11 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Sami CEBECİ

“Nasıl yaşarsanız...”


A+ | A-

Ruhlar âleminden bu güzel dünya misafirhânesine gönderilen insanlar, aşk derecesinde kuvvetli bir sevgiyle ona bağlanır ve ayrılmak istemezler. Bu duygu, inanan ya da inanmayan herkeste mutlaka vardır.

Ancak, Cenâb-ı Hakk’ın kâinata koyduğu yaratılış kanunlarını değiştiremeyen insanoğlu, bu kanunların pençesinden kendisini de kurtaramaz. Her canlının doğup büyüyüp, ihtiyarlayıp öldüğü gibi, insan da ölüm gerçeğinden kaçamaz. Allah’ın emir ve yasaklarını tebliğ etmeye memur olan peygamberler, bu dünyadan nasıl gelip geçtilerse, Allah’a baş kaldıran ve hatta O’nun varlığını inkâr eden nice zalimler, firavunlar, nemrutlar ve decallar da ölümden kendilerini kurtaramadılar.

Bu hakikat, bütün insanlığın gözleri önünde cereyan etmektedir. Ölümü öldürmek, kabir kapısını kapatmak çaresi şimdiye kadar bulunamadı, bundan sonra da söz konusu olmayacaktır.

Her insan gibi, sahabeler de ölümü Allah Resûlü’ne sordular: “Nasıl öleceğiz ya Resûlallah?” Buyurdular ki: ”Nasıl yaşadıysanız öyle ölecek ve nasıl öldüyseniz öylece dirileceksiniz.” Bu çok önemli bir mesajdı. İnsanın nasıl öleceğini yaşama biçimi belirliyordu. Allah’ın emir ve yasaklarına riâyet ederek ve Onun rızası dairesinde geçen bir hayat, netice itibâriyle inşaallah imanla kabre girmeyi netice veriyor; inkâr, nefsânî arzuların tatmini ve şeytana uyarak geçen bir hayat da ebedî hayatın kaybedilmesi olarak noktalanıyordu. Çünkü, görünen köy kılavuz istemezdi.

Bahsi geçen hakikatleri, Şaban Döğen kardeşimiz hayatı boyunca hem yazdı, hem de anlattı. Ama, her can taşıyan varlık gibi, nihayet ölüm denilen gerçek ona da geldi çattı. Demek buraya kadarmış. Elli yedi senelik ömre çok hizmetler sığdırmayı başardı. Geride onlarca kitap bıraktı. Şimdi onun bedeline onlar hizmet edecek ve amel defteri hiç kapanmayacak inşaallah. Radyo ve televizyonlarda yaptığı programlar da unutulmayan hatıralar ve sohbetler olarak devam edecek.

Âniden rahatsızlanıp, hastahaneye götürülerek yoğun bakıma alındığını duyduğumuzda hep bir miktar yatıp tekrar hizmetine kaldığı yerden devam eder hissini taşıdım. Çünkü, nice ağır hastaların tekrar sıhhatine kavuştuğuna çok şahit olmuştum. Yaşı genç sayılırdı. Ancak “Ecel geldiği zaman ne bir an geri, ne de bir an ileri gitmez” âyetinin tesbit ettiği bir gerçek de vardı. Tekrar toparlanıp ayağa kalkar diye ümitle beklerken birden vefat haberi geldi. Doğrusu çok şaşırmıştık. Hayata pamuk ipliğiyle bağlı olduğumuz ne kadar da açık bir hakikatti.

Bütün programlarımızı iptal ederek, minibüslerle konvoy hâlinde Ankara’dan Kargı ilçesine doğru yola çıktık. Üç saatlik bir yolculuktan sonra ilçeye ulaştığımızda, Büyük Caminin minarelerinden semâya salâ sesi yükseliyordu. İkindi namazında cami hınca hınç doluydu. Başta, İstanbul olmak üzere yakın il ve ilçelerden gelen dâvâ arkadaşları, onu son yolculuğunda yalnız bırakmamışlardı. Cenaze namazı kılınıp helâllik alındıktan sonra, yüzden fazla araç konvoyuyla Kargı Mezarlığı’na götürdük. Bol miktarda çam ağaçlarının bulunduğu mezarlıkta defin işlemleri bittikten sonra okunan Yasin-i Şerif ve diğer sûreleri müteâkip, onun çok sevdiği ve hayatını ona hizmete adadığı Nur Risâlelerinden bir ders yapıldı. Bediüzzaman Hazretleri “Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır” diyordu.

Şaban Döğen Hoca, başta Resûlullah (asm) ve Üstadımız olmak üzere bütün dostlarına kavuştu. Şimdi o, âsûde makberinde haşrin sabahını bekliyor. Ruhuna binler fatihalar...

11.11.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kişi sevdiğiyle beraberdir


A+ | A-

Saffet Bey: “Kişi sevdiğiyle beraber haşr olacaktır.” Hadisini açıklar mısınız?”

Kişinin dünyada sevdikleriyle beraber olduğu gibi, ahirette de sevdikleriyle beraber olması Allah’ın hususî bir lütfudur. Zaten beşer olarak biz de bunu istiyoruz. Çünkü ancak sevdiklerimizle birlikte olduğumuzda mutlu olabiliyoruz, yüzümüzden tebessümler taşıyor. Sevdiklerimizden uzak olduğumuzda ise içimizi bir düşüncedir, bir kederdir, bir garipliktir, bir mutsuzluktur, bir keyifsizliktir alıp gidiyor.

Beşer olarak sevdiklerimiz içinde yaşamak, sevdiklerimiz içinde gülmek, sevdiklerimiz içinde ağlamak, sevdiklerimiz içinde ölmek istemiyor muyuz? Acımızda, kıvancımızda, sevincimizde, düğünümüzde, derneğimizde hep sevdiklerimizi yanı başımızda görmek istemiyor muyuz? Öyle ki, başımız ağrıdığında sevdiklerimiz çare buluyor, dişimiz ağrıdığında sevdiklerimiz merhem oluyor, düştüğümüzde sevdiklerimiz elimizden tutuyor.

Hz. Âdem (as) yaratıldıktan hemen sonra, sevdiği bir eş olarak beraberinde Hz. Havva validemizin de yaratılmış olması ve ikisi arasında derhal sevgi, muhabbet ve ünsiyet var edilmiş olması ve ikisinin de gerçekten birbirini sevmesi insanoğlunun ne derece sevdikleriyle birlikte yaşama isteği ile dolu dolu yaratıldığını ve bu istekle yaşadığını gösterir. Cenâb-ı Hak da bu isteğe cevap olarak insanoğluna sevebileceği eş, dost, ahbap ve arkadaşlar yaratmıştır.

Madem sevdiklerimizi bize Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir. Öyleyse onları Allah için sevmeliyiz. Onları Allah için sevdiğimizde, Cenâb-ı Hak ebedî âhiret hayatında da inşaallah onları bize, bizi onlara ihsan eder. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Ruhlar, sınıf sınıf toplanmış cemaatlerdir. Birbiri ile dünyada tanışmış ve birbirlerini sevmiş olan salih ruhlar, orada bir araya gelirler ve birbirlerini yine severler. Dünyada birbiri ile zıtlaşan, birbirini inkâr eden, birbirine muhalif giden ve birbirini sevmeyenler ise, orada yine birbirlerine muhalif giderler, birbirlerini sevmezler ve birbirinin sınıfında da olmazlar.”1

Hiç şüphesiz sevgilerin başında Allah sevgisi gelir. Gerçek dostumuz Allah’tır. Gerçek sevdiğimiz Allah’tır. Nitekim sevebileceğimiz dostlar yaratmak sûretiyle, dost aynasında bize asıl kendi sevgisini gösteren Allah’tan başkası değildir. Sonra Resûlullah (asm) sevgisi gelir. Sonra Allah için olmak şartıyla diğer insanların ve varlıkların sevgisi gelir.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Şüphesiz Allah bir kulu sevdiği zaman Cebrail’i (as) çağırır ve: ‘Ben falan kimseyi seviyorum. Sen de onu sev!’ diye emreder. Cibrîl de onu sever. Sonra Cibril semada seslenip, ‘Allah falan kimseyi seviyor. Siz de onu seviniz!’ der. Hemen ardından gök ahalisi de onu severler. Sonra yerdeki insanların gönüllerine o kimse hakkında Allah tarafından kabul ve sevgi konulur. Herkes onu sevmeye başlar.”2

Enes bin Malik (ra) der ki: Bir adam geldi ve Resûl-i Ekrem Efendimize (asm):

“Yâ Resûlallah! Kıyamet ne zaman kopacak?” dedi. Resul-i Ekrem (asm):

“Sen kıyâmet için ne hazırladın ki?” buyurdu.

Adam:

“Allah’ın ve Resûlünün (asm) sevgisini hazırlayabildim yâ Resûlallah!” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Resul-i Ekrem (asm):

“Muhakkak sen sevdiğinle berabersin!” buyurdu.

Enes (ra) der ki: “Biz İslâm’a girdikten sonra Hazret-i Peygamber’in (asm), ‘Sen sevdiğinle berabersin!’ sözünden dolayı duyduğumuz sevincin üstünde daha şiddetli bir sevinç duymadık. Ben, Allah’ı, Resûlünü, Ebû Bekir’i ve Ömer’i severim. Ben onların hayır işlerine benzer hayır ve ibadet işlememiş olsam bile, onlara olan bu sevgim sebebiyle ahirette onlarla beraber olacağımı Allah’ın kerem ve inayetinden umarım.”3

Şüphesiz ahirette ve Cennette sevdiklerimizle beraber olmamız, onlarla aynı makamda bulunmamızı gerektirmez. Farklı makamlarda bulunduğumuz halde sevdiklerimizle beraber olabilmemiz mümkündür ve bu sırf Allah’ın bir lütfudur. Hz. Peygamber (asm) ile onu seven ümmetinin Cennette beraber olması mümkündür. Bu beraber oluş, Peygamber (asm) ile ümmetinin aynı makamda olduğunu elbette göstermez. Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri buna, aynı bahçede farklı görme ve işitme yeteneklerine sahip olan dostların, yetenek farklılıklarından dolayı zevklerinin de farklı olmasına rağmen bir yerde ve beraber bulunmalarının mümkün ve vaki olduğu misâlini verir. Aynı dostlardan biri görme yeteneği zayıf olduğundan dolayı az ve zevksiz görmekte, diğeri ise mükemmel görmekte ve eksiksiz göz zevkini almakta olmasına rağmen iki dost beraber bir bahçede bulunabilmektedirler. Bu, dünyada mümkün ve vakidir; Cennette de mümkün ve vaki olacaktır. Dost dostuyla beraber bulunduğu halde her biri farklı makamlarda, farklı zevk ve safa içinde bulunabilecektir.4

Dipnotlar:

1- Müslim, Birr, 49

2- Müslim, Birr, 48

3- Müslim, Birr, 50

4- Sözler, s. 460

11.11.2009

E-Posta: [email protected]



Hüseyin EREN

Ölmeyen ders


A+ | A-

Ölüm dersi ölmeyen ders. Hayata sayfa sayfa, satır satır, kelime kelime, harf harf dokunan ve dokuyan ders biter mi hiç? Hayattan önce o yaratılmış; hiçlikten gelmemiş ki bizi hiçliğe atsın… Beraber yürüyüp duruyoruz dünya hanında, hayat yolunda; elveda demeyeceğiz hiç, sadece bir dahaki buluşmada merhaba demek için muvakkat ayrılacağız….

Hiç için gelmemiş isek bu dünya deveranına–ki kâinat zerrelerince öyle–ölüm ne yapsın hayata, hayat ne yapsın ölümsüz… Ölümsüz hayat; ölümü öteleyen değil, onu açan ve aşan bir hayat…

Gecenin siyahı, hüznün rengi; gündüzün ışığı, sevincin şevki; birbirinin ikizi değil mi, ölümle hayat niye kardeş olmasın, birlikte bir bütün oluşturmasınlar… Merdivenin iki basamağı kadar birbirlerine yakınlar, bir o kadar da zıtlar; sonsuz saraylar veya zindanlara o iki basamağa basmadan gidilmiyor…

Dünya kadar gerçek, kâinat kadar hikmetli ölüm hep ürkütücü gelmiştir şehvete, servete, şöhrete düşkün nefse… Hep korkmuş, hep kaçmıştır ondan, ondan kaçış olmadığını bile bile… Ne bilinmez şey şu nefis, hiç oralı olmuyor ölüm hissine; gözünü yumuyor, uyutuyor, uyuşturuyor aklı vicdanı… İşi gücü zevklenmek, lezzet peşindeliği, peşincilik hazzı; hikmeti ertelemek, ölümü ötelemek derdi…

Sonsuzluk zevkini aramıyor da, anlık zevklerin peşinde sonsuzluk umuyor; umutsuzluk ve solmuşlukla susuz kavruluyor, öyle inat ki yine de bırakmıyor, bırakamıyor… Hayatın ve ölümün sırrı ise onda saklı; o ise saklanıyor, kaçıyor nereye gittiğini bilmeden…

Ölüm sabahında uyandığında her şey ayan olacak ama artık çok geç, hele ölüm öldükten sonra kim ne yapabilir, ancak kısa dünya hayatında yaptıklarının karşılığını görür…

Lezzetleri tahrip eden ölümü hatırlamak istemese de nefis, onu tatmaktan kaçamayacak; hayata ölüm adına baksa yudum yudum, nefes nefes; ölümsüzlük iksirini içecek, yaşıyorken ölümsüzlüğün tadına varacak…

“Hayat Ne Güzel”i hayatıyla yazan Şaban Döğen Hocanın genç denecek yaşta, ani sayılacak ölümü, bize ölümsüzlüğün adresini bir defa daha hatırlattı, fani lezzet düşkünlüğünden ayılttı, aklımıza kalbimize istikamet çizdi, nefsimizi dizginledi-dizginlemeli.

Din nasihatten ibaret, en büyük nasihat de ölüm… Ölüm kadar sade bir nasihatçi varken daha fazla söze ne hacet…

Şaban Hoca’nın yazdığı eserler, okuduğu hakikatler, yaşadığı sünnet hâli, Kur’ân hali, geride bıraktığı veya ileriye götürdüğü şirket-i mâneviyeden alacağı hisse onun kabirde ve haşirde, mizanda ve sıratta şefaatçisi olsun inşallah…

Yıldızlarda devam eden Nur Derslerinin yeni müdavimlerinden olmuştur inşaallah... Kabri Nur, makamı Nur olsun… Bize de hakiki hayat dersi olsun vefatı, vefat edinceye kadar Kur’ân ve sünnet üzere yaşayalım son nefesimizi de öyle verelim inşaallah…

11.11.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Kitle/merkez partileri


A+ | A-

İktidara aday kitle/merkez partilerin karnı gibi yelpazesi de geniş olur. Bünyesinde farklı renkleri, farklı kimlikleri barındırmak zorundalar.

Bunların sağcı ya da solcu, Türkçü veya Kürtçü, Sünnî yahut Alevî olmak veya öyle görünmek gibi bir mecburiyetleri yoktur ve olamaz.

Bütün kitlelere hitap etmek ve her kesimi temsil etmek durumundadırlar.

Aksi halde, bilhassa Türkiye gibi homojenlikten uzak, alabildiğine kozmopolit olmuş bir ülkede, yelpazeyi geniş tutmayan partilerin iktidara seçim yoluyla gelebilme şansı yoktur.

Bundan dolayıdır ki, partilerin kuruluş aşamasında ve iktidara geliş sürecinde yönetim kadrosu içinde kimlik ve kişilikleri farklı, hatta birbiriyle uyumsuz isimlere yer verilir.

Tek parti sultasının hükmettiği şeflik devrini bir yana bırakak, daha sonrasına şöyle kısaca bir bakalım...

1946'da "Dörtlü Takrir"e imza atarak Demokrat Partiyi kuran dört kişinin birbiriyle tam uyum içinde oldukları söylenemez. Atatürkçü Bayar ile Başbakan Menderes, birçok meselede zıtlaştılar. 1955'te Dışişleri Bakanlığından istifa eden Türkçü Fuad Köprülü, iki sene sonra DP'den de ayrıldı. Menderes Yassıada'da idam talebiyle yargılanırken, Köprülü, onun aleyhinde gazetelere beyanat veriyordu...

Keza, DP'nin içinde mason ve hatta gayr–ı müslim olan milletvekilleri de vardı. Dahası, DP üst yönetim kadrosunda, Menderes çapında "dindar demokrat" adamların sayısı, belki bir elin parmakları kadar bile yoktu.

Buna rağmen, bir kitle/merkez partisi olarak, DP üç kez üst üste zafer kazanarak on yıl iktidarda kaldı.

Öte yandan Millî Görüş lideri Necmettin Erbakan, 1969'a kadar Adalet Partisinin içindeydi. Sonra MSP'nin başına geçti ve AP'nin iktidar yolunu kesti.

Keza, Turgut Özal'ın Kurucu Genel Başkanı olduğu ANAP'ın en gözde adamları arasında, sonradan ters düştüğü Devlet Bakanı İsmail Özdağlar, İstanbul'u emanet ettiği Bedrettin Dalan, hükümet sözcüsü, Kültür Bakanı, Dışişleri Bakanı yaptığı ve bilahare partinin başına geçen Mesut Yılmaz gibi şahıslar vardı. Adı rüşvete, yolsuzluğa karışan prenslerle, Kürtçüsünden Türkçüsüne, sağcısından solcusuna kadar farklılık, hatta zıtlık arz eden menfaat zebunlarını da hiç isim zikretmeden bir kalem geçelim.

Gelelim günümüze...

İktidar partisi AKP'nin kuruluş safhasında aktif rol alan veya partinin iktidar olma sürecinde "ağır toplar" diye lanse edilen ve bilâhare devre dışı olan veya liste dışı edilen şu isim listesine bakmakta fayda var: İlk beşlerden biri olan Abdullatif Şener, şimdi MHP'li Meral Akşener, Kültür Bakanları Erkan Mumcu, Başbakan'ın aile hekimi Dr. Turhan Çömez ("O şimdi kaçak Ergenekoncu" diyorlar), mebuslardan Ertuğrul Yalçınbayır, Ersönmez Yarbay, Reyhan Balandı, Ümmet Kandoğan, Münir Erkal, İsmail Alptekin, Belediye Başkanlarından Aytaç Durak (Adana), Turgut Altınok (Ankara/Keçiören), Ahmet Eşref Fakıbaba (Şanlıurfa), Hikmet Şahin (Bursa.)

Evet, başlangıçta AKP yönetimiyle birlikte hareket eden, ancak sonradan parti kadrosundan ayrı düşen ve kendi aralarında bile uyum sağlayamayan bu şahısların bir kitle partisi içinde bulunmuş veya bulunuyor olmaları, gayet normal karşılanıyor.

Asıl tuhaf olan nokta ise şudur: Aynı veya benzer isimlerin şurada burada yer almış olması değil de, bunların şu sıralar sırf DP çatısı altında yer alıyor olmaları yadırganıyor... Yadırgamak ne kelime, insafsızcasına karalanıyor, yerden yere vuruluyor, hatta bazı isimler yerin dibine sokulmaya çalışılıyor ki, pes dememek elde değil.

Yani, aynı isimlerin Özal'ın, Erdoğan'ın yanında olması gayet normal, ama başka yerde olurlarsa bu anormal, öyle mi?

Lütfen, hem başkasını yanıltmaktan, hem de kendimizi aldatmaktan vazgeçelim artık.

Tuh diyenler, yuh diyor şimdi

Bu nasıl bir siyasî bağnazlıktır ki...

Anavatan'ın DP ile birleşmesini tebrik edeceğine, o tutup Allah'ın her günü okkalı yuhalar çekiyor.

Oysa, aynı bağnaz kafa, 2007'deki birleşme çabalarının başarısızlıkla neticelenmesi karşısında, gûyâ hayıflanmış da şunları söylüyordu: "Tuh olsun size! Niçin başaramadınız bu işi? Yani, ne de güzel olacaktı. Ortaya bir iktidar alternatifi çıkacaktı. Demokrasi dinamizm kazanacaktı. Yeni bir kitle/merkez partisi vücuda gelecek diye, vatandaşlarda yeni bir sevinç ve heyecan duygusu uyanmıştı... Tuh olsun, beceriksizler sizi!"

Evet, dün aynen bu tarzda serzenişlerde bulunarak adeta timsah gözyaşları döken bağnaz tarafgir, bugün ise yüz seksen derece çark ederek, gerçekleştirilen birleşme tablosuna bakıp bakıp bu kez "Yuh olsun!" diyor.

Gazetelerine, dergilerine bakın, haber kanallarını takip edin, şimdilerde Allah'ın her günü şu incileri dizdiklerini göreceksiniz:

"Yuh olsun! Niye birleştiniz?

"Özal'ın kemiklerini sızlattınız.

"Özal'ın mirasını yemek için birleştiniz.

"Demirel'in Özal'dan son intikamı.

"Oğul Ahmet Özal kolları sıvadı, ANAP'ı yeniden kuracağını söyledi.

"Eski ANAP'lı Vehbi Dinçerler, yapılan birleşme kongresine ateş püskürüyor.

"ANAP'ın tabanı 'Partiyi sattınız' diyerek, üst yönetime karşı kazan kaldırıyor."

Sorarlar adama: Yahu, nedir bu telâş, nedir bu panik, nedir bu hiddet böyle?

Bu korkunun sebebi, ortaya bir iktidar alternatifi çıkması ihtimalinin belirginlik kazanmasından dolayı olmasın.

Eğer sebep bu ise, hiç şüphe edilmesin ki, korkulan başa gelecektir.

Mahkeme kadıya mülk olmadığı gibi, iktidar mevkii de kimsenin ipoteğinde değildir.

Sen bir taraftan iktisadî krizlerin üstesinden gelemeyeceksin... Her gün bir kat daha derinleşen ve artık bir sosyal fâciaya dönüşen ruhî ve ahlâkî krizlerin önüne geçmek için hiçbir tedbir alamayacaksın...

İhalelerdeki kayırmacılığa seyirci kalmaya devam edeceksin... AB'ye üyelik sürecini kağnı hızıyla yürüteceksin...

Temel hak ve hürriyetler noktasında kalıcı hiçbir adım atamayacaksın...

Atatürkçülükte CHP ile yarışacaksın...

Diğer taraftan, bir türlü ayağı yere basmayan bol tartışmalı gündem maddeleriyle vatandaşı oyalamaya devam edeceksin...

Buna mukabil, yine de hep iktidar mevkiinde kalacaksın öyle mi?

Nerede görülmüş böyle bir şey?

11.11.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Obama yeni bir partner mi bulacak; yoksa…


A+ | A-

ABD, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ile büyük bir yara aldı. Ondan vazgeçti. Artık büyük Kürt devleti kurmaktan da vazgeçmiş görülüyor.

Başkan Obama’nın politikası, görünürde savaş stratejisini terk ederek, bütün dünyada bozulan ABD’nin imajını yeniden düzeltmek. Parçalanmış bir Türkiye’ye değil, güçlü bir Türkiye’ye ihtiyacı var.

ABD de Türkiye’yi bölgesel ve küresel bir güç yaparak, Türkiye’ye İslâm âlemi nezdinde bir değer ve güç katarak kendi problemlerini düzeltmeye ve İslâm âlemindeki kötü imajını silmeye çalışacaktır. Bu zaten bilinen bir husus.

Ancak, bunu nasıl yapacağı önemli? Türkiye’ye önemli bir rol düşeceği muhakkak.

Meselâ, Türkiye olmazsa, İsrail nefes alamaz. Onun için mi “İsrail’e atış serbest!” bırakıldı. Bu arada AB’ye karşı bir tepki de geliştiği gözden kaçmıyor.

Cumhurbaşkanı Gül’ün AB’ye “Siz kendi işinize bakın” sözleri nasıl okunmalı?

AB’den uzak duran bir Türkiye, ABD’ye daha sıkı sarılacaktır.

Başta iktidarın “Kürt açılımı” deyip, sonradan “Demokratik açılım”a çevirdiği politikaya da bu açıdan bakmak gerekmez mi? Belli ki, PKK, dış ülkelerin desteğiyle ayakta kaldı. En güçlü desteği de ABD’den aldı. Şimdi tasfiye ediliyorsa, bunda hiç şüphesiz ABD’nin parmağı vardır. Evet, tasfiye de etmelidir. Biz meselenin şu boyutundayız:

Eğer demokratik açılımlar yapılacaksa, baştan ayağa yasaklarla dolu, milletin elini, kolunu, beynini bağlayan Anayasa’dan başlamalı.

Bir medeniyet, hak ve hürriyetler projesi olan AB üyeliğinden başlamalı.

AKP, zaten bu iki temel mesele için desteklenmişti:

Anayasayı düzeltmek, başta başörtüsü olmak üzere tüm yasakları kaldırmak, AB’ye üye olmak.

Çünkü, halk da biliyor ki, Türkiye’nin rejimi, müstebit sistemi ve iç dinamikleri, problemleri aşmaya kendi başına yeterli değil.

Ne yazık ki, iktidar, bu iki meselede de bekleneni yerine getirmedi.

2004’ten bu yana AB meselesini yatırdı. Anayasa’yı rafa kaldırdı.

Öylesine bir garabet ki Türkiye’nin hâli, üstü kaval, altı şişhane! Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanların ve milletvekillerinin birçoğunun hanımının başı kapalı, başörtülü, ama, başörtülüler üniversiteye giremiyor!

Bırakın üniversiteyi, kütüphanelere giremiyor!

Artık şunu herkes biliyor: Bu Anayasa, bu sistem, bu despot yapılanmayla, iktidarların rutin işler dışında—hastane, postane vs.—temel meselelerle ilgilenmesi istenmiyor.

Şimdi, cevaplanması gereken soru şudur: Acaba iktidar, yeniden ümit hâline mi getirilecek; yoksa, başka bir siyasi hareket mi desteklenecek?

Denenmiş ve pek de sonuç alınmamış bir yapılanmanın tekrar denenmesi göze alınır mı?

ABD, Obama ile yeni bir açılım yaptı. Bunun Türkiye’ye yansıması olmayacak mı? Obama ve ekibi, bu iktidarla mı (Bush ve ekibinin partneriyle) devam edecek, yoksa kendisine yeni bir partner mi bulacak?

11.11.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Faruk ÇAKIR

İslâm korkusunu kim yayıyor?


A+ | A-

Uluslar arası ifsat şebekeleri, yaptıkları çeşitli çalışmalarla insanların; fıtrat dini İslâma teslim olmasını engellemeye çalışıyorlar. Her dönemde olduğu gibi günümüzde de güneşi perdelemek isteyenler olmuştur, olmaya da devam edecektir. Nihayetinde ‘hayır’ ve ‘şer’rin mücadelesinin kıyamet gününe kadar devam edeceğine inanan kişileriz.

Şükürler olsun ki son yıllardaki gelişmeler, insanlığın İslâm ile buluşmasının engellenemeyeceğini gösteriyor. Her ülkede umut verici gelişmeler olurken, bilhassa Almanya gibi ülkelerde çok daha sevindirici gelişmeler yaşanıyor. Neredeyse her hafta ya bir cami açılıyor ya da yeni bir caminin temelleri atılıyor. Üstelik bu açılışlar ve temel atma merasimleri ‘biz bize’ değil, yabancılarla birlikte yapılıyor. Ve yine sevindirici olan; bu açılışlar ve temel atmalarda ‘yabancı’ların yaptıkları konuşmalardır. Bu törenlerde dile getirilen meseleler, ‘bahtiyar Avrupalılar’ın “İslâm korkusu”nu büyük ölçüde yendiği ya da yenmeye başladığını hatırlatıyor. Meselâ geçtiğimiz günlerde Köln’de 16 bin metrakarelik kullanım alanına sahip, 55 metre yüksekliğinde 2 minaresi olan kubbeli ‘süper’ bir caminin temeli atıldı. (Yeni Asya, 9 Kasım 2009)

Çok önemli olan bir nokta da şu: Bazı marjinal grupların ‘camiye hayır’ kampanyasına, insaflı Avrupalıların destek vermediği görülüyor. Bu gelişmelerin tersinin ülkemizde olduğunu hayal edin ve Avrupa’daki ‘temel atma’ların önemini hesaplayın...

Yeditepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi, felsefeci Martin Vialon “Batı dünyasında İslâmofobinin ortaya çıkışını nasıl değerlendiriyorsunuz?” şeklindeki bir soruyu cevaplandırırken şöyle demiş: “Bence İslâmofobi kendi geleneklerini unutmuş ya da kaybetmiş entelektüellerin ideolojik bir ürünü. Yabancı düşmanlığı biraz da kapitalizmin Avrupa’da sebep olduğu ekonomik sorunlardan dikkati uzaklaştırmak adına bir propaganda malzemesi olarak kullanılmış da diyebiliriz. Bu yanlış yönlendirmenin ideolojik amacı ise, insanların eylem ve hareketlerinin sınıf mücadelelerine kaymasını engellemek, dolayısıyla ekonomik problemleri ve düzenin adaletsizliğini sorgulamak yerine onları içi boş ve mantıksız ırkî mücadeleler ile meşgul etmekti.” (Mostar Dergisi, Kasım 2009)

Bilhassa şu tesbite dikkat edelim: “(İslâmofobi) Kapitalizmin Avrupa’da sebep olduğu ekonomik sorunlardan dikkati uzaklaştırmak adına bir propaganda malzemesi olarak kullanılmış da diyebiliriz.”

Kurulmak istenen tuzağa dikkat eder misiniz? Dünyayı kurtarmak için yola çıkan ‘kapitalizm’ bunu başaramayınca dikkatleri başka tarafa çekmek, başarısızlığını gölgelemek için bütün dünyada “İslâm düşmanlığı”nı yaymaya çalışıyor. Ve bu tuzağı Avrupalı bir uzman ifşa ediyor.

Çeşitli vesilelerle daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi İslâm güneşini perdelemek isteyenler ‘tuzak’ kurdukça, kurdukları tuzaklara kendileri düşüyorlar. En bilinen örneği, 11 Eylül 2001 “İkiz Kule” saldırıları sonrasında yaşanan örnektir. Bu çirkin saldırı bütün dünyada İslâm korkusunu yaymak için kullanılmak istendi, ama ters tepti ve aksine onbinlerce kişi İslâmla şereflendi. Bugün Avrupa’da “İslâma en kapalı ülke” olarak bilinen Fransa’da bile günde 4 ya da 5 kişi İslâma teslim oluyor.

Bir de güçlerin dengede olacağı günleri düşünün. İslâma teslim olanların sayısı onbinler ve milyonlarla ifade edilmez miydi?

11.11.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Sudan’a Darfur bahanesi… (2)


A+ | A-

Binden fazla kabilenin Sudan’ın Darfur bölgesi, öteden beri kuraklıkla su ve mera üzerinde süregelen kabile çatışmalarına sahne oluyor. Ecnebiler, hâriçten kışkırtmalarla bu kabile kavgalarını içsavaşa dönüştürerek ülkeyi kaos ve kargaşaya sürüklüyorlar.

Bu maksatla, Irak’ı işgalle Ortadoğu’daki petrol rezervlerinin büyük bir bölümünü elde eden ABD, bu maksatla başta Sudan ve Mısır olmak üzere bölge ülkeleri arasında “Nil kavgası”nı körüklüyor. Amerikan Yahudi Kongresi, Bush’tan sonra seçildiği günden bu yana Obama’dan büyük petrol yataklarının bulunduğu Sudan ve Darfur’un işgal edilmesi öneriyor. Açıkça insan hakları ihlâlinde bulunan İsrail’in soruşturulmasını reddediyor. Amerikan Kongresi, İsrail’in Filistin’de uluslararası hukuku çiğneyip “savaş suçu işlediği”ne dair ciddî bulgular sunan “Goldstone Raporu”nu kabul etmiyor. Yeni Amerikan yönetimi de Gazze’de çoğu çocuk, kadın ve yaşlı bin beş yüz sivili katleden İsrail’i “kınamak”tan çekiniyor; ülkesinin dış tahriklerle bozulmak istenen bütünlüğünü korumaya çalışan Sudan yönetimini topa tutuyor…

Ve “İsrail’in ırkçı olduğu”na dair BM kararlarını gözardı eden BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun, BM raporlarını dahi sümenaltı edip Darfur çarpıtmasını seyrediyor.

EL BEŞİR “TERÖRİST”SE

BUSH YA DA ŞARON NEDİR?

Bölgedeki gelişmeleri yakından tâkip eden gazeteci Hüsnü Mahli’nin, Darfur’da “İsrail, ABD ve Batılı güçlerin desteklediği ayrılıkçı ve ateist gruplar”ın “devlet destekli Cencevid milisler”le çatıştırılmasına dikkat çekmesi, Darfur’da fitnenin nasıl kotarıldığı açısından dikkate değer. (Akşam, 12.3.2009)

Uluslararası tahriklere gelen “yerli” medya, Darfur’da neler olup bittiğine bakılmadan, ecnebilerin ağzıyla ve Yahudi lobisinin telkinleriyle Sudan’ı karalıyor. Mahli’nin ifâdesiyle “milyonlarca insanın sokaklarda öldürüldüğü Ruanda, Brundi, Uganda, Nijerya ve benzeri Afrika ülkelerindeki çatışmalar ve katliamlar için kılını bile kıpırdatmıyor. Katliam görüntülerini âdeta birer magazin haber olarak izleyen Amerikan ve işgal-savaş ortağı diğer emperyalist devletler, bir tek Darfur’u görüyor! İfsad için Darfur’u “kurban” seçiyor!

Bir diğer çarpıklık, Amerikan çıkarlarına endekslenmiş küresel medya ve işbirlikçilerinin, Darfur çarpıtmasında sürekli “uluslararası kurallar”dan ve “uluslararası câmia”dan dem vurması...

Hemen soralım; ABD, hangi “uluslararası kural”la okyanuslar ötesinden gelip Irak’ı işgal etti? Hangi “uluslararası kural”la Irak’ın maddî ve mânevî envanterine el koydu? Ülkedeki petrol ve enerji kaynaklarının işletmesini hangi hakla otuz yıllığına uyduruk ihâlelerle Amerikan ve İngiliz petrol şirketlerine peşkeş çekti? Hangi “uluslararası kural”la Afganistan’ı işgal edip istilâ etti; Asya’nın kalbine pençesini soktu?

Sonra Amerikan savaş uçakları, hangi “uluslararası kural”la “Darfur fitnesi”yle sudan bahaneler aradığı Sudan’da “silâh fabrikası” diye “ilâç fabrikası”nı bombaladı? El Beşir, başta ABD ve İsrail olmak üzere, Batının tahrikiyle kışkırtılıp Afrika’da kuraklık ve bulaşıcı hastalıklarla uğraşan Sudan’ın başına belâ edilen Darfur’da “350 bin ölümden sorumlu” ise, işgal ettiği Irak’ta iki milyona yakın mâsum insanı katleden Bush nedir?

Sahi, Sudan Darfur’da “jenosit” uyguluyorsa, İsrail Filistin’de ne yapıyor? Darfur’daki kabile kavgalarını Sudan’a fatura eden İnsan Hakları İzleme Örgütü, neden Filistin’deki “soykırımı” nazara vermez? Neden mâlûm medyada Sudan’ın gelişen ekonomisinden, Türkiye ile Sudan arasında yapılan iktisadî anlaşmalardan söz edilmez de, Bush’un bütün Müslümanları “terörist” ilân eden “düşmanca” bakışıyla bu ülkeye bakılır?

SUDAN AYNASINDA ÇİFTE STANDARTLI

KÜRESEL ÇİRKİN ÇEHRE…

Sudan, yatırım projeleri için arazi tahsisinden on yıla varan vergi ve gümrük muafiyetine kadar Türkiye’den giden müteşebbislere her türlü güvenceyi veriyor. Bunun içinde Darfur bölgesinin imar ve kalkınması da var. Tarım, endüstri, tıbbî taşımacılık, havaalanı ve liman ekipmanları, inşaat malzemesi, tohum, gübre, otomobil yedek parçaları, elektronik aygıtlar, ambalaj malzemelerinin Türkiye’den ithali için bütün kolaylıklar sağlıyor.

Peki bunlar neden “yerli” medyada yer almaz. Osmanlı’nın bâkiyesi Sudan’ın, inanç, kültür ve tarihî bağlarla Osmanlı’nın verâsetini taşıyan Türkiye ile işbirliğinden rahatsız olunur; niçin?

Filistin topraklarını işgal edip seksen yıldır Filistinlileri katleden Ben Gurion’dan Begin’e, Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında yüzlerce çocuğu, kadını katleden Kasap Şaron’dan, Filistinlilerin topyekûn imhasını isteyen İsrail’in yeni Dışişleri Bakanı Lieberman’a kadar İsrail liderlerinin hemen hemen hepsi resmen katliam yaptılar, yapıyorlar. Lâkin hiçbiri hakkında Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin bir “kararı” yok; hiçbiri “insanlık ve savaş suçlusu” olmuyor! Hiçbirinin Türkiye ziyareti iptal edilmez de, açıkça bir karalama kampanyasıyla iftiraya mâruz kalan Sudan Cumhurbaşkanı’nın ziyareti iptal edilir; neden?

Yine sormak lâzım; İsrail Cumhurbaşkanı Peres’in TBMM’de konuşturulmasına tek kelime bir şey demeyen medya ve mâlum mihraklar, Osmanlı hayranı Sudan Cumhurbaşkanı El Beşir’in ziyaretine niçin Bush ağzıyla tepkililer? Filistin’de sistemli bir soykırımı sürdüren Netanyahu ve Barak “soykırımcı” olmuyor da, ABD’nin “payandası” olmayı reddeden El Beşir mi “soykırımcı”?

Gazze’ye roketatarla fosfor bombaları yağdıran ve binlerce, milyonlarca mâsumu öldürenler, “eli kanlı konuk” olmuyor da, ülkesini yabancıların tefrika fitnelerine karşı koruyan dost ve kardeş Müslüman bir ülkenin lideri mi “eli kanlı” oluyor?

Gerçekten, Irak’ta, Afganistan’da milyonlarca sivili katletme emrini verenler, “diktatör” değil de, ABD’nin dayatmalarını kabul etmeyen El Beşir mi “diktatör”? “Küresel projeciler”in çarpıtmaları ve çifte standartlı çirkin çehresi, Sudan aynasında açıkça okunuyor…

11.11.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Gereğini yapmak


A+ | A-

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanlarından emekli Oramiral Özden Örnek’in günlükleri, AKP 2002 seçiminde büyük Meclis çoğunluğuyla tek başına iktidar olur olmaz Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz gibi adlar verilen darbe planlarının, biri tutmazsa hemen diğerini gündeme getirme mantığıyla hazırlandığını gösteriyor.

Ama Erdoğan, son beyanlarında, yedi yıllık iktidarında darbe baskısı hissetmediğini söylüyor.

Demek ki, ya o planlardan haberi olmadı, ya da o hazırlıkların kaale alınacak bir tarafı yoktu.

Veya ikinci şıkla da irtibatlı olabilecek üçüncü bir alternatif, söz konusu darbe girişimlerinin arkasında, “başarı” ile sonuçlanmış önceki darbelerdeki gibi ABD desteği bulunmadığı, tam tersine Amerika’nın AKP’ye arka çıktığı vâkıası.

Buna ilâveten 1999’dan beri AB sürecinde alınan mesafenin, yeni darbeleri iyice zorlaştırdığı.

Nitekim genelkurmay başkanlığı yapmış isimlerin de özellikle bu olgulardan hareketle, “Artık darbe dönemi geride kaldı” dediklerini biliyoruz.

Erdoğan’ın “darbe baskısı hissetmemesi,” bu tesbitlerde ifadesini bulan gerçeklerin neticesi.

Ancak klasik darbelerin son bulmuş olması, derin ve örtülü müdahalelerin de bittiği anlamına gelmiyor. Bunun en tipik ve canlı örneği, bazı hassas alanlardaki tahripkâr sonuçları hâlâ bertaraf edilememiş olan 28 Şubat süreci. Ve bu süreci, yedi yıllık AKP iktidarı da bitirebilmiş değil.

Hal böyleyken, Erdoğan’ın, geçmiş dönemlerde çok daha zor ve ağır şartlarda görev yapmaya çalışırken defalarca ihtilâllere hedef olmuş siyaset adamlarına imalı ve istihzalı göndermelerde bulunması etik bir tavır olarak görülebilir mi?

Erdoğan’ın, darbe baskısına muhatap olduğu takdirde nasıl davranacağı bahsindeki “Baskılarla ne politika yaparım, ne devlet yönetirim. Ama bundan önce olduğu gibi bırakıp gitmem, gereğini yaparım” ifadelerini de irdelemek gerekiyor.

Bu sözlerdeki kilit ifade: “Gereğini yaparım.”

Peki, son dönemde yaşanan gelişmeler için, Başbakanın, “gereğini yaptığı” söylenebilir mi?

Yine kendi beyanlarına baktığımızda görüyoruz ki, asker-sivil ilişkileriyle ilgili olarak, ordunun anayasal konumunun “dört dörtlük” yerine oturtulamadığını, ama iktidar-ordu ilişkilerinde olumlu bir sürece girildiğini söylüyor Erdoğan.

Ve şimdiki Genelkurmay Başkanıyla arasında bir güven sorununun bulunmadığını belirtiyor.

Ancak diğer söyledikleri, bahsettiği “olumlu süreç”le “güven ilişkisi”nin, gündemi oluşturan sorunların detaylarında pek sonuç vermediğini düşündürüyor. Meselâ Genelkurmay Başkanının “irtica belgesi” için yaptığı “kâğıt parçası” yorumunu kendisine de söylediğini aktardıktan sonra, “Tarafı değilim” diyerek işin içinden sıyrılan Erdoğan, Başbuğ’un görevden alınmasıyla ilgili sorulara da “Bu konu bizi darda ve zorda bırakıyor” dedikten sonra, “Genelkurmay Başkanını Başbakan değil, Bakanlar Kurulu tayin eder, Cumhurbaşkanı onar” sözüyle topu başka adreslere atarken, farazî bir “azil” durumunda ortaya çıkabilecek hukukî kargaşa hakkında da etraflıca duruyor.

“Askerî savcı ile sivil savcı arasında sıkıntı var” diyerek de, yine sistemdeki arızayı vurguluyor.

Ama gerek ordunun anayasal konumunun “dört dörtlük” yerine oturtulması, gerek askerî ve sivil yargı ikilemine son verilmesi, gerekse Genelkurmay Başkanının tayin ve azil prosedürleriyle ilgili mevzuatın demokrasi kriterlerine göre tekrar tanzimi konularından bahsetmiyor.

Oysa “Bırakıp gitmem, gereğini yapmam” sözünün gereği, bu sorunları kalıcı çözümlere kavuşturacak temel reformları gerçekleştirmek.

Ve bunu, yargı kaynaklı engellemeleri de bertaraf edecek bir bütünlük içinde tamamlamak.

Peki, sivil ve demokratik anayasa projesini askıya alıp bir daha gündeme getirmeyen, hattâ son olarak 29 Mart yerel seçimi sonrası için söz verilen birkaç maddelik anayasa değişikliğini dahi savsaklayan bir tavırla “gereği yapılmış” olur mu?

Gereği için lâfa değil, icraata ihtiyaç var.

11.11.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Darfur’da soykırım oldu mu?


A+ | A-

Başbakan Erdoğan’ın Darfur’la ilgili sözleri ve oradaki gerçekleri, gündemin hızlı değişmesi nedeniyle ancak bugün değerlendirebileceğiz.

Başbakan geçen Pazar günki söyleşide “Gazze olayı ile Darfur’un birbirine karıştırılmaması gerektiğini, kendisinin başbakan olarak Darfur’a gittiğini ve soykırımı tespitini yapamadıklarını” söylüyor ve sonraki konuşmasında “bizim mensup olduğumuz İslâm dinine mensup birinin soykırım yapması mümkün değildir” diyordu. Bütün bunları Uluslar arası Ceza Mahkemesinin hakkında savaş ve katliam suçlarından dolayı tutuklama emri çıkardığı Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’in Türkiye’ye gelişini savunmak için anlatıyordu.

Sonunda Beşir İstanbul’a gelmedi. Türkiye’yi de bir sıkıntıdan kurtardı.

Peki gerçekten Darfur’da bir katliam olmadı mı?

Birleşmiş Milletlerin 25 Ocak 2005 tarihinde yayınladığı ayrıntılı bir rapor var. Zaten Uluslar arası Ceza Mahkemesinin tutuklama kararı da bu rapor ve sonrasındaki soruşturmaya dayanıyor. Bu rapora göre Darfur’da her türlü insanlık suçu işlenmiş. Sivillere yönelik saldırılarda ölen sivillerin sayısı kimi tespitlere göre 300 bini bulmuş. 1,65 milyon kişi yerlerinden edilmiş. Savaş şartları nedeniyle bölgeye ulaşamayan insanî yardımlar yüzünden açlıktan ölenlerin sayısı on binleri aşıyor. Köylerin bombalanması, kadınlar ve çocuklara yönelik tecavüzler, kadın kaçırmalar, kötü muamele ve diğer insanlık dışı eylemler saymakla bitmiyor.

Peki kim işliyor bu suçları?

İç savaşın bir yanında Arap kökenli olmayan Fur, Zaghava ve Masalit kabileleri, diğer yanda ise hükümetin milis gücü gibi hareket eden Cancavidler ve isyancıları bastırmak için savaştığını ileri süren hükümet güçleri. Katliama uğrayanlar ilk gruptakiler. Saldıran gruptakilerin ortak özelliği Müslüman olarak bilinmeleri. Katliama tabi tutulanlar ise Afrika kökenli insanlar.

BM Raporu bütün insanlık dışı saldırılar ve katliamların dökümünü yapıyor. Ancak “soykırımı yapma kasdı bulunmadığı” ve “Sudan hükümetinin soykırımı politikası izlemediği” gerekçesiyle Darfur’da yapılanları soykırımı olarak nitelemiyor. Bunun anlamı orada suç işlenmediği değil. “Kuşkusuz soykırımının objektif unsurlarından bir kısmı Darfur’da gerçekleşmiştir” deniliyor raporda; ama hukukî tanımı itibariyle soykırım kasdı bulunmadığı belirtiliyor. “Hükümet siyasal nedenlerle belli bir grubu baskıcı ve ayrımcı yöntemlerle bir bölgeden sürmeyi amaçlamıştır” deniyor. Buradaki suçları da insanlığa karşı suçlar olarak niteliyor. Sudan hükümetini hem bu suçlara karışmakla, hem de diğer suçlularını özellikle de Cancavid liderlerini korumakla suçlanıyor.

Binlerce masum insanın öldürüldüğü bir olayın faili ve hamisi olduğunu uluslar arası kamuoyunun belgelediği bir insanı korumaya çalışmanın Müslüman kardeşliği ile izah edilmesi mümkün değildir. Gazze’de yaşananların suçlularını öne çıkarmak için, Darfur’daki katliamların sanıklarını savunur hale düşmek hem uluslar arası hukuk, hem de İslâm açısından yalnızca sorumluluk getirir.

Bu yüzden Başbakan’ın Sudan’da yaşananları basite indirgemeye çalışmasını anlamak mümkün değildir. Doğru tavrın, insanlığa karşı suç işleyenler kim olursa olsun mutlaka yargılanıp cezalandırması gerektiği yönünde olması gerekirdi. Beşir’i savunmak bize düşmez.

Bu eleştirimizle birlikte, bugün Sudan’da barış ve huzur ortamını getirmek, insanları açlıktan ve hastalıklardan kurtarmak için Türkiye’nin yaptığı çalışmaları da takdir ediyoruz.

11.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.