"Gerçekten" haber verir 07 Mayıs 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Faruk ÇAKIR

Çare eğitimde, ama nasıl bir eğitim?



Geçtiğimiz Pazartesi akşamı Mardin’in Mazıdağı İlçesi, Bilge Köyündeki bir ‘düğün’de yaşanan katliâm, gözlerin yeniden bu bölgeye ve ‘töre’lere çevrilmesine sebep oldu. 44 kişinin ölümü ile neticelenen ‘cehalet katliâmı’nın nasıl ve niçin işlendiği çok yönlü olarak araştırılıyor, birbirinden farklı değerlendirmeler yapılıyor.

Cinayetle ilgili olarak ortak kanaat şu: Her ne sebeple olursa olsun böyle bir cinayeti ancak ‘cahil’ler ve ‘cani’ler işleyebilir!

Ortada bir ‘cahil’lik var ise, bu cahilliğin çaresinin de ‘eğitim’de olduğu anlaşılır. Belki de bu noktada da ittifak vardır. Fakat asıl ‘ihtilâf’ bu noktadan sonra başlıyor: Nasıl bir eğitim?

Konu hakkında görüş beyan eden çok sayıda ‘uzman’, çarenin eğitimde olduğunu haklı olarak ifade ediyorlar. Ancak bu ‘eğitim’in nasıl olduğunu açık bir lisan ile izah eden yok. “Bölgede yaşayan insanlar eğitilsin!” demekle iş hallolmuyor ki! Eksik olmasına rağmen ‘bölgede hiç eğitim yok’ denilebilir mi? Bu çirkin ve menfur katliâma imza atanlar belki de o köyün, o bölgenin nisbeten ‘eğitimli’ olan kişileridir! ‘Eğitim’den sadece ilköğretim, lise ya da üniversite eğitimi anlaşılırsa doğru bir noktaya varamayız. Bütün kademede verilen eğitimin, gerçekten insanı eğitmesi, onları ‘ıslâh’ etmesi gerekir. Bunun yolu da insanların kalplerine birer ‘yasakçı’ koyabilmektir. Bunun da yolu ancak ve ancak; günün şartlarına uygun, din ve fen ilimlerinin beraberce okutulabildiği bir eğitim sistemidir.

Bu sistemin adı isterse ‘dinî bilgilerle takviye edilmiş eğitim’ olsun, isterse başka bir şey olsun; ama muhtevasında ‘doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu’ anlatan bir eğitim sistemi olmadıktan sonra cinayetlere imza atan ‘cahilliği’ söndürmek mümkün değildir.

Elbette ‘dinî eğitim verilsin, din ve fen ilimleri birlikte, beraberce okutulsun’ denildiğinde itiraz edenler çıkacaktır. Bu itirazcıları anlamak mümkün değildir. Bu makul ve kalıcı çarelere itiraz ettiklerine göre, kendileri ne gibi bir çare sunacak? Şu ana kadar uygulanan ve bir netice vermeyen; aksine ‘caniler’in çoğalmasına zemin hazırlayan ‘sistem’den başka ellerinde bir reçeteleri var mı? Şu ana kadar çare olmayan mevcut sistem ve anlayış, niçin ve nasıl bundan sonra çare olabilsin? O halde cahilliği sona erdirme iddiasında olanlar mutlak surette insanların kalplerine ‘yasakçı’ koyabilen bir sistemde bir araya gelmelidirler.

Bu kolay yol seçilmedikten sonra bölgede açılmış ve açılacak hiçbir ‘eğitim kampanyası’ netice vermez. Nitekim, son yıllarda kulağa hoş gelen eğitim kampanyaları bilhassa o bölgelerde açılmıştır. Kimi zaman “Haydi kızlar okula” denmiş, kimi zaman da başka isimlerle pahalı eğitim kampanyaları açılmıştır. Fakat görüldü ki zenginlerin bu “sosyal sorumluluk projeleri” kalıcı netice vermedi. İnsanlar belki ‘diploma’ sahibi oldu, ama kalplere ‘yasakçı’ konulamadığı için yine cinayetler, yine katliâmlar işlendi; yine göz yaşları akmaya devam etti.

Keşke, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu; din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı “Medreset-üz Zehra” projesine kulak verilseydi...

Keşke asıl bu “sosyal sorumluluk projesi” gündemde tutulsaydı...

Keşke bir asırdır devam eden ‘yanlış tedavi’de ısrar edilmeseydi.

07.05.2009

E-Posta: [email protected]




Saadet BAYRİ

Mayıs ayına sığamayanlar



Mayıs ayı benim için özel bir aydır.

Zira her şeyden önce, bu ayda “merhaba” demişim hayata. Ve her Mayıs ayında “elveda” diyorum eski yaşıma.

Zamanın geçmediğinden şikâyet ettiğim günler, gerilerde kalmışken.. Benim de dilime düştü, “eskiden” diye başlayan cümleler. Ve “çocukken” diye devam eden hatıralar.

“Acaba biter mi?” dediğim okullu yılların üzerinden seneler geçmişken insan bambaşka hissediyor, aynalar olgunluk çağını haber verirken.

Yine de hata yapmaktan uzak değil insan, yaşı kaç olursa olsun. “Hatadan müberra oldum bu yaşta” diyeni duymadım hiç. Ve her yıl giderken, acı ve tatlı anıları yüklenip gidiyor sırtına.

Olgunluk yaşı deseler de yaşıma, ben hâlâ evlât olmanın tadını çıkarıyorum hayatımda.

Ne kadar büyürsem büyüyeyim, büyütemiyorum kendimi annemin yanında. Hâlâ onun küçük kızı oluyorum ve keyfini çıkarıyorum küçüklüğümün.

“Bir evlât pir olsa da anaya muhtaç imiş” sözü, şimdilerde anlamını buluyor bende.

Zira ona danışmadan yapılmayan işler, ona danışmadan pişmeyen yemekler, hayatımın içinde ki yerini bir kez daha hissettiriyor.

Kıymet bilmediğim yılları hatırladıkça, önce kardeşlerime, sonra bütün tanıdıklarıma kıymet bilmeleri için ihtarlarda bulunuyorum ama insan kendi düşmeden anlamıyor düşmenin acısını.

İlla yaşamamız gerekiyor bazı ayrılıkları, acıları ki fark edelim olmazsa olmazlarımızı.

Annesiz kalmanın acısını erken yaşta hissedenlerle halleştikçe, “her şeyin değerini ve kıymetini yanımızda ve elimizdeyken bilmeliyiz” ihtarıyla karşılaşıyorum, yalvaran sözlerle.

Ailelerimizle aramıza “keşkeler” girmesin diye duâ ediyorum.

***

“Cennet anaların ayakları altındadır” hadisi bambaşka bir mânâ içeriyor bugünlerde…

Annem dedikçe, içine bir ömür sığıyor bu cümlenin.

Uykusuz geçen geceler. Hastalanınca sabahlara kadar uyumayan bir çift göz ve her şeye rağmen seven bir yürek beliriyor başucumda.

Şimdilerde anne olmaya ilk adımı atmışken, analık ayrı bir mânâ buluyor can evimde.

“Annem” dedikçe, içine canımdan bir parça düşüyor. “Lütfen üzdüğüm zamanlar için affet” diyorum. Tebessüm ediyor ve “analar evlâtlarının üzdüğü anları hiç hatırlamaz” diyor, doyamadığım gülüşüyle…

Ecel ne zaman gelir bilinmezken, en iyisi yitip gitmeden ya da yitirmeden elimizden kıymet bilelim en sevdiğimizin ve bizi herkesten ve her şeyden çok sevenimizin.

Zira bir aya ya da güne sığar mı ana hakkı, ana sevgisi. Buyurun, yeniden düşünelim.

07.05.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Oynak merkezli” dış politika (1)



Hükûmet sözcüsünün “yenilenmiş hükûmet” olarak nitelendirdiği kabine revizyonuyla Türkiye’nin gerçek gündemi gölgelenmekte. “Yandaş” ve hatta “karşıt medya”, gündemi bakanların “kişilikleri” ve magazinel yüzleriyle geçiştirme propagandasında.

Türkiye’nin içte ve dışta kritik gelişmelerle karşı karşıya kaldığı süreçte, dış politikanın yeni Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun “akademisyen” kimliği ve “entelektüel yapısı”yla öne çıkarılması buna bir misal. Oysa Türkiye, Davutoğlu’nun da danışman olarak büyük payının bulunduğu AKP iktidarı döneminde bir yığın kronikleşen sorunla başbaşa…

Meselâ AKP hükûmetinin ilk aylarında ABD’nin Irak’ı işgali öncesi başta henüz Başbakan olmayan partinin Genel Başkanı Erdoğan ve dönemin Başbakanı Gül olmak üzere grup ve parti yönetiminin milletvekillerine “1 Mart tezkeresi” dayatması hâlâ hâfızalarda.

65 bin işgalci Amerikan askerinin ağır silâhlarıyla Türkiye topraklarında konuşlanması ve nakline dair “tezkere”yi kabulü için milletvekilleri kapalı kapılar arkasında tehdit edildi, büyük bir baskı altına alındı.

Keza Süleymaniye’de Amerikan askerlerinin Mehmetçiğin başına çuval geçirmesine karşı hükûmetin “tepkisiz” kalışı ve en azından bir “nota” verilmesini isteyenlere Başbakan Erdoğan’ın “Ne notası; müzik notası mı?” demesi de bu dönemin belli başlı “dış politika” örneklerinden…

TÜRKİYE, HEP HİÇE SAYILDI...

Türkiye, başta İncirlik olmak üzere, havaalanlarını, limanları, Amerikan askerlerinin silâh, mühimmat ve savaş malzemesi nakil ve dağıtımına açtı. Amerikan Kongresinin raporuyla ve savcılarının tesbitiyle işgal güçleri Kandil’de yuvalanmış terör örgütüne lojistik desteği verdi; silâh, para, eğitim yardımını yaptı. Ankara’nın defalarca Washington’dan istediği 150 kişilik terörist ele başı listesi”nden bir teki dahi teslim edilmedi.

Diğer yandan, son altıbuçuk yılda Telaviv, Ankara’nın hiçbir “ricâsı”nı yerine getirmedi. Annapolis öncesi İsrail Cumhurbaşkanı Peres’in ilk kez Müslüman bir ülkenin parlamentosunda konuşturulmasına karşı, Annapolis’te Türkiye unutuldu, bir “teşekkür” dahi edilmedi.

Tıpkı Saddam’ın Kuveyt’i işgali sonrası Özal yönetiminin “bir koyup üç almak” hesâbıyla başta Çekiç Güç olmak üzere ABD’ye desteğine ve komşu ülke olarak en çok zarar görmesine karşılık, Yeni Zelanda’ya “tazminat” ödenirken Türkiye’nin unutulması gibi…

Bu arada, İsrail Başbakanı Olmert’in Başbakan Erdoğan’dan Kudüs’teki kazılarda inceleme yapmak üzere bir heyet isteyerek verilecek rapora uyacağı sözünü verdi. Türkiye’den giden araştırmacı grup, İsrail’in Mescid’ül Aksa ve civarındaki yıkımının İslâmî eserleri tahrip ettiğini rapor etmesi üzerine, Telaviv bunu da saygısızca hiçe saydı.

“OYNAK MERKEZ”İN AKIBETİ…

Ankara bunların hesabını sormadı. Dahası Suriye’deki tesisleri bombalayan İsrail savaş uçaklarının hiçbir gereği yokken yanına aldıkları boş yakıt tanklarını Türkiye topraklarına atmalarına “sessiz” kaldı. Dışişleri Bakanı Babacan’ın ifâdesiyle aylarca İsrail’den “izâhât gelirse iyi olur” diye bekledi…

Ankara’da Olmert’le beşbuçuk saat görüşen Erdoğan, arabulucu olduğu İsrail - Suriye görüşmelerine küçük bazı pürüzlerin kaldığını söylediği sırada, İsrail Gazze’ye saldırdı; Türkiye’nin arabuluculuğunu, barış görüşmelerinin dibine dinamit soktu.

Bütün bunlara rağmen; yine İsrail’le ilişkiler arttırıldı; GAP ve KOP’u kapsayan ekonomiden savunma sanayiine, turizmden tarıma kadar birçok alanda geliştirildi. “Davos çıkışı”nın altı doldurulamadığı gibi, stratejik savunma anlaşmaları, silâh ihâleleri sürdürüldü. İşbirliği daha da derinleştirildi.

Gazze hâlâ kuşatma altında. İsrail hâlâ amansız ambargoya devam ediyor; Türkiye’den ve dünyadan gelen yardımları engelliyor. Telaviv, Ankara’nın bu husustaki taleplerini de hiçe sayıyor. Kısacası Davutoğlu dönemindeki “oynak merkez”li dış politika hâlâ ABD ve İsrail’in dümeninde dönüyor. Bu yüzden Ermenistan’la ilişkilerde Azerbaycan krizi başgösterdi. Afganistan emr-i vakisi, Kıbrıs çözümsüzlüğü ve AB başarısızlığı ortada.

En son Türkiye’nin, Müslüman komşusu Suriye ile sınırda küçük bir tatbikat yapmasına İsrail’in pervâsızca âdeta uyarırcasına “rahatsızlığını” ve “itirazını” ilettiği günde peşpeşe garip olaylar oldu…

Aynı günde, İstanbul’da cephanelik gibi bir eve yapılan ve saatlerce süren baskın kanlı sonuçlandı. Lice ve Şemdinli’deki patlamalarda on asker şehid edildi. Başşehirde eski bir bakana suikast teşebbüsünde bulunuldu.

Taşeron terör işbaşında; Anadolu’nun birçok yerinde terör eylemleri baş gösteriyor. Şehid cenâzeleri peşpeşe geliyor. Belli ki Türkiye’yi kaos ve kargaşaya sürüklemek için düğmeye basılıyor. İpi ecnebilerin elindeki terör tırmandırılıyor “fitne ateşi” yeniden alevlendiriliyor…

İşte “oynak merkezli” dış politikanın akıbeti…

07.05.2009

E-Posta: [email protected]




H. İbrahim CAN

Türkiye, insan hayatından memnun mu?



OECD ülkelerindeki içtimaî hayata dair son araştırma ilginç sonuçlar ortaya çıkardı. Bugün bu sonuçlardan hareketle bazı kıyaslamalar yapmak istiyoruz. Türkiye dahil 18 ülkede OECD tarafından yapılan Bir Bakışta Toplum araştırmasında, dostlarıyla vakit geçirmeyi en çok seven milletin Türkler olduğu ortaya çıktı. Türkler bu eğlenmeye ayırdıkları zamanın yüzde 35’ini dostlarıyla geçiriyorlar; halbuki bu konudaki OECD ortalaması yüzde 11. Boş zamanlarının yarısını TV başında geçiren milletler ise Meksikalı ve Japonlar. Bu araştırmaya göre hayatından memnuniyet oranı en düşük olan ülke Türkiye. Ama bu oranın son yıllarda en hızlı yükseldiği ülke de Türkiye. 25 ülke arasında en düşük kişi başına millî gelire sahip ülke Meksika. Ama hayatından en çok memnun olan insanların ülkesi de orası. Yoksulluk oranında ise toplam nüfusun yüzde 17,1’i ile Türkiye üçüncü sırada 25 ülke arasında.

İngiltere’de gençlerin alkol kullanma alışkanlığı içler acısı. 13-15 yaş arası her üç kızdan birisi düzenli olarak sarhoş edecek ölçüde içki içiyor. Aynı yaştaki erkekler arasındaki oran ise yüzde 32. İki yıl önce İngiltere’de bulunduğumuz dönemde bütün gençlerin akşamları ellerinde içki şişeleri ve sigaralarla sokaklarını doldurduğunu görmek bizi üzmüştü. Özellikle haftasonu akşamları sokaklar sarhoş gençlerden geçilmiyordu. İçkiyle birlikte obezite de bu ülkede almış başını gitmiş. Raporda olmayan ancak bizim şahit olduğumuz bir gelişme de İngiltere’deki genç anne sayısı idi. 20’li yaşlarda birden fazla çocuk sahibi genç anne sayısı oldukça fazlaydı. Ancak bu çocukların çoğu maalesef evlilik dışı çocuklardı.

Fransızlar en uykucu millet. Günde 530 dakika (yaklaşık 9 saat) uyuyorlar. En hızlı yemek yiyenler Amerikalılar. Onlar günde yalnızca 74 dakikayı yemek yemeye ayırırken, biz Türkler 162 dakika ile uzun süre ayırmada birinciliği elimizde bulunduruyoruz. Anne başına en çok çocuk doğurma şampiyonluğu bizde.

Raporun tamamı henüz elimize geçmedi. Bu yüzden diğer alanlardaki verileri bilmiyoruz. Ancak genel tablonun hiç de içaçıcı olmadığını tahmin etmek güç değil. İnternetin kötüye kullanımı, eğitim yetersizliği, boşanma oranları, işsizlik gibi rakamların da yukarıdakilerden farklı olmadığı biliniyor.

İçi boşalan Batı toplumunun boşa vakit geçirme, tembellik, obezlik gibi alışkanlıkları maalesef bize de sıçradı. Gençlerimiz maalesef bütün kötü alışkanlıkları gayet hızlı bir şekilde benimsiyorlar. Okulların da bu konuda yeterli olmadığını hepimiz görüyoruz. Bu yüzden özellikle aileye büyük iş düşüyor. Çocuklarımızı kötü alışkanlıklardan korumak, edebî, çalışkanlığı, dürüstlüğü öğretmek biz anne babalara düşüyor. Yoksa Batılı ülkeleri bir çok alanda geride bırakmamız işten bile değil.

Verilerin önceki yıllara ait olması dolayısıyla, Türkiye’de son bir yıldır yaşanan krizin hayatından memnun olma oranları üzerindeki etkisi bu araştırmaya yansımamış. Hızla tırmanan işsizlik, ekonomik göstergelerdeki bozulma, geleceğe güvensizlik gibi olumsuz gelişmelerin bu beklenti oranını etkilemesi kaçınılmaz.

Temennimiz ülkemizin yoksulluk, ahlâksızlık, işsizlik üçgeninden bir an önce kurtulma yolunda ilerleme sağlaması.

07.05.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Töre ve terör



Töre ve namus cinayetleri, kan dâvâları, arazi ve tapu kavgaları, özellikle Doğu ve Güneydoğu eksenli olarak, ama başka bölgelerde de eksik olmayan ciddî sorunlarımız.

Son olarak Mardin-Mazıdağı’nın Bilge köyünde meydana gelen ve resmî bilgiler çerçevesinde “töre katliâmı” gibi görünen dehşet verici kanlı saldırı, tüm dünyanın gözünü üzerimize çevirdi.

Olayda, saldırının maskeli kişilerce ve uzun namlulu silâhlarla gerçekleştirilmesi ve söz konusu köydeki tüm yetişkin erkeklerin korucu olması gibi noktalar, PKK-terör bağlantılı yeni bir provokasyon olma ihtimalini de hatıra getiriyor.

Ama saldırı zanlılarıyla ölenlerin çoğunun aynı soyadını taşıması, talip olunan kızın başkasına verilmesi ve bunun diğer cenahı kızdırması gibi diğer detaylardan hareketle, hadisenin bir terör saldırısı olmadığı değerlendirmesi yapılıyor.

Olayın, Kandil Dağından “Silâhlar sussun, diyalog başlasın” mesajının verildiği ve Lice’de dokuz şehide mal olan mayın saldırısına “Merkezî bir planlama ile yapılmadı” denilerek sahip çıkılmadığı bir ortamda gerçekleşmesi de, bu değerlendirmeyi teyid eden bir işaret gibi görünüyor.

Yoksa yeni bir Başbağlar faciası mı söz konusu!

Saldırı sonrası ortaya çıkan dehşet verici tablo, her halükârda korkunç bir vahşet manzarasını önümüze koyuyor. İki gencin hayatını birleştirmesi vesilesiyle tertiplenen düğün merasimi kana bulanıyor. Gelin, damat, imam başta olmak üzere, 6’sı çocuk, 17’si kadın, 44 kişi can veriyor.

Saldırının, içeride cemaatle namaz kılınırken gerçekleşmesi de tüyler ürperten bir diğer nokta.

Böyle bir gözü dönmüşlüğün izahı olabilir mi?

Bu kadar insanlıktan çıkmış ve hunharlaşmış bir saldırganlığın dayanağı ve gerekçesi olur mu?

İş dönüp dolaşıyor; Bediüzzaman’ın yüz sene önce cehalet ağa, oğlu zaruret efendi ve torunu husûmet bey olarak sıraladığı, “bizi mahveden” üç düşmana gelip dayanıyor. Merkezinde ağalığın yer aldığı feodal düzenin de, fakirliğin de, gelir uçurumu ve adaletsizliğinin de, basit ve sıradan sebeplerle kapışma ve kavgayı netice veren ihtilâf ve anlaşmazlıkların da ardında bunlar var.

İstibdat zihniyetine dayalı merkezî devlet uygulamaları da, maalesef bu hastalıkları azdırmış.

Kuvveti hakta değil, hakkı kuvvette gören bir anlayış, yerel ilişkilerinde de kuvveti elinde bulunduran unsurlarla iş görmeyi âdet edinip, zayıfları onların olmayan insafına terk etmiş. Birlikte çalışmayı tercih ettiklerini her türlü imkânla destekleyip donatırken, diğerlerini mahrumiyet ve sefaletleriyle yüz üstü bırakmış. Yargı mekanizmasını da bu mentalite üzerine bina edip öyle işletince, insanların sarılacağı bir dal kalmamış.

Cehaleti izale edecek ilim ve eğitim seferberlikleri yerine, tek yanlı propagandalar dayatılmış.

Aynı şekilde, ortak birleşme noktalarına vurgu yapılarak kardeşliğin ve kaynaşmanın tesisi gerekirken, tam tersine, var olan ihtilâflara yenilerini ilâve edecek fitneler tezgâhlanıp sahneye konulmuş. Kardeşlik için çalışanların da önü kesilmiş.

Maalesef böyle bir arkaplandan geliyoruz.

Durum bu olunca, orada her türlü vahşet ve dehşetin boy göstermesine müsait bir zemin, bile bile ve kasten hazırlanmış demektir. Dolayısıyla, zaman zaman ortaya çıkan bu çeşit vahşet tezahürlerine şaşırmamak gerekir. Ekilen, biçiliyor.

Ama madalyonun diğer yüzünde, ifsad için bu kadar uğraşılmasına, ardı arkası gelmeyen inanılmaz tertip ve tahriklere rağmen, bu tür olayların münferit düzeyde kalıp genelleşmemesi ise, olsa olsa toplumun mayasının sağlamlığı ve buna katkı sağlayan manevî hizmetlerle açıklanabilir.

Ki, kan dâvâsı, töre cinayeti gibi toplumsal hastalıkların azaltılması ve izalesi noktasında da en çok söz konusu manevî dinamikler etkili oluyor.

Keza, toplumsal dokuda nüfuz ve istismar edebilecekleri boşluklar arayıp fırsat kollayan, meselâ töre cinayetlerini bahane ederek toplumdaki iffet hassasiyetini aşındırmaya çalışan birtakım mihrakların hesaplarını da yine onlar bozuyor...

07.05.2009

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Alındık mihnet ü vebal ile bab-ı hükümetten



Avusturya hükümet kabinesi geçen Aralık ayında yenilendi. Lâkin bu yeni kabinenin çiçeği burnunda bazı bakanları kısa zamanda medya ve kamuoyunun hedefi oldu. Eğitim Bakanı, zorunlu hizmete iki saat daha eklemek istedi, ama öğretmen sendikalarının demokratik tepkilerine dayanamadı, vazgeçti. Türkiye’de genellikle bunun tersi olur. Yani aşağıdan gelen tepkilere değil, yukarıdan gelen tepkilere boyun eğilir. Bir de, Batıda istifa mekanizması iyi işletiliyor. İstifa eden de rahat bir nefes alarak, aslî görevine kaldığı yerden devam ediyor. Sade milletvekilliğine, doktorluğuna, ticaretine veya her neyse..

Türkiye’de uzun zamandır beklenen kabine değişikliği nihayet gerçekleşti. Hayırlı olsun. Nedense, beni yeni gelenler değil de, gidenler ve onların gidiş şekilleri ilgilendiriyor. Seçim sonrasında bazı spekülasyonlar sayın başbakanı kızdırınca, "İspat edin, altı bakanı dışarda bırakayım" demişti. Böylece dışarıda bırakmanın da, içerde tutmanın da kendisine ait olduğunu merdane ilân etmişti. Doğrusu bunu pek de yadırgamıyorum. Bu hal, Türkiye'de demokrasi düzeyinin bir göstergesi. Türkiye hâlâ buna müsait ve buna lâyık. Hükümeti zorda bırakan bir kabine üyesinin aklına istifa gelmediği sürece bu böyle devam eder.

Hürriyet ve vatan sevdalısı Namık Kemal’in çok bilinen, ezberlenen ve her vesileyle söylenen bir ifadesi vardır:

“Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükümetten.”

Hürriyet Kasidesi’nde geçen o beyitin tamamı ise şöyledir:

“Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten/ Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükümetten.”(Öz olarak mânâsı: Asrın hükümlerinin doğruluk ve selâmetten saptırıldığını görünce, kendi şeref ve haysiyetimizle hükümetten çekildik.)

Tâ o zaman, veli ve mazlûm Sultan Abdülhamit başta iken, doğruluk ve selâmetten bu kadar sapma olmuşsa, fitne kazanı bu kadar kaynatılmışsa, doğru ve dürüst olanlar, hükümet dışına itilmeye bu kadar zorlanmışsa, şimdiki hali siz hesap edin artık..

Namık Kemal’in bu ifadesi, yeri geldikçe her söyleyenin ve her mevkizedenin kendi sözü haline gelmiştir. Sadece siyasî arenada değil, bürokraside ve sosyal hayatın çeşitli kademelerinde, kamu nazarındaki yerini ve pozisyonunu kaybeden veya kendi isteğiyle çekilen herkesin ilk teselli sözüdür: “Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükümetten.”

Halbuki çekildiği yer, öyle hükümet falan değil. Belki küçük bir kurumun, küçük bir yönetim birimidir. Hem belki kendisi de çekilmemiştir. Kendisine yol gösterilmiştir. “Artık sen yapacağını yaptın, hizmetini tamamladın, sana güle güle” denilmiştir. Ama bir dostu ona, “Hayrola, başkanlık, müdürlük, yönetim kurulu üyeliği —her neyse—yok mu artık?” diye sorarsa, o da hemen, “Yok abiciğim, çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükümetten” deyiverir..

Hele bir de bakanlık koltuğunu bırakmak zorunda kalmışsa, siyasî irade ona, “haydi güle güle,” kamuoyu da ona sağ işaret parmağını gösterip az içe kıvırarak, “biraz aşağıya gelsene” deyivermişse, buna ne demeli? İşte buna uyan naziremiz:

“Alındık mihnet ü vebal ile bab-ı hükümetten.”

Aslında burada “alındık“ kelimesi, “kovulduk” kelimesinin hafifletilmişidir. Varsın tarihe bu şekliyle mal olsun. Varsın, izzet ü ikbal sahibi meşhur Kemal’imizin o beyitinin izzetini de biz kurtarmış olalım. Ve yapmışken naziremizi tam yapalım:

“Görülüp ahvalimiz muzdarip siyasetten/Alındık mihnet ü vebal ile bab-ı hükümetten. "

Şimdi bu değerli bakanlarımızın, mertlik ve izzetlerini hâlâ korumaları mümkündür. Nasıl mı?

Bundan sonra daha ileri mevkilere göz dikmesinler. Milletvekili olarak, meclisin sade vatandaşı olsunlar, sade vatandaşları iyi temsil etsinler. Meclis çalışmaları haricindeki zamanlarını sade vatandaşlarla beraber geçirsinler, halkın içine girip onların dertlerini dinlesinler. Meclisi ve hükümeti, halkın dertleriyle yüzleştirsinler.

Hele bu zevattan biri ki, kendisiyle şimdi mazide kalan bir hukukumuz var. Lise öğretmenliğimin ilk yıllarında, kendisi bir üniversiteli olarak şahsıma yazdığı hamaset yüklü dört sayfalık mektubunu şöyle bitirmişti:

“Çekildik neşve-i ümitten, tûl-i emellerden,

Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı Leylâdan istiğnâ.”

İlk milletvekili seçildiği zaman, bir muhabirimizin seçim endişesiyle ilgili sorusuna da şöyle cevap vermişti:

“Aklı başında olan insan, dünyada kazandığına sevinmez, kaybettiğine de üzülmez.”(Asıl metin: bk.Mesnevî-i Nuriye)

Öyleyse, üzülme be kardeşim, üzülme, haydi üzülme, üzülme.

07.05.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İlk öldürülecek şey



Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı Bilge Köyünde önceki akşam 21:00 civarında düğün evine yapılan saldırıda 47 (3’ü anne karnında bebek) kişinin vahşice öldürülüşü elimizi şakağımıza koyup bir kısım hususları yeni baştan düşünmemiz gerektiğini ortaya koydu.

Yüz, hatta elli sene önce bu bölgelerde buna benzer vahşetlere rastlamak mümkün değildi. Asırlarca bu insanlar birlikte, kardeşçe yaşamışlardı. Şimdi ne oldu da onların evlâtları hem de aynı aileden, aynı soyismi taşıdıkları halde, -sebebi ne olursa olsun böylesi- bir katliâma girişilebildi? Bunu insanlıkla, vicdanla bağdaştırmak mümkün mü?

Peki bu insanlarımız nelerini kaybettiler de birbirlerine karşı bu kadar husûmet duygusu içerisine girebiliyorlar?

İster eğitimsizlik, ister töre, ister şu, ister bu deyin bunun temelinde insanı insan yapan değerlerden mahrum kalmanın olduğu açık.

İnsanı insan yapan değerler denilince inanç, sevgi, saygı, merhamet, hoşgörü, yardımlaşma, dayanışma gibi güzel hasletler geliyor. İnsanlar bu değerleri ister aileden, ister eğitim ve öğretimle alsınlar mutlaka verilmesi gerektiğini görüyoruz. Topluca olmasa da münferit benzer olayların okumuş kesim arasında da çıkması eğitimin mutlaka bu değerleri kazandıracak tarzda yeniden şekillendirilmesi gerektiğini ortaya koyuyor.

İnsan Yaratıcının yeryüzünde yarattığı en üstün yeteneklerle donatıp en güzel bir biçimde yarattığı en seçkin, en değerli bir yaratıktır. Onun her türlü hakkı kutsaldır, kıymetlidir; o ölçüde saygıya lâyıktır.

Kur’ân, insana o kadar değer verir ki bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürmeyi bütün insanları öldürme gibi1 dehşetli görür. Bir suçlunun günahı yüzünden diğer kimselerin sorumlu tutulamayacağını bildirir.2

Bunun temelinde şüphesiz cehalet vardır. Demek ilk öldürülmesi gereken şey cehalettir. İnsanî değerlerden yoksun bir insanın yapamayacağı kötülük, vahşet yoktur.

O halde gerek ailede ve gerekse eğitimde ağırlık verilecek husus kalplere insanı insan yapan değerlerin yerleştirilmesi. Bunun için de öncelikle Allah’a ve ahirete iman inancı verilmelidir. İnsana, canlılara, sair varlıklara duyulması gereken saygı öğretilmelidir. Aksi halde benzer vahşet örneklerini görmekten kurtulamayız.

Bediüzzaman da ilerde doğabilecek bu tür tehlikelere dikkat çekerek, “Bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi [torunu] husûmet beydir.”3 “Bizim düşmanımız cehâlet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifak silâhiyle cihâd edeceğiz”4 demişti.

Böylesi acıların tekrar yaşanmaması için elimizi tez tutup nesillerimizi insanî hasletlerle donattıracak eğitime ağırlık vermeliyiz. Başta devlet olmak üzere köyün öğretmeninden, imamından, muhtarından köyün yaşlılarına kadar herkese görevler düşüyor.

Dipnotlar:

1. Maide Sûresi: 31.

2. En’am Sûresi: 164.

3. Münâzarât, s. 69.

4. A.g.e.

07.05.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Çare silâhta mı?



Ateşli silâhları, hem haricî saldırılara karşı, hem de dahildeki anarşi ve terör tehdidine karşı kullanabilirsiniz elbet.

Fakat bu silâh, sivil halkın değil, güvenlikten sorumlu, talim ve terbiye görmüş resmî birimlerin elinde olmalı.

Şayet, siz kalkıp silâhı eğitim görmemiş kör–kütük cahil avamın eline verirseniz, tehlikenin çapını ve şiddetini kendi elinizle büyütüyorsunuz demektir.

Birincisi, o silâhı geri almakta zorlanırsınız. Kayıtlı olanı elinden alsanız bile, o kimse artık alışmış olduğu hayat tarzını terk edemeyeceği için, gidip kayıt dışı silâhlardan bulacak ve karşılaştığı hemen her meseleyi yine "silâh zoruyla" halletmeye devam edecektir.

İkincisi, diyelim ki, terör gerekçesiyle o insanlara silâh ve mühimmat verdiniz; üstelik bir de "geçici köy koruculuğu" maaşıyla o insanları maaşlı bir hayata alıştırdınız. İşte, böyle yapmakla, o insanları artık vazgeçemeyecekleri bir tarz–ı hayata sevk ettiğiniz gibi, onların düşmanlarını katmerleştirmiş olursunuz.

Zira, onların birinci düşmanları, zaten terörist gruplardır. Bunların arasında mutlaka tanıdık olanları vardır ki, çatışmada dökülecek kanlar unutulmayacak, taraflar intikam ateşiyle yanıp tutuşmaya devam edecektir.

Korucuların ikinci düşmanı ise, aralarında geçmişe dayalı husumet ve kan dâvası bulunan başka kabile, aşiret, yahut familyalardır.

Üstelik, bunlar öylesine müzmin hastalıklardır ki, terör bitse dahi bitmeyecek cinsten. Hatta, terörün zayıflamasına paralel şekilde daha ziyade şiddetlenebilen sosyal marazdır, bunlar.

Demek ki, çare gibi görünen silâha dayalı politikalar, günümüzde artık iflâsın eşiğine gelmiş bulunuyor.

Eskiden öyle değildi. Eskiden, kimin kalbi katı, bileği kuvvetli, silâhı üstün ise, o galip gelirdi. Şimdi ise, durum farklı. Silâh üstünlüğü yetmiyor artık.

Koca Rusya'nın süper Kızılordu kuvveti, girmiş olduğu Afganistan'da dize geldi. Rusya'nın ekonomisini de çökerten bu ejderhanın diş ve pençesini, ilkel silâhlarla mukabele eden Afgan mücahitleri kırıp döktü.

Bugün de, tek süper ülke Amerika'nın ordusu benzer bir tabloyu sergiliyor. Irak ve Afganistan'da zorlandıkça zorlanan ABD ordusunun silâh ve mühimmat harcaması, ülkenin ekonomisini sarsan en önemli etkenlerden biri haline geldi.

Hülâsa, sadece bir bölgede ve hatta ülke genelinde değil, dünya genelinde de silâhın tek başına bir çare olmadığı artık iyice anlaşılmış bulunuyor. Silâh da olacak elbet; ama, bu silâh cahil ve hantal kimselerin değil, akıllı ve profesyonel birimlerin elinde olmalı. Ayrıca, bu silâhın tek başına hiçbir meseleyi halledemeyeceğinin bilincinde olunmalı.

Tarihin yorumu

Hayatı med–cezirle geçti: Ali Fethi Okyar

Asker kökenli olup muhafızlık, komutanlık, elçilik, bakanlık, başbakanlık ve Meclis başkanlığı da yapmış olan Ali Fethi Okyar, 7 Mayıs 1943'te İstanbul'da öldü. Mezarı, Zincirlikuyu'da.

Ali Fethi Beyin en önemli özelliklerinden biri de, M. Kemal ile olan yakınlığı, hemfikirliği ve benzerlik gösteren muhtelif makamlardaki çalışmalarıdır.

Bu hususları, satır başlarıyla da olsa şu şekilde sıralamak mümkün:

* Ali Fethi Bey, 1881 Makedonya doğumlu.

* Harbiye Mektebi'ne girdi, buradan teğmen rütbesiyle mezun olduktan bir müddet sonra, Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle Selanik'teki 3. Ordu'da görev aldı.

* Yine Selanik'te iken, gizli bir cemiyet olan İttihat ve Terakkiye katıldı.

* 1908'de Meşrûtiyet'in ilânıyla birlikte, binbaşı rütbesiyle Selanik Jandarma Subay Okulu komutanlığına atandı.

* Sultan Abdülhamid'in sürgün edldiği Selanik'teki Alatini Köşkünde güvenlikten sorumlu komutan oldu.

* 1911'de M. Kemal'in de içinde bulunduğu subaylarla birlikte Trablusgarb'a gitti.

*1912'de yapılan seçimlerde Manastır mebusu oldu. Meclis'in feshedilmesi üzerine tekrar orduya döndü.

* Hemen ardından (1913), Sofya elçisi oldu. Aynı dönemde Sofya'da askerî ataşe görevinde bulunan Mustafa Kemal'le olan dostluğu daha da pekişti.

* 1917'de yeniden siyasete döndü. 1918'de A. İzzet Paşa kabinesinde Dahiliye Nazırı oldu. İttihatçı liderlerin ülkeyi terk etmelerinde ihmali olduğu gerekçesiyle, bakanlıktan istifa etti.

* 1918 yılı sonlarında, M. Kemal'le birlikte Minber isimli gazeteyi çıkarttı.

* 1919'da tutuklanarak Malta'ya gönderildi. İki yıllık sürgünden sonra serbest bırakıldı.

* 1921'de Ankara'ya geldi. Sırasıyla Dahiliye Vekilliği, İcra Vekilleri Reisliği (M. Kemal'in vekili olarak), Millet Meclisi Başkanlığı ve Başbakanlık görevlerinde bulundu.

* 1925'te patlak veren Şeyh Said Hadisesi esnasında, Başbakanlığı İsmet Paşaya terk ederek, siyasetten uzaklaştı. Paris Büyükelçiliğine atandı.

* 1930'da tekrar siyasete adım atan Fethi Bey, M. Kemal'in emir ve direktifleri doğrultusunda kurulan Serbest Fırka'nın başına geçti. SF, tahminlerin üzerinde bir alâkaya mazhar olunca da, bu parti yine aynı emir–direktif doğrultusunda kapatıldı.

* Siyasetten bir kez daha uzaklaşan Ali Fethi Bey, bu kez Londra Büyükelçiliğine atandı.

* Hayatı med–cezirlerle geçen Fethi Bey, 1939'da tekrar yurda gelerek politikaya girdi. İki yıl müddetle Adalet Bakanlığı görevinde bulundu.

07.05.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

En sağlam kale



Adam Kâ’be’nin duvarına yapışmış yalvarıyor: “Ya Rabbi, sen bilirsin ki, ben Cennetten başka yerde rahat edemem; beni Cennetine koy!”

***

Hergün geçtiğimiz tenha sokak veya kalabalık caddelerdeki insî şeytanlar, cinnî vesvaslar, deccalizmin ve süfyanizmin hücum eden askerlerini düşününüz! Üzerimize üzerimize gelen milyonlarla kötülüklerin ruh ve duygularımızda açtıkları yaraları nasıl iyileştireceğiz?

Ya iş hayatımızdaki yorgunluklar, sıkıntılar, problemler… Bütün bunlara karşılık bir sığınak, bir tedavi merkezi gerekmez mi? İşte evimiz, aile hayatımız en sağlam bir kale, en metin bir sığınak değil mi? Adeta dünyevî bir cennetimiz…

Şu halde gayretimiz, insanlığın ilk, en eski ve en mukaddes müessesesi olan aile hayatını ihya etmek olmalı değil mi? Ve duâmız, “Ya Rabbi! Bu kudsî yuvamızı ve sığınağımızı Ahirzamanın deccalizmin, Süfyanizmin, ifsat, zındıka ve dinsizlik komitelerinin fitnelerinden koru!” diye olmalı…

***

“Neden aile, Müslümanın dünya cennetidir?” sorusunun cevabına gelince… Aile hayatı, Cennette kurulmuş; Hz. Adem (as) ve Hz. Havva ile başlamış.

Dünya hayatında ilk aile yuvasını kuran Hz. Âdem ile Havva’nın evliliklerinden çocuklar, torunlar ve günümüze gelen insan nesilleri türemiştir.

Ailenin İlâhî dayanaklarına gelince, Kur’an’da şöyle nazara verilir: “Allah size, sizin nefislerinizden zevceler yarattı.”

l “Aranızdaki bekârlardan elverişli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, lütfu geniş olan ve her şeyi bilendir.”

l “Kim Allah için verirse, Allah için vermezse, Allah için severse, Allah için düşmanlık beslerse ve Allah için evlenirse imanını kemale erdirmiş olur.”

***

Aile hayatının temel fonksiyonları nelerdir?

l Evlilik ve aile hayatı nesli, nefsi, sağlığı, iffet, nâmus, vakar ve ciddiyeti korur.

l Evlilikten maksat neslin çoğalmasıdır. Düzenli bir hayat sürmektir.

l Günümüz nüfus kesâfeti içinde olan medeniyetin en büyük hastalıklarından birisi “yalnızlık” ve en büyük ilâcı evliliktir.

lİnsan âciz ve zayıf, ihtiyaçları ise o ölçüde çok bir varlıktır. Gençliğin taşkınlıkları, hayatın problemleri, hastalıklar, belâ ve musîbetler, hattâ ihtiyarlığın âcizliğine karşı evlilik ve dolayısıyla meydana gelen akrabalar imdada yetişir.

***

İster Doğuya ister Batıya bakınız: Aile hayatı düzenli olan cemiyetlerde fertler daha huzurlu, daha mutlu değil mi?

Ama, önce ve sonra şunu düşünmeli: Sokaklar, caddeler bizim için bir imtihan sebebi. Evlilik, aile hayatı, çoluk-çocuk bir imtihandır. Allah eş verir imtihan eder, çocuk verir imtihan eder, mal alır imtihan eder ve bunları alarak imtihan eder.

Öyle ise duâya kalkan eller ve niyetler şu talepte bulunmalı: Ya Rabbi! Bu dehşetli zamanda, senin rızana uygun bir aile hayatı sürdürenlerden ve imtihanı başarıyla kazananlardan eyle!

07.05.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Cennet ve cehennem şu an mevcuttur



Erkan Bey: “Cennet ve Cehennem halen mevcut mudur, yani hali hazırda yaratılmış mıdır? Peygamberimiz (asm) Mi'racda gelecek olayları mı görmüştür? Kıyamet koptuğu zaman Cennet ve Cehennem de etkilenecek mi?”

Gayb âlemini merak ediyoruz şüphesiz. Fakat gayb âlemini şehâdet âleminin mizanlarıyla, tartılarıyla, değerleriyle, ölçüleriyle ölçüp biçemeyiz. Şehâdet âleminin ölçü birimleri, sonsuzluk âlemine dar gelir. Bize göre dün, bu gün ve yarın mefhumları tamamen şehadet âleminin ölçüleridir. Dün dediğimizde şehadet âleminin dününü kastediyoruz. Yarın dediğimizde şehadet âleminin yarınını kastediyoruz. Yoksa gayb âleminin veya sonsuzluk âleminin ya da Peygamber Efendimiz’in (asm) Mi'racda müşahede ettiği mahşerin, Cennetin, dirilişin ve sair gaybî olayların zamanını kast etmiyoruz. Gayb âlemi zaman bakımından ne dündür, ne yarındır! Meselâ Peygamber Efendimiz (asm) Uhud şehitlerinin arasında gezerken, “Bu şehitleri kanlarıyla sarıp gömünüz. Allah yolunda çarpışarak yara alanlar, Kıyamet Gününde Mahşere yaraları kanayarak gelirler. Kanlarının rengi kan rengi, ama kokusu mis kokusu gibidir.”1 buyurmuştur. Bu gaybî bir haberdir ve bu gaybî haber Peygamber Efendimiz’in (asm) müşahedesidir. Yani Peygamber Efendimiz (asm) bu gaybî olayı “görmüş” de söylemiştir. Bu haber ebediyetle ilgilidir. Ebediyeti dünya zamanı ile sınırlandıramayız, dünyanın zaman ölçüsüyle kavrayamayız!

Dolayısıyla âlem-i şehâdet nasıl varsa ve biz içinde yaşıyorsak, âlem-i gayb da vardır ve mevcuttur. Cennet ve Cehennem hâlen mevcuttur, yaratılmıştır ve Peygamber Efendimiz (asm) Mi'racda “gelecek” olayları değil, “gördüğü ve müşahede ettiği” olayları bize bildirmiştir. Keza, Cennet ve Cehennem ebediyetle ilgili âlemler olduğundan, kıyametin kopuşundan etkilenmezler.

Nitekim Cenâb-ı Hak, “Rabb’inizin mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış bulunan Cennet’e koşun!”2 ve “Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının.”3 buyurmuştur. Bu âyetlerden Cennetin de, Cehennem’in de şu an mevcut olduğunu ve insanlar için hazırlanmış bulunduğunu anlıyoruz. İmam-ı Gazali (ra), âyette geçen “üıddet” (=hazırlandı) kelimesinin mazi siygasından gelişini, Cennet ve Cehennem’in hâlen yaratılmış ve mevcut bulunduklarına delil olarak zikreder.4 Kur’ân, Hazret-i Âdem (as) yaratıldıktan sonra, Hazret-i Havva ile birlikte Cennet’e yerleştirildiklerini ve orada kendilerine bir ağacın dışında diledikleri gibi yiyip içebileceklerinin emredildiğini beyan eder.5

Cehennem’in sonradan halk edileceğini söyleyen Mutezile imamlarının yanlış ve hatâ içinde olduklarını beyan eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri (ra); Cennet’in ve Cehennem’in şu ân mevcut olduğunu ve hattâ dünyamızla münâsebettâr olduğunu; Cenâb-ı Hakk’ın semâvâtın âhirete bakan yıldızlarına kemâl-i hikmetiyle Cennetten nûr, Cehennemden de nâr ve harâret verdiğini kaydeder.6 Yıldızların iki âleme de nezaretlerinin bulunduğunu ifade eden7 Bedîüzzaman, “Ecel ve kabir nasıl insanı beklediği gibi” der, “Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.”8 Ancak Bedîüzzaman (ra), Cehennem’in hâl-i hazırda tamamıyla sekenelerine münasip bir tarzda genişleyip yayılmadığını9; çünkü zıtlarla iç içe yaratılmış olan kâinatın, zıtlıklardan ayrıştırmak için tasfiye ve arındırma ameliyatına uğrayacağını; kötülük, şer ve zararlı maddelerin bir tarafa çekilmesiyle Cehennem’in; iyilik, hayır ve faydalı maddelerin de diğer tarafa çekilmesiyle Cennet’in donanımının ikmal edileceğini ifade eder.10

Yasin Sûresinde şehit edilmiş olan Habib-i Neccâr’a11, Fecir Sûresinde imanla tatmin olmuş nefse “Cennetime gir!” denilmektedir.12 Hicr Sûresinde Allah’a karşı gelmekten sakınanlara13, Kaf Sûresinde Allah’a yönelen ve görmediği Rahman’dan korkanlara14 “Cennete selâmetle girin!” diye hitap edilmektedir. Bütün bu emir ve olaylar âlem-i gaybdandır.

Cenâb-ı Hakk’ın hitabı ezelîdir ve ebedîdir. Âlem-i gaybta zaman kavramı, geçmiş ve gelecek mefhumu, dün, bugün ve yarın zaman-değer dilimleri yaşadığımız âlemdeki değerlerden çok farklıdır. Bu açıdan, bu günkü zaman değerlerimizle o güne (âlem-i gayba) bakmak bizi doğru sonuca götürmez.

Esasen, gayba iman bir bütündür. Zaman bakımından kavramakta güçlük çektiğimiz hususları da kapsar.

Dipnotlar:

1. Sîre, 3/103, 104. 2. Âl-i İmrân Sûresi, 3/133.

3. Âl-i imrân Sûresi, 3/131. 4. İhyâ, 1/296.

5. Bakara Sûresi, 2/35. 6. Mektûbât, 15.

7. a.g.e., S.25. 8. Sözler, S. 83.

9. Mektûbât, S. 15. 10. İşârâtü’l-İ’câz, S. 194.

11. Yâsin Sûresi, 36/26. 12. Fecir Sûresi, 89/30.

13. Hicr Sûresi, 15/46. 14. Kaf Sûresi, 50/34.

07.05.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis