşmaları var. İlk durak Nazilli. İnşaallah...

04.04.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Cüz-i ihtiyârî: Hür irade



Kader, olmuş ve olacak her şeyin yazılması, planlanması, programlanmasıdır. Cüz’î irade ise, sorumlu olduğumuz bütün konularda tamamen serbest olduğumuzu ifade eder. Şu halde kadere iman, hür iradeyi gerektirir.

Eğer hür irademiz olmasaydı, imtihanın sırrı kalmazdı! O takdirde, “sevap ve mükâfat, suç ve ceza” da söz konusu olmazdı. Kader ve hür iradenin püf noktası, fiillerimizin iki türlü olduğu noktasında ortaya çıkar:

1- İrademizin hiçbir müdahalesinin olmadığı, mecburî olarak yaptığımız/kabullendiğimiz hususlar/fiiller/işler...

2- Hür irademizle yaptıklarımız…

Dünyaya erkek veya kız, Türk veya Arap olarak gelmemiz, bizim irademiz dâhilinde değildir. Dolayısıyla bunlar, “ıztırarî, mecburi” hâllerdir, irademiz dışında cereyan ederler. Ki, bu ve benzeri durumlardan zaten sorumlu değiliz... Yani “Niye sen Kürt doğdun, niye Türk oldun, neden şurada dünyaya geldin?” diye hiç kimse herhangi bir suâle muhatap olmayacak, bundan bir sevap veya günah da almayacak. Allah, dilediğini, istediği millet ve ırktan yaratır.

Diğer taraftan görmek, mecburî (buna ıztırari de denir) bir fiildir. Bakmak ise, ihtiyârî, yani irademiz içinde olan bir fiildir. Gören bir insan, görme fiilinden dolayı değil, bakma fiilinden sorumludur.

Kezâ bir insanın eğilip kalkma, elini kaldırıp indirme, istediği yere gidip gelebilme kabiliyetinde olması, ıztırarî fiillerdendir. Ve bundan dolayı herhangi bir soruyla karşılaşmayacaktır. Ancak “Belini namazda da mı eğdi büktü, yoksa başka kötü işlerde mi; elini iyilik için mi uzattı, kötülük için mi?” gibi fiillerden sigaya çekilecektir.

Allah, “sevap ve günah”a sebep olacak ve tercih edecek, “cüz’î irade” dediğimiz bir “hür irade” bize vermiştir. Hür irade, isteme, arzulama, düşünme, istediği gibi hareket edebilme, hayatımızı yönetebilme/yönlendirebilme serbestisi demektir. Ne istersek, ne arzularsak, neye inanırsak—derecesine göre—Allah onu yaratır, onu yazar, onu verir...

Hür iradeyi şu misâlle açıklayabiliriz: On katlı, asansörlü bir apartmanı düşünün... Beşinci kattan yukarısında iyilikler, güzellikler, olumlu davranışlar, sevaplar, meşrû yerler; aşağısında çirkinlikler, kötülükler, olumsuzluklar, günahlar, gayrimeşrû yerler bulunsun. Biz beşinci katındayız. Asansörde, hangi katta neyin bulunduğunu gösteren tarifnâme, levhalar, işaretler, ayrıca asansörü çalıştıran yetkili vardır. Asansöre biniyoruz... Asansör, elektrik sistemi vs. kaderdir ve küllî iradedir. Bizim istediğimiz düğmeye basmamız, “cüz’î irade” dediğimiz hür irademizdir. Biz hangi düğmeye basarsak ve asansör çalıştırıcısına nereye gitmek istediğimizi söylersek, asansör bizi oraya götürür. Düğmeye basarken herhangi bir zorlamaya tabi olmadığımızı vicdanen de biliyoruz. Asansörcü bizi dinlemezse, zaten ondan biz mes’ul değiliz...

Hür iradenin mahiyetini anlamamamız, olmamasına delil olmaz. Ve “cüz-i ihtiyarî” dediğimiz bu hareketlerde gayet serbest olduğumuzu ve hiçbir baskıya maruz kalmadığımızı, tam tarif edemesek de, serbest olduğumuzu, herhangi bir baskıya maruz kalmadığımızı aklen ve vicdanen biliriz.

Herkes yaptığı işlerde herhangi bir baskıya maruz kalmadığını bilir. Dolayısıyla “hür iradesi”yle yaptığı işlerden mes’uldür. Ki, onları yaparken, herhangi bir baskı altında kalmadığını gayet iyi bilmektedir... Meselâ insan yoldan giderken, önüne büyük bir çukur çıksa, “Ne yapayım, kaderimde bu da varmış!” deyip içine atlamamakta, yolunu değiştirmektedir.

Kötü işler yapıp, günah işleyip yoldan sapanlar, “Ben kaderin mahkûmuyum!” diyerek kendilerini mazur gösterirken iyi işleri kendilerine mal etmeleri, aslında hür iradelerinin varlığını kabul ettiklerini gösteriyor; ancak günah psikolojisi onlara kendilerini müdafaa ettiriyor ve mazur gösteriyor!

Oysa cinayet işleyen, hırsızlık yapan ve bir başka suçla günah irtikâp edenler vicdanen bilirler ki, mahkûm değiller; zorlanmamakta, herhangi bir baskıya maruz kalmamaktadırlar… Zira kendilerini öldürmeye teşebbüs edip mallarını çalmaya çalışanların, “Biz kaderin mahkûmuyuz, ne yapalım, alnımıza yazılmış!” gibi saçma sapan mazeretlerini kabul etmezler.

Konuyu şu örnekle açmaya çalışalım: Okul, kaderdir. Talebenin “okul” meselelerinde, yalnız “oku­mak” ve “hocalarla olan münasebeti” dâhilinde mes’uliyeti vardır. Dersine çalışmayan, vazifesini yerine getirmeyen bir öğrenci, suçu öğretmene ve okula yükleyemez! Hayrettir ki, hiçbir Cebriyeci, suratının ortasına yediği yumruk sahibine, “N’apalım, sen rüzgârın önüne kapılmış bir kuru yaprak gibisin!” demediği hâlde, işlediği günahları/kötülükleri kadere yükleme cehaletini gösterebiliyor!

04.04.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

"Ey göz, güzel bak!"



Ankara’dan okuyucumuz:

* “Güzelliği neye göre tanımlayacağız? Gözün bakmakla mükellef olduğu ve bakmaktan sorumlu olduğu güzellikler nelerdir?”

Güzel, nefs-i emmârenin hoşlandığı ve mânâ-yı ismiyle baktığı nesne midir? Yoksa güzel kalbin, akl-ı selimle marifet ve ilim devşirdiği ve mânâ-yı harfiyle baktığı şey midir?

Bunlardan birincisi nefs-i emmârenin güzeli, ikincisi kalbin ve gönlün güzelidir. Birincisinde nefs-i emmâre, gördüğü güzele kendi hesabına bakar ve çirkinleştirir. İkincisinde kalp ve gönül, gördüğü güzele Allah hesabına bakar ve daha da güzelleştirir.

Birincisinde nefs-i emmârenin çıkış noktası kendi açısıdır, niyeti ve nazarı kendi zevkidir. Burada göz bir kavvat ve bir tahrik âleti derecesine inmiştir. Bakılan şey nâmahrem olmasa da, bu bakışta hayır yoktur. Bu bakış şükürsüzdür, nankörcedir; bundan dolayı haramdır. Namahrem açık da olsa, örtülü de olsa, güzel de olsa, çirkin de olsa, ona nefs-i emmâre hesabına bakmak haramdır.

İkincisinde kalbin ve gönlün çıkış noktası, niyeti ve nazarı Allah’ın sonsuz güzelliğine ulaşmaktır, yaptığı iş ilim, marifet ve şükürdür. Gayesi Allah’ın rızasını tahsildir. Göz, Üstad Bedîüzzaman’a göre burada her şeye gözün Yaratıcısı hesabına bakar, her şeyi güzel görür, bu büyük kâinat kitabının okuyucusudur, Allah’ın san'at mu’cizelerinin bir seyircisidir ve yeryüzü bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısıdır.1

Bu ikinci yaklaşımda her şey güzeldir. Bu bakışta lütuf da güzeldir, kahır da güzeldir. Huzur da güzeldir, belâ da güzeldir. Göz, Kur’ân gibi, “Allah her şeyi güzel yaratmıştır”2 der, her tecellîde güzellik arar, güzellik bulur. Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının eserlerini büyük bir saadet ve huzur içinde izler, görür. Bu bakışta kalb Bedîüzzaman gibi, “Melekûtiyet ve hakikat canibinde her şey şeffaftır, güzeldir”3 der, Allah’ın isimlerinin tecellilerinden ilim, marifet ve şükür balı devşirir. Gönül, bu bakışta İbrahim Hakkı gibi her tecellî için, “Görelim Mevlâ’m neyler, Neylerse güzel eyler!” der, Mevlâ’nın tasarruflarına teslim olur.

Göz ya birinci yaklaşımla âdî bir derekeye düşecek, ya da ikinci yaklaşımla değeri yükselecek, kâinat kütüphanesinde her şeyi okuyacak, her şeyi güzel görecektir. Bedîüzzaman Hazretleri bu noktada göze şöyle hitap eder: “Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvat nerede? Kütüphane-i İlâhînin mütefennin bir nazırı nerede?”

Nefs-i emmâre hesabına nâmahreme bakmak sevap değil, günahtır. Nikâhımız altında olan güzele, ya da bakışı haram olmayan yaratılış, fıtrat ve tabiat güzelliklerine Yaratıcı hesabına bakmak ise sevaptır.

Peygamber Efendimiz’in (asm) muaf olduğunu bildirdiği bakış, ansızın göze çarpan ilk bakıştır. Göz namahrem üzerinde çivilenmiş gibi kalırsa, bu, “bakışı bakışa eklemek” olur, yani ikinci bakışa intikal olur ki, yasaklanan budur. Burada haram olan nefs-i emmârenin pis, hasis ve hakir lezzeti hesabına bakıştır.

Kur’ân, haram bakışı “hâinete’l-a’yün”, (gözlerin ihaneti) sözüyle ifade eder. Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: “Allah gözlerin ihanetini de bilir, gönüllerin sakladığını da.”4

Gözlerin ihaneti ifadesi, Kur’ân’ın eşsiz dilinde, gözlerin gizlice harama kayması demektir. Burada nefs-i emmâre, birer kudret harikası olan gözleri kendi hesabına kullanıyor. O iki inci tanesini insanlardan gizleyerek harama yönlendiriyor. Oysa bu esnada gözlerin haram noktaya kayıp gidişini Allah görmektedir. Nefs-i emmâre ise, Allah’ın, gözlerin bakışını görüyor olduğunu ya nazara almıyor, ya da unutuyor. İşte Kur’ân buna “gözlerin ihaneti” diyor.

İşte bu nefsanî ve haram bakış, Peygamber Efendimiz’in (asm) dilinde “göz zinası” olarak nitelendirilmiştir. Aynı şekilde Peygamber (asm) dilinde nefsanî ve haram söyleyiş “dil zinası”5; nefsanî ve haram dokunuş “el zinası”; nefse hoş gelen haram sözleri işitmek “kulak zinası”; haram yere haram işlemek niyetiyle yürümek “ayak zinası”dır.6

Bu hadis-i şeriflerde göz, dil, el, kulak, ayak... vs. zinâsı tâbirleri mecazi birer tâbirdir. Kast olunan şey gerçek zina değil; bakış, dokunuş, işitiş ve yürüyüş gibi fiillerin harama götürecek şekilde yapılmasıdır. Peygamber Efendimiz (asm) ümmetini zinaya götüren bakıştan, dokunuştan, söyleyişten, işitişten ve yürüyüşten sakındırmıştır.

Hiç şüphesiz bakışın, dokunuşun, söyleyişin, işitişin ve yürüyüşün haram oluşunu niyet belirleyecektir. Namahreme her bakış haram değildir. Zorunlu olan, bir iş ve ihtiyacın gereği olan, kötü niyet taşımayan ve ansızın olan bakışlar, muaftırlar, haram değildirler. Nefsanî haz ve lezzet niyetiyle sarf edilen bakış ise haramdır.

Dipnotlar:

1- Sözler, 6. Söz, s. 32; 2- Secde Sûresi: 7; 3- Sözler, 22. Söz, s. 264; 4- Mü’min Sûresi: 19; 5- Câmiü’s-Sağîr, 2/477 (1007); 3/1056 (2305); 6- Buharî, İstizân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20, (2657); Ebû Davud, Nikâh 44, (2152).

04.04.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Siyasî yanlışların ceremesi



Avrupa Adalet Divanı’nın PKK terör örgütünü “terör listesi”nde çıkarma kararının şokunu yaşayan Ankara, bir dizi yanlış ve tutarsızlıkla ciddî bir siyasî kargaşa ve kaos komplosuyla karşı karşıya…

“Kapatma dâvâsı”na karşı iktidar partisinde bir yandan “anayasa değişikliği”nden bahsedilirken, diğer yandan “siyasî partiler yasası”nın değiştirilmesi için düğmeye basılmakta.

Ancak “anayasal değişikliğin” gerginliği tırmandıracağı tedirginliğiyle parti grubunda “itidal” ve “soğukkanlılık” tavsiye eden Erdoğan’ın “laik Cumhuriyet” vurgusunun ardından siyasî partiler yasasının 101. maddesine “ihtar” mekânizmasının getirilmesi plânlanmakta. Yasaya eklenecek geçici bir maddeyle, DTP dahil, mevcut bütün kapatma dâvâlarının düşürülmesi tasarlanmakta…

Ne var ki, bunun da yeniden Anayasa Mahkemesi’ne takılabileceği tedirginliği, siyaseti “tedbir” konusunda tereddütlere itiyor.

Bu arada “kapatma dâvâsı”, bir başka siyasî çalkantıya sebebiyet verdi. Başbakan Erdoğan’ın, “Bir başka parti ‘peki biz de mutâbakâtın içinde olmaya hazırız’ dediği halde peki bu yaklaşım niye?” sorusu, MHP’lilerin “AKP düştüğü çamura bizi de çekmek istiyor” târizlerine yol açtı.

Bahçeli’nin, Erdoğan’ı “mağduriyetten siyasî kazanç sağlamak”la suçlayıp, “Artık onlarla yol yürünmez, Türkiye çok ağır tahribatı olacak siyasî depremin öncü sarsıntılarını yaşıyor” demesi, bir başka bunalımı açığa çıkardı…

* * *

Ancak “AKP’yi temelli kapatma” siyasî deprem dalgasının, yine temel bir insan ve inanç hakkı olan ve “dinî bir vecîbe” olduğu devletin dinle yetkili anayasal kurumu olan Diyanet’in kararlarıyla sabit bulunan başörtüsünü vuracağı belirtiliyor.

Filler tepişirken altta yine karıncalar eziliyor; inancı gereği başörtüsü takan binlerce, onbinlerce öğrenci, hak kazandığı okullarına alınmayarak eğitim haklarının engellenmesine devam edileceği, sinyalleri veriliyor.

Kulislerde, ilk incelemeyi yapan Anayasa Mahkemesi’nin, CHP ve DSP’nin Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerindeki değişikliği “iptal başvurusu”nu, öncelikle Anayasanın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen ikinci maddesine “aykırılık” yönüyle kabul etmesine dikkat çekiliyor. Mahkeme Heyetinin, başörtüsüne ilişkin AİHM ve Danıştay’ın kararlarının yer alacağı raportörün raporunu beklemesi, bu husustaki endişeleri daha da arttırıyor. Anlaşılan o ki krizden çıkış konusunda kafalar karışık. Risk devam ediyor. Her an her şey değişebilir. “Anayasasız formül” de çözüm getirmiyor; krizi aşmaya yetmiyor.

Peki problem nasıl böylesine içinden çıkılmaz bir hal aldı? Bu sorunun cevabı, öncelikle baştan beri siyasî iktidarın haklı ikazlara kulaklarını tıkayıp “ikircikli”, hep oyalayıp erteleyen, problemleri öteleyen çekingen ve çelişkili siyasî zaafla malûl politikalarını göz önüne getiriyor.

“Türkiye’nin AB Müktesebatının Üstlenmesine İlişkin Ulusal Programı”nda ve “Katılım Ortaklığı Belgesi”nde en başta yer alan “siyasî kriterler” bölümünde söz verdiği demokratikleşmede yeterli adımlar atılmadı.

Üzerinden beş yıl geçti, iki genel seçim yapıldı; lakin AKP iktidarı, siyasî partiler ve seçim yasasının AB uyum yasalarına uyumuna dair en ufak bir düzetme yapmadı. Siyasetin demokratikleşmesi için siyasî partilerde genel merkez sultasının kaldırılması, hâkim nezâretinde “tercihli sistem”in sağlayacak değişiklikleri Meclis’in gündemine bile getirmedi…

* * *

AKP iktidarı, gelinen süreçte, yumurtanın kapıya dayandığı sıkışık safhada, AKP’ye kapatma dâvâsına karşı salt “parti kapatmayı” zorlaştıran anayasal ve yasal değişikliklere yöneliyor. Siyasî Partiler Yasasının yalnız “partilerin kapatılması”yla ilgili maddesini ele alıyor…

Tıpkı Erdoğan’a siyaset yolunun açılması ve ardından Başbakan olması için CHP’nin desteğiyle bir tek ilgili Anayasa maddesinin değiştirilmesiyle kalınması gibi…

AKP, anayasayı değiştirme gücüne ulaşan tek başına iktidarda geçen beş yılda, bir tek Erdoğan’ın önünün açılmasıyla iktifa etti; siyasetin ve demokrasinin yolunun açılmasına gayret göstermedi. Şimdi bunun ceremesini çekiyor; bütün Türkiye ile birlikte…

Ve bunca ibret verici gelişmeye rağmen yine yanlış yapıyor. Sözkonusu kanunu AB’ye de verilen vaadler istikâmetinde siyasetin demokratikleşmesi için bütünüyle değiştirip düzelteceğine sadece 101. maddesine “pansuman tedbir”le yetiniyor…

Sahi bunca hadiseden sonra bu şaşkınlık neden? Siyasî iktidar neden hâlâ yanlışlarda ısrar ediyor. Fırsatı gelmişken neden siyasî partiler ve seçim yasasını topyekûn düzeltmiyor?

Anlaşılır iş değil…

04.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Belirsiz ve sıkıntılı süreç



Türkiye belirsiz ve tartışmalı bir sürece girdi. Bundan sonra kriz tellallarına, komplo teorisyenlerine gün doğacak. AKP’nin kapatılmasına yönelik iddianamenin Anayasa Mahkemesi tarafından oy birliği ile kabul edilmesinin yankıları hem içerde hem de dışarıda devam ediyor.

Ankara şimdi, “Anayasa Mahkemesi iddianameyi kabul etti, şimdi ne olacak? AKP kendini savunmalı mı, yoksa Anayasa’yı değiştirmeli mi? AKP ile MHP uzlaşabilir mi?” gibi soruların cevaplarını arıyor.

Bu kararla birlikte Türkiye uzun süren bir belirsizlik sürecine de girmiş oldu. AB’yle üyelik müzakere süreci, dış politika, ekonomi, temel hak ve hürriyetlerinin genişlemesi, yeni bir anayasa, yeni reformlar gibi Türkiye’nin önünde bekleyen pek çok problemin çözümü (atılmayacak denilse de) ikinci plâna atılacak. Çünkü kapatma davası açılan parti iktidar partisi. İktidar partisi “savunmalarla” uğraşırken, bu konulara eğilemeyeceği kesin.

* * *

Bu arada Çarşamba günü itibariyle Anayasa Mahkemesi, kapatma davasına ilişkin iddianameyi AKP’ye gönderdi. Böylece savunma için 30 günlük yasal süreç başlamış oldu. AKP kapatma davası iddianamesine karşı Cemil Çiçek başkanlığında savunma komisyonu kurdu.

Bu aşamada AKP’nin atacağı adım merakla bekleniyor. Dava gündeme geldiğinde MHP’nin parti kapatmak yerine sorumluların cezalandırılması için anayasa değişikliği kapısını açmasına sıcak bakılmıyor. Uzlaşma arayan AKP’de MHP’nin bu tavrı “Erdoğan’a yasak getirilmesi için tuzak kuruluyor” şeklinde değerlendirildi.

Diğer taraftan da AKP içinde parti kapatmayı zorlaştıracak anayasa değişikliği konusunda farklı sesler yükseliyor. “Savunma yapmayalım” diyen yöneticiler de var, “hemen seçime gidelim” diyen de… Ama ağırlıklı görüş, bir anayasa değişikliği teklifi hazırlanması yönünde. Bunun için de çalışmalar başlatıldı. Pazartesi günü partinin Merkez Karar Yönetim Kurulu’nun toplanarak siyasî partilerin kapatılmasını zorlaştırmaya yönelik pakete son vermesi bekleniyor.

AKP teklifi hazırlandıktan sonra muhalefet partilerine götürülecek. CHP’nin tavrı şimdiden belli… AKP’nin ümidi MHP. AKP’nin hedefi Devlet Bahçeli ve DSP Genel Başkanı Zeki Sezer’in Anasal-M döneminde verdikleri teklifi de paketin içine alarak MHP ve DSP’nin de destek vermesini sağlamak. AKP Anayasanın 68 ve 69. maddelerinde değişiklik yapmayı düşünüyor. Pakette Başsavcının dâvâ açabilmesi için Meclis’ten izin olması gibi hususlarında olacağı söyleniyor. AKP böyle yaparak MHP ve DSP’ye “imzanıza sahip çıkın” diyecek. MHP şimdilik “Hele bir gelsin bakarız” safhasındalar. DSP’den ise henüz ses çıkmadı.

* * *

Dosyanın mahkemece kabul edilmesinin ardından hem Erdoğan hem de parti yöneticileri dikkatli üslup kullanmaya çalışıyorlar. Erdoğan’ın MYK’da “Amacımız, siyasî partilerin kapatılmasını zorlaştırmaktır. Yargının yetkisine müdahale değil” dediği de gazetelere yansıdı. Bu böyle devam eder mi, yoksa yeni polemikler, yeni tartışma konuları açılır mı, bilemeyiz.

Türkiye sıkıntılı ve belirsiz bir sürece girdi. Bundan sonra yapılacak şey, hukuka, demokrasiye, kazanılmış haklara, ekonomide gelinen noktaya, AB sürecine zarar verilmemesi için adımların dikkatli atılmasıdır.

04.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

301'den kurtulmak



Hükûmet mensuplarının, “Üzerimize bir etiket gibi yapıştı” demek sûretiyle kurtulmak istediklerini beyan ettikleri Türk Ceza Kanunu’nun meşhur 301. maddesi yeniden gündemde. Başbakan, son yurt dışı seyahatinde konu ile ilgili soruları cevaplandırırken “Sosyal Güvenlik Yasasından sonra konu meclis gündemine gelecek” anlamında konuşmuş.

“Başka dert mi kalmadı, nedir bu 301’den çektiğimiz” diyenler olabilir. Ancak inkâr edilse de TCK 301. madde pek çok müsbet gelişmeye engel teşkil etti. Bu ve benzer maddeler tek başına bir anlam ifade etmeyebilir. Bunların varlığı, bir zihniyeti gösteriyor ve zaten Türkiye’nin önünü tıkayıp, ufkunu karartan da bu anlayıştır.

301. madde ile ilgili olarak hükûmet mensuplarının dile getirdikleri tesbitleri bir araya toplamak şaşırtıcı olabilir. “Bu madde kalksın” denildikçe ileri sürülen görüşler çok şaşırtıcıydı. 301. maddeyi savunmak için bütün bir milleti küstürmeyi dahi göze aldıkları söylenebilir. Üstelik bu savunmalar, konuştukları için geçmişte mahkûm olan siyasetçiler tarafından yapılıyordu. Bugün gelinen noktada ise 301’in en azından değiştirileceği ifade ediliyor.

Adalet Bakanı Şahin, bir soru önergesini cevaplandırırken geçen yıl (2007’de) 301 sebebiyle 744 dâvâ açıldığını ve 1189 kişinin yargılandığını söylemiş. (AA, 31 Mart 2008)

Şahin, “AİHM’in düşünce özgürlüğü bağlamında yerleşmiş içtihatları da göz önünde tutularak TCK’nın 301. maddesinde yer alan suçun unsurlarında, uygulamada doğan tereddütlerin giderilmesi ve düşünce özgürlüğünün alanının genişletilmesi amacıyla maddenin değiştirilmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır” şeklinde konuşmuş.

Aslında bu ihtiyaç bugün değil, yıllar önce ortaya çıkmıştı. Gerek sivil toplum kuruluşları ve gerekse uluslar arası kuruluşlar her imkân ve fırsatta TCK 301. maddenin kaldırılması gerektiğini söyledi. Ne var ki hükûmet cenâhı bu konuda tutarlı bir siyasî irade ortaya koyamadı. Bir gün ‘kalkacak’ dedi, başka bir gün “Benzer maddeler Avrupa’da da var, kimse 301’e dokunamaz” anlamına gelecek tavır sergiledi. Oysa bu bilgi de çok yanıltıcıydı. Benzer maddeler bazı Avrupa ülkelerinde olsa bile uygulama çok farklı.

Elbette herhangi bir maddenin varlık ya da yokluğundan ziyade, anlayış ve yaklaşım önemlidir. Çok güzel maddeler olabilir, ama yanlış uygulama ile kötü neticeler doğurabilir. Napolyon’un “Bana tevili kabil olmayan bir cümle getiriniz, sizi onunla idam edeyim” sözündeki anlayış hâkim olduktan sonra ‘kötü’ maddelerin değiştirilmesi yeterli olmaz.

Türkiye’nin yapması gereken şey, zihniyet değişimini yapabilmektir. Her fırsatta ‘devrim’den bahsedenlerin, bu yönde adım atmaması çok düşündürücüdür.

Mülkün temeli adalet olduğuna göre, bunu temin etmek hükûmetlerin en birinci vazifesi olmalı. Planda olmayan yeni bir engel çıkmaz ise, 301. maddenin değişmesi mümkün görünüyor. Hemen ifade edelim ki, sadece bir maddenin değişmesi ile bahar gelmez. Benzer şekilde onlarca madde, yürürlükteki kanunlarda yer alıyor. Bir kısmı bugün kullanılıyor, bir kısmı ise ‘ihtiyaç duyulduğunda kullanılmak üzere’ sırasını bekliyor. Bu bakımdan ‘gizli 301. maddeler’e de dikkat etmek ve onları da değiştirmek gerekir.

“301. maddeyi değiştirdik, daha ne istiyorsunuz?” diyecek olanlara bugünden itirazımızı ifade etmiş olalım...

04.04.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Uzlaşma niye ivme kazandı?



Başlığın cevabı yazının sonlarında değil. İlk paragrafta: Demokratik cesaret demiştik ya. İşte o cesaret nasıl işe yaradı gördünüz mü? Manşetler ve başyazılar değişti. Uzlaşma çağrıları tekrar ivme kazandı.

Cumhuriyet başyazarı İlhan Selçuk’un Ergenekon gözaltısından sonraki ilk sözleri “Başbakan uzlaşmalı” olmuştu. Selçuk, içerde soruşturmanın ciddiyetini gördükten sonra havayı yumuşatma yolunu tercih etmişti.

Başbakan Tayyip Erdoğan, son grup toplantısında gerginliği düşürdü. Yeni polemiklere kapı açmadı. Bu bir geri adım mı diye düşündük. Çok geçmeden geri adımın gerginliğin azaltılmasını kapsadığını öğrendik.

Öbür taraftan ileri adım atıldı. Demokratikleşme düzenlemesi başlatıldı. Nitekim Başbakan İsveç’te bu yönde mesajlar verdi; “AB hedefinde kararlıyız. 301. madde gündemden düşecek. Kürtçe TV yayını başlayacak.”

**

Gerginleştirmeden gereği yapılınca, gerginlikten beslenenlerin oyunu bozuluyor. Demokratik cesaret ve kararlılık sergilendiği zaman karşı tarafın yapacağı iki şey vardır; Ya bunu sulandırır. Ya farklı anlamlar çıkartır. Ya da aynı anda ikisini yapar. İktidar partisine, kanunların kendisine verdiği yetkiye dayanarak demokratik açılım yapmasını isteyenleri “savaş çığırtkanlığı yapmak”la suçlamak gibi…

Demokratik kararlılık CHP lideri Deniz Baykal’ı bile “uzlaşmaya varım” konumuna getirebilmiştir. Bu saatten sonra benzer çağrılar gelecektir.

Uzlaşmayı istemek, muhatabını buna zorlamak kötü bir şey değildir. Neyin üzerinde uzlaşıldığı önemlidir. Ergenekon soruşturması derinleştikten sonra AKP hakkında kapatma davası açıldı. Bir kısım yorumcular bunun ardında Ergenekon olduğunu ileri sürdü. Bu iddianın Türkçesi, “sen Ergenekon’u durdur ben de kapatmayı durdurayım”dır.

İddia doğru veya yanlış. Tartışılır. Eğer doğruysa kalsın. Almayalım. Ancak, böyle bir yorum yazılmasaydı bile dağdaki çobanın algısı buydu.

**

Söz dağdaki çobandan açılmışken… AB sürecinin çobanı ilgilendirdiğini de hatırlatalım.

Kapatma davasına en sert tepkiyi AB verdi. En önemlisi “adaylık sürecinin durdurulacağı”ydı. Buna en çok Ergenekoncu-ulusalcı çevreler sevindi. Söz konusu çevrelerin amaçlarından biri de AB sürecini durdurmak değil miydi zaten?

Bu çevrelerin ellerini ovuşturmasını AB de gördü. Avrupa Parlamentosu’nun Alman Yeşiller Partili Milletvekili Cem Özdemir, “Türkiye’nin AB üyelik sürecini devam ettirmeliyiz. Aksi takdirde ulusalcıların arzuları tasdik edilmiş olur” açıklaması ile “geri adım” attı.

Çoban en çok bu geri adımı beğendi…

04.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Piton ile timsahın hikâyesi



Gazetelerde yer aldığı üzre: Amerikan bataklığında görülen iki amansız rakibin ve düşmanın kapışması ölümle bitti. Bu düşmanlardan birisi piton yılanı diğeri de timsahtı. Amerikan kırsalında 8 metrelik piton yılanı ile 1.5 metre çapındaki timsah karşı karşıya gelmiş. Cüssesine ve hacmine güvenen piton yılanı avını görünce harekete geçmiş ve ileriye atılmış ve timsahın üzerine çullanmış. Çullanmasına çullanmış, ama kendisinin zayıf, timsahın da güçlü yanlarını unutmuş. Aklıyla değil, refleksleriyle hareket etmiş. İhtiras bu ya, timsahı kolay lokma sanmış. Yutmuş yutmasına, ama hazmedememiş ve vücudu timsahın sert, kalın ve tırtıllı derisine dayanamamış ve cart diye ortasından karpuz gibi ikiye ayrılmış. Timsahın sert kuyruğu, pitonun zayıf tarafı olan derisinden dışarıya sarkmış ve piton böylece ikiye ayrılmış. Anlaşılan o ki piton, timsahı tavşan gibi kolay lokma sanmış. Burada saldırgan piton, sistemi hatırlatırken (zira kendisini bataklığın efendisi sanıyor) timsah da AKP’yi akla getirmektedir. Kapatma dâvâsıyla birlikte düşmanın veya daha hafif tabiriyle rakibin kapışması başlamıştır. Bu yeni bir 31 Mart vak’asını ve sürecini de akla getirmektedir. AKP kesinlikle bir RP veya Fazilet değil. En azından tavan yapısı açısından. AKP’ye bakarak RP ve Fazilet Partisi tavşanı akla getirmektedir.

Kıssadan hisse: Piton yutamayacağı bir av partisindedir. Bu av partisi veya şikâr sergüzeşti ikisinin de sonunu getirebilir. Bu dâvâ sonucunda AKP gitti gider, ama galiba kendisiyle birlikte avcısını da götürür. Her parti kapatıldığında aslında toplum da, rejim de bedel ödüyor. Ülke geriliyor. Buna kalkışanlar fark etmeseler bile bu böyle. Sözgelimi, Demirel’in Tercüman gazetesine verdiği bir beyanatta müdahalelerin ve parti kapatmaların siyaset zeminine zarar verdiğini, bu zemini kuruttuğunu ve halkla siyasetin arasına girdiğini söylemiştir.

***

Parti kapatmalar siyaseti anlamsız hale getirip, halktan kopararak ve kısa devre yaptırarak rejimin hayat damarını da kurutmaktadır. Zeminini zayıflatmaktadır. Burada AKP ile rejim arasında diyalektik bir durum sözkonusu. Bunu kum ile kumsaati yazımızda anlatmaya çalışmıştık. Dolayısıyla körü körüne düşmanlık veya ihtiras düşman cepheden ziyade kendi zeminine zarar verir. Körü körüne düşmanlık insanın kendi ayağına vurmasıdır. Bir nev’î budalalıktır. Piton gibi aklın sınırlarının dışına çıktıkça ve refleksleriyle hareket ettikçe aslında insan, nefsinin dizginlerini kontrol edemez. Heva ve hevesinin peşine düşer ve süflî duygularına esir olur. Amerikan bataklığında piton düşmanıyla birlikte yaşama becerisini gösterebilseydi ikisi de hayatta olacaktı.

Eskiler: Büyük lokma ye, ama büyük konuşma demişler. Aslında bu atasözünün ikinci şıkkı yanlış. Büyük konuşmama doğru olmakla birlikte büyük lokma yemek de düpedüz yanlış bir tavsiye. Piton ile timsahın hazin hikâyesi bu meselin de pabucunu dama atmıştır. Büyük lâf gibi büyük lokma da insanın düşmanıdır. Büyük lâfı düşmanlar, büyük lokmayı da insanın kendisi hazmedemiyor. Galiba hayatta en güzel şey dosta da düşmana da karşı ölçülü olmaktır. Haddi aşmamaktır. Hırs düşmandır ve önce sahibini öldürür. Bir hadis-i şerifte ‘Düşman olacaksan iki kaburgan arasındaki nefsine düşman kesil’ denmiştir. Yani bu, öfkeni yen tavsiyesidir. Keskin sirke küpüne zarar demişler. Son mühendislik harikası AKP de süreçte geri tepti. Bütün diğer mühendislikler gibi.

***

Deli deliyi görünce değneğini saklarmış, ama hırslılar nedense bunu yapamıyor. Bundan dolayı hırs cinnet halinin son mertebesi olsa gerek. Akıllı düşman düşmanını görünce çalıyı görüp de dolanan veya sıvışan gibidir. Çılgın düşman ise düşmanının üzerine üzerine giderek adeta ecelini arar.. ‘İza bataştüm bataştum cebbarin’ misali. İşte bu Kur’ân buyruğu ve misali piton ile timsahın savaşını hikâye eder..

Bu işler nasihatla olsaydı kimse yanlış iş işlemezdi. Nasihattan anlamayanlar için İlâhî adaletin şaşmaz kuralı, def’ullah suretiyle yapılan seleksiyon ve ayıklamadır. Buna tabiî seleksiyon değil, İlâhî ayıklama derler.

04.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri