Nejat EREN |
|
Hayattaki vazgeçilmez sır: İhlâs |
Bir gün bir âlime, yakınlarından biri, “Sen hep ‘hocam hocam’ diyorsun, anlat bakalım sen hocandan ne öğrendin?” diye sorar. Talebeleri merak ederler, bu kadar geniş bir soruya ne cevap verecekler diye. “Kim sevilir, kim sevilmez bunu öğrendim” der. Evet, “Hubb-i fillah buğz-i fillah” temel bir meseledir. Yani Allah için sevmek, Allah için buğzetmek... Hayatta insanoğlunun en büyük saadeti, gayesi Sahibini tanımak, Ona itaat edip rızası dairesinde hareket etmek şeklinde olursa bir mânâ ifade eder. Bu gaye yoksa ne konuda olursa olsun bütün didinme ve çabalar “kumistana”, boş sahralara ve yokluğa akmaya mahkûmdur. Cin ve insin en tatlı saadeti ve huzuru bunda mevcuttur ve buna bağlıdır. Kâinatın en değerli, en kompleks ve taklidi mümkün olmayan patente sahip bir yaratığı olan insanın saadeti veya şikâyeti tek noktada düğümlüdür. Bu düğümün anahtarı da, her işte “Allah’ın rızasını” esas maksat yapmaktan geçmektedir. Onun içindir ki, ihlâs sırrı Risâle-i Nur’da ve şahs-ı maâneviyi temsil eden bu muazzam daire içerisinde en vazgeçilmez bir sır, unutulmaz bir düstur, sağlam bir ip, hayatî bir hakikat olarak önemini muhafaza etmekte ve değişmez bir esas olarak karımızda durmaktadır. Bediüzzaman’ı anlaşılır yapan, aşılmaz yapan, unutulmaz yapan, sır âlemlerinin kumistanında başarıdan başarıya ulaştıran, hiç zalim ve cebbar ruh karşısında eğilmez yapan, gerçek manada gönüllerin kahramanı yapan, daima öne çıkaran, farklı kılan, istikametli yapan, sabırlı yapan, şefkatli yapan, mânialar karşısında hiç geri atmaz ve geri çekilmez yapan, insanlık tarihine mâl eden, dünyayı umursamaz yapan, Hakk’a hakikî kul yapan, halka rehber ve lider yapan, insanlığa kılavuz yapan, Peygamber ahlâkına örnek olup, bu yolda hiç şaşmaz yapan ve bağlı kılan, ömrünü bereketli yapan, hizmetini uzun ve yüce yapan, dâvâsına ufuk açan... vb. İşte bu vazgeçilmez sırdır. Allah için başlamak, Allah için işlemek, Allah için sevmek, Allah için çalışmak, Allah için görüşmek, Allah için kızmak, Allah için almak, Allah için vermek ve Allah için yaşamaktır vesselâm. Hayatını bu yolda sarf etmiş, en zor şartları bu yolla aşmış, en fazla mesaiyi bu yolda harcamış, en fazla dikkatleri bu konuya çekmiştir. İhlâsı kazanmak, muhafaza etmek, şahsında ve şahs-ı mânevîde yaşayıp, yaşatmak. Nefis, heva, şeytan, vehim, kör hissiyât tuzaklarından uzak kalmanın tek çaresi budur. Bu konuda başka yol yoktur. Bu kudsî dâvâya geçmişte hizmet edip kabrin öbür tarafına gidenlerin hukukuna tecavüz etmemek için, hayatta olanların mesai, hizmet ve gayretlerine set çekmemek için, akıl, kalp ve ruh dairesinde gerçek mânâda rahat edip, huzuru yakalamak için tek çare budur. Allah’ın rızası dairesinde hareket etmek. Daire içinde bulunanları “başkası” ve ”öteki” görmeden, onların his ve duygularıyla yaşamak, onların nefislerini kendi nefsine en zor olan her konuda tercih edebilmek... Bu büyük bir mücadele olduğu kadar aynı zamanda bir cihaddır, devamlı nefisle bir boğuşmaktır. Evet, bu cisme oldukça ağır bir yük ve vicdana da büyük bir vebaldir. Ama hak yolunda olduğu için, Kur’ânî bir emir ve şiâr olduğu için, “şahs-ı mânevî”nin yüksek hatırını sakladığı için bu büyük cefada bir sefa vardır. Hayır vardır. Rahmet ve vefa vardır. Bu yola uyanlara, bu yolda mesai harcayıp, ömür dakikalarını bu yolda harcayanlara ve bu yola baş koyanlara selâm olsun. 17.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Yolsuzluk “olta”sı |
![]() |
Şimdilik arkası gelmeyen WikiLeaks belgelerinin ilk dalgasında Türkiye ile ilgili olarak öne çıkarılan iddialarda AKP iktidarına yönelik olanların ağırlıklı yer tutması, öylesine gelişen rastgele bir durum olmasa gerek. Bize öyle geliyor ki, Türkiye’nin seçim sürecine girdiği bir aşamada gündemi bu yolsuzluk iddialarına kaydırmak için sistemli bir plan var. Meclisteki bütçe görüşmelerinden kamuoyuna yansıyan ve manşetlere taşınan konunun, Kılıçdaroğlu tarafından seslendirilen Kayseri odaklı iddialar olması da planın bir parçası gibi. İddialarda adı geçen bazı kişilerin Ergenekon sanıkları olması da manidar ve düşündürücü. CHP liderine Başbakanın “Çaktın yine” cevabı ve Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanının “İki dakikaya on yalan sığdırdı” suçlaması ilgili haberlerde yer alıyor, ancak bu açıklamalar da iktidar odaklı bir yolsuzluk dosyasının yan unsurları olarak bu gündeme katkıda bulunuyor. Bunun sonucu ise yine Kılıçdaroğlu’nun “Erdoğan oltaya takıldı” sözünde ifadesini buluyor. WikiLeaks belgelerinde Başbakan için ortaya atılan “İsviçre bankalarında sekiz gizli hesabı var” iddiası için de benzer durum söz konusu. İlginç bir şekilde Sözcü ve Taraf gazetelerine aynı ifadelerle manşet olan bu iddiaya Başbakanın verdiği sert tepki, muhtemelen bu konuyu bilmeyenlerin dahi haberdar olmasını sağladı. Burada iktidar açısından zor bir durum var. Kendisini yıpratmak için ortaya atıldığını düşündüğü iddiaları elbette yalanlamak zorunda. Ama bunu yaparken, zaten sekiz yıldır tam olarak hakimiyet sağlayamadığı gündemin elinden kayıp, yolsuzluk gibi nahoş bir konuya odaklanmasına istemeden de olsa katkı sağlıyor durumuna düşmek, son derece sıkıntılı bir iş. Cevap vermeseler, kabullenmiş gibi olacaklar. Cevap verdiklerinde ise olayı bir de onlar büyütmüş ve duymayanların da duymasını sağlamış durumuna düşecekler. Verdikleri cevapların kimi ne ölçüde ikna edeceği de ayrı bir konu. Velhasıl, iktidar için çok zorlu bir ikilem. İTO için ortaya atılan ve Başkanının 37 gün tutuklu kalmasına yol açan rüşvet iddiaları, adı karışan Yargıtay üyeleri üzerinden yüksek yargıyı da ve paralel şekilde de iktidarı da yaralayıp iz bırakan bir gelişme olarak, yolsuzluk eksenli bir zincirin önemli halkalarından biri değil mi? Çok büyük ihtimalle, başında bulunduğu kurumun kaşarlanmış bazı unsurlarının da katkı sağladığı bir komploya kurban giden İTO Başkanı nihayet serbest, ama olayın izleri duruyor. AKP bundan önce Genel Başkan Yardımcıları Şaban Dişli ve Dengir Mir Mehmet Fırat gibi önemli isimleri, yine benzer iddialar sebebiyle vitrinden çekip arkaplana kaydırmak zorunda kalmıştı. Hattâ Fırat, Kılıçdaroğlu ile katıldığı bir TV programından kısa süre sonra çekilmişti. Keza yolsuzluk iddialarının gündeme geldiği bazı il ve ilçelerdeki teşkilât kadrolarında genel merkez operasyonları yapılmış ve çok fazla bir iz bırakmalarına izin vermeden iş kapatılmıştı. Ancak girdiğimiz süreçte, anamuhalefetin farklı bir hazırlığa girdiğini, epeyce dosya biriktirdiğini ve bunları belli bir strateji çerçevesinde peyder pey gündeme getirmeye niyetli olduğunu düşündüren hayli ciddî işaretler söz konusu. CHP lideri iki ay önce medya yöneticileriyle buluşmasında da bunun sinyallerini vermişti. Görünen o ki, CHP kurultay dönemecini kazasız belâsız atlatabilirse, sonrasındaki stratejisini özellikle bu konular üzerine bina edip, iktidarı yolsuzluk iddialarıyla yıpratmaya çalışacak. Kayseri ile yaptığı ilk denemeden umduğu sonucu almış olmalı ki, “Oltaya takıldılar” diyor. Bakalım, AKP bundan sonra ne yapacak? Tek tek iddiaları çürütmeye yoğunlaşarak “gündemin yolsuzluğa kaydırılması” tuzağına mı düşecek, yoksa başka alanlardaki atraksiyonlarla kendi gündemini hakim kılma çabasına mı girecek? Ve bu gayretinde başarılı olabilecek mi? 17.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Kürtleri kim temsil ediyor? |
![]() |
1908’den beri yolunu gözlediğimiz demokrasi ülkemize gelmiş olsaydı, bu soruyu sorar mıydık? Üç kıtaya yayılmış bir imparatorluğun büzülmüş hali olan Anadolu coğrafyasına toplanan, 27 ayrı dili konuşan insanların bin seneden beri sulh içinde yaşadıkları Türkiye’de, yalnızca bir ırkı kim temsil ediyor, diye istifhamlarımız olmazdı. İçinde bulunduğumuz ve insanların yaşadıkları ruh hali “Kemalizmin büyük bir başarısı” sayılmalı... Tek başına Türk milletinin karşısında mağlûp olan Kemalistler, bu defa Avrupalı neocon ve neoliberalleri arkalarına tam almışlar. Zira, “Kürt problemi” Ankara’dan daha çok Washington, Londra ve Brüksel’de konuşuluyor. Amerika ve İngiltere hükümetleri nezdinde kuvvetli olan bu global kaos ve savaş taraftarlarına, AB içindeki barış karşıtı din düşmanları da katılınca, hatırı sayılır bir kuvvet doğuyor. Türkiye’yi demokrasiden mahrum eden “Kemalist ihtilâllerin” hepsi ruhlarını meşhur 31 Mart 1909 Selânikliler hareketinden alır. Ta Osmanlılar zamanında, dünyanın çok az bir kesiminde konuşulurken, millet olarak “demokrasi” yoluna girmiş bu millet... Selânik’ten gelen 3. Ordu ile bu yolculuk akamete uğratılmış. Ermeni tehcirini gerçekleştiren Selânikli Talât Paşa ve rüfekası, hâlâ bu milleti sıkıntıya sokuyor. O günkü Selânikliler Ermeni tehcirini gerçekleştirmişler, sonradan gelenler de Kürt tehcirlerini... 31 Mart ihtilâlinden kuvvet alarak Türkiye’yi hak ve hürriyetlerden mahrum bırakan bütün Kemalist ihtilâllerin hedefiydi Kürtler... Şeyh Said, Bitlis-Hizani, Dersim ve Ağrı hadiseleri başta olmak üzere doğudaki bütün kıyım ve tehcirlerin arkasında Kemalistlerin olduğunu herkes biliyor. Koca Türkiye, bir avuç Marksist Kürtçü ile uğraşıyor. Bir avuç, fakat içeride Kemalistlerden, dışarıda neocon ve neoliberallerden maddî-mânevî tam destek alıyorlar. 12 Eylül darbesiyle başlayan zulümden dolayı Türkiye’yi dünya efkârında ve AİHM’de mahkûm ettirip milyarlar ödettiren Kemalizmi sorgulamak yerine, faturayı doğudaki mazlum vatandaşlarımıza ödetmişiz bugüne kadar... Ermeni tehciri ile Kürt tehcirlerinin aynı kapıya çıktığını ve aynı zihniyete ait olduğunu hükümetimiz dünyaya anlatabilse, neocon ve neoliberallerin başlattıkları ablukayı birkaç toplantı ile hallaç pamuğuna çevirebilir. Ama Kemalizm ile yüzleşemiyorlar... Zira son zamanlarda yükselen neoliberal-neokemalizm ittifaklarından çekiyorlar... Ve kuzu kuzu Erbil’e taşınıyorlar. Sonra düzenli İmralı toplantıları... Sonra da, Diyarbakır’ı Marksist Kürtlere bırakarak onlarla anlaşmaya çalışıyorlar. Düne kadar Apo’nun veya onun paralelinde kurulan siyasî parti hareketlerinin Kürtleri asla etmeyeceğini savunanların bugünkü halleri hayra alâmet değil. Hiç olmazsa, geçmişte DP ve AP iktidarlarının yaptıkları gibi Kürtlerin ileri gelen ailelerini sahneye çıkarabilselerdi, bu kadar sıkışmazlardı AKP kurmayları. Türkiye’nin zamanla düzene giren doğru politikalarının “Kemalist ihtilâllerle” raydan çıkarıldığını hiç ağzına almayan bir hükümetin de nihayetinde bir müdahale sonrası hükümeti olduğunu söyleyenlere hak verdiren bir tutum var. 28 Şubat kaynaklı mağduriyetleri gideremeyen ve o dönemin ekonomi pragramlarına da hiç dokunmayan AKP, anlaşılıyor ki, Atatürkçülerin tarihî Kürt politikalarına da dokunmuyor. 'Körle yatan şaşı kalkar.' George Soros’un tekelindeki paralarla üretilen politikalar ancak buraya ulaştırır. Demokratlar zamanında Kürtleri TBMM’de temsil eden köklü ailelerin isimleri Ankara’da var. Fakat 12 Eylül’de Kürtçe konuşmayı yasaklayan ve ileri gelenleri hapishanede “rehabilite” eden zihniyetle hesaplaşamıyor hükümet. Hattâ tam tersine, Kemalizmin travmaya sebep olduğunu söyledi diye deneyimli Kürt siyaseçisi M. Dengir Fırat’ı AKP kızağa çekmedi mi? Kaldı ki batıdaki Kürt nüfusu doğunun tam on misli. Bağdat harabeleri üzerine eski ajanlarına Kürt devleti kurduranlar, Türkiye’nin gözünün yaşına hiç bakmıyorlar. Demokrasi ve adaletin olduğu bir Türkiye’de “Kürt problemi” diye birşey olamaz. Irkların birbirine mezcolduğu Türkiye’de ırkî bir fitnenin olamayacağını AKP önce neoliberallere anlatmalı. Hukuka ve demokrasiye muhtaç olan yalnızca Kürtler değil Türkiye’de. Bütün millet hukuksuzluğun mengenesinde inliyor.
PEKİ ÇÖZÜM? Çözümü herkes az çok hissediyor. Din ve vatan ortak paydasında eriyen Anadolu’daki ırklar, dilde de bir teknede yoğruldular. Akrabalıklar o kadar ileri gitmiş ki, ancak levh-i mahfuz ayırd edebilir köklerimizi. Kaldı ki, ırkçılığı o tarihte bayraklaştırmış Avrupa ülkeleri nihayet “göçmenistan” tabirini kullanmak zorunda kaldılar. Hükümet bu meseleyi ayrılıkçılığa götürmek isteyenlerin oyununu bir referandumla bozabilir. Kürtlerin kahir ekseriyetinin “Hayır, biz Türkiye’den ayrılmak istemiyoruz” diyeceğinden emin olduğumuz böyle bir referandum, hem Brüksel, hem Londra ve Washington’daki ikinci Avrupalılara haddini bildirebilir. Yeter ki inisiyatif alınabilsin. Edirne, Marmaris, Manisa ve İzmir’deki Kürt nüfusunun Şırnak, Beytüşşehab, Cizre ve Nusaybin’den daha az olduğunu söyleyemeyeceğimize göre, bu kaynaşmışlık net bir şekilde ortaya konulursa, “birileri” açıkta kalır ve bir oyun bozulur. 17.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
İslâm umuttur |
![]() |
ABD’nin Oregon eyaletine bağlı Corvallis kasabasında bulunan bir camiye yapılan son saldırı Amerikan toplumunun bir başka yönünü daha gösterdi... O da “endişe”... Sonraları bir terörist olarak anılacak olan 19 yaşındaki bir Müslüman genç orada ibadet ettiği için kundaklanarak bir kısmı yıkılan bir İslâm merkezine destek gösterdi bu toplum. Muhammed Osman Mahmud isimli bu genç Portland’daki federal mahkemedeki savunmasında kitlesel imha silâhı kullanmaya teşebbüs ile yargılandığı dâvâda suçsuz olduğunu iddia etmişti. İddia makamına göre, Mahmud ve beraber çalıştığı bir FBI ajanı, Corvallis şehrinin merkezinde binlerce insanın geleneksel Noel ağacını ışıklandırma seramonisinin yapılacağı bir günde, sokağın köşesinde içi patlayıcı dolu bir minibüsle yakalanmıştı. Mahmud, bu tören sırasında binlerce kişinin ortasında bu bombaları patlatacağı iddiasıyla suçlanıyordu. İşte bu suçlarla yargılanan Mahmud’un Corvallis’teki Salman Alfarisi İslâm Merkezine gidip geldiği öğrenilince buradaki camiye bir kundak saldırısı düzenlendi. Camiye yapılan bu saldırı tam anlamıyla bir intikam saldırısıydı, ancak şimdi bu caminin önündeki alana bir yığın çiçek ve mesajlar içeren kartpostallar bırakılıyor ve camiye destek veriliyor. Zaten şehrin dinî önderleri ve vatandaşlar da bu saldırının iğrenç bir kundaklama girişimi olduğunu deklare ediyordu. “Bu olay burada yaşanmamalıydı, aslında hiçbir yerde yaşanmamalı, Corvallis muhteşem bir şehir ve biz açık bir toplumuz” diyordu 25 yaşındaki Laurie Holst adlı Corvallisli genç... Yerel gazeteye verdiği demeçte şöyle devam ediyordu bu vatandaş: “Portland’da yaşanan bu saldırı çok iğrenç, kesinlikle yanlış, hiç bir yerde yaşanmaması gerekiyor bu türden olayların. Bu camide ibadet eden vatandaşlarımızın şunu bilmesini isterim ki Corvallis’in gerçek yüzü bu değildir.” Corvallis Gazette Times adlı yerel gazetenin haberine göre bu hafta içinde her din ve milliyetten 45 kişilik bir grup bir araya gelerek camiye düzenlenen bu saldırıyı kınayarak öfkelerini dile getirdiler ve bu saldırının hoşgörüsüzlüğün bir örneği olduğunu belirterek herkes tarafından kınanması gerektiğini deklare ettiler. Bu noktada benim aklıma Bediüzzaman Said Nursî’nin söylediği şu söz geldi: “İnsanlara hayat veren umut, öldüren ise ümitsizliktir...” Said Nursî burada aslında bize umudun, Allah’ın “İstikbal İslâm’ın olacaktır” ve “Geleceğe Kur’ân hakikatleri hüküm edecektir” vaatlerine olan inancın bir tezahürü olduğunu öğretir. İslâm’ın düşmanları bir başka camiyi daha yakabilir ve bir Müslümanın işlediği bir cinayeti bütün İslâm âlemine mal edebilir. Ancak İslâm’ın düşmanları bu zihin savaşında asla galip gelemeyecektir; zira böyle bir yanıltmaca insanların çoğunu etkilemeyecektir. Buna en büyük delil de Corvallis şehrinde kundaklanan camiye Amerikan toplumu tarafından gösterilen destektir. Görünen o ki, Corvallis halkı İslâm’a karşı girişilen bu terörist saldırıyı ümitsizliğe değil umuda giden bir yola çevirmeyi başarmıştır. Evet dinî inançta öyle bir kuvvet vardır ki, hiçbir beşerî dogma onun yerine geçemez. Allah’a olan inancın kökenindeki değerler, insanî özsaygıyı anlama ve “iyi şeyleri yapmakta yarışmak” vasıtasıyla Allah’ın iradesini benimsemekten gelen güç gibi değerler, daha insancıl, adil, medenî ve refah dolu bir geleceğe dair gerçek bir umut veriyor.
İşte İslâm böyledir!
Tercüme: Umut Yavuz Islam is Hope A recent attack against a Mosque in the Oregon town of Corvallis is revealing another side of the American people, and that is concern. Showing their support for an Islamic center that was partially destroyed by an arson attack after it acknowledged that a 19-year-old Muslim, now charged as a terrorist, had occasionally worshipped there. Mohamed Osman Mohamud pleaded not guilty this week in federal court in Portland to the charge of attempted use of a weapon of mass destruction. Authorities say Mohamud and an FBI operative he was working with parked a van full of explosives on a block in the city of Corvallis, where thousands of people were expected to gather for the annual Christmas tree lighting ceremony. Mohamud is accused of attempting to detonate the explosives during this event. The arson attack against the Mosque happened after it was revealed that Mohamud had attended the Salman Alfarisi Islamic Center. The attack against the Mosque was clearly revenge motivated, however, in the parking lot in front of the charred Mosque there was a growing cluster of flowers and cards, offering support to the Mosque, in the wake of what religious leaders and community members say is an abhorrent act of arson. "This shouldn't happen here — it shouldn't happen anywhere — but Corvallis is a wonderful, open community," Laurie Holst, a resident of the town for 25 years, told the local news networks. "This is as abhorrent as what happened in Portland — this is just wrong, it shouldn't happen anywhere," she continued. "I want these folks that worship here to know that this is not Corvallis." The Corvallis Gazette Times reported that 45 people attended a meeting this week to voice their anger and disbelief at the arson attack took place against the Mosque and that they viewed this as an act of intolerance which must be condemned. Bediuzzaman Said Nursi once said, “What gives life to people is hope, while what kills them is despair.” Said Nursi reminds us of the fact that hope is tied to our acceptance to the fact that Allah promised that “the future belongs to Islam” and “its ruler shall be the truths of the Qur’an and belief” (DS, p. 27). The enemies of Islam will burn another Mosque and profess that the actions of death perpetrated by a Muslim are the actions of the whole of Islam. The enemies of Islam will never win this battle of the mind because such message does not ring true with most people. This is evident by the show of support given to the burned Mosque in the City of Corvallis, USA. It appears that the people of Corvallis are taking a terrorist action aimed at Islam as a way to spread hope rather than spreading despair. There is a strength rooted in religious faith that no human dogma can replace. Values rooted in faith in Allah - an appreciation of human dignity, the strength that comes from a commitment to follow Allah’s will to “compete in doing good,” - are strengths that give genuine hope for a more humane, just, civilized and prosperous future. This is Islam! ROBERT MIRANDA (Davud Ali Selam) [email protected] 17.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kabir hayatı |
![]() |
Cemal Bey: “On üçüncü Söz’ün İkinci Makamı İkinci Yolda bahsi geçen, ‘Âhireti tasdik eden, fakat sefâhet ve dalâlette gidenlere bir haps-i ebedî...’ bölümünden anladığım, kabre ikinci yol ile girenler için kabrin ebediyen tek başlarına hapis olacağı şeklindedir. İman sahibi herkesin Cennete gireceğini müjdeleyen hadis-i şerîfle bu hakîkatı nasıl telif edebiliriz?”
Bedîüzzaman Hazretleri On Üçüncü Söz’ün ikinci Makam’ında, cazibedâr hevesâttan kurtulmak ve âhirete hazırlanmak isteyen bir kısım gençlere kabir hayatını anlatıyor ve onları kabir azabıyla uyarıyor. Bedîüzzaman bir mektubunda da gençleri gençlik hevesâtından sakındırmakta ve ekser kabir azabının gençliğin kötü tasarruflarından kaynaklandığını haber vermektedir.1 Bu İkinci Makamda kabir hayatı üç temel çerçevede ele alınmaktadır: 1- Kabir, ehl-i iman için bir Cennet kapısı hükmündedir. 2- Kabir, âhireti tasdik ettiği halde sefâhette ve dalâlette gidenlere bir haps-i ebedî ve yalnız başına bir hapis kapısı hükmündedir. 3- Kabir, âhirete inanmayan inkâr ve dalâlet ehli için hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacı hükmündedir.2 Burada her üç çerçeve için birer ip ucu bilgi de mevcut: Kabir dışarıdan nasıl gözüküyor ise, yahut nasıl inanılıyor ise, öldükten sonra da aynen gözüktüğü ve inanıldığı gibi tecellî edecektir. Söz gelişi, ehl-i iman kabrin bir Cennet kapısı olduğunu umarken, sefahet ve dalâlette gidenler âhireti tasdik ettikleri halde inandıkları gibi yaşamadıkları için, kabri bir yalnızlık ve tecrit kapısı olarak görmektedirler. İnkâr ehline göre ise zaten kabir bir ebedî yokluk kapısıdır. Bu durumda herkes kabri, aynen gördüğü ve inandığı biçimde bulacaktır. Yalnız sefâhet ve inkâr ehli için bu dehşetli görüntüler şimdilik sadece birer kabir azabı şeklinde tezahür etmektedir. Kıyamet Saatindeki Cismânî Diriliş, Mahşer, Mahkeme-i Kübra ve daha sonra devam edecek tecellilerden olan Cennet ve Cehennem, beşer yolculuğunun ayrı dilimleridir ve burada yolculuğun o bölümlerine girilmiş değildir. Yani burada, beşerin uzun yolculuğundan yalnız kabir hayatı konu edilmiş ve kabir azabından sakındırılmak istenmiştir. Cismanî Diriliş umumîdir. Ehl-i sefâhet de, ehl-i inkâr da cismanî diriliş kapsamından hariç değildir. Fakat eğer Cenâb-ı Allah affetmediği takdirde (yani söylediğiniz gibi, affa esas teşkil edecek şekilde makbul bir imanı olmayan) sefâhet veya inkâr ehlinin, mahşerin o baş döndürücü kalabalığı içinde de yapa yalnız bir ruh buhranı ve bunalımı içinde kalacaklarını buradan çıkarabiliriz. Bu hakikat, kalbinde zerre kadar imanı olanların Cehennem’den çıkarılacağı ve Cennet’e girdirileceği şeklindeki müjde ile çelişmez. Bu kabir yalnızlığı, berzah karanlığı ve Cehennem azabı bir kısım (meselâ kalbinde zerre kadar makbul iman taşıyan) insanlar için bir kefaret hükmüne geçebilir. Ve sonunda Cennet’e girmeleri sağlanabilir. Bu takdirde buradaki “ebedî” vasfı ile anılan hapsin, âhireti tasdik ettiği halde diğer iman esasları konusunda tam makbul bir imana sahip olmamış kimseler için söz konusu edildiği söylenebilir. Kabir ve ötesi hiç şüphesiz günlük güneşlik olmayacaktır. Oralar apayrı âlemlerdir ve düşündürücüdür ki, şu harcayıp geçtiğimiz fani günlerde biz aslında oralar için azık ve aydınlık hazırlamakla meşgulüz. Yaşadığımız şu hayat, ebedî hayatımızı imar etmeye yarasın diye bize sunulan tek hayatî fırsattan başka bir şey değil!
DUÂ Ey Vâris-i Bâkî! Beni Müslüman olarak yaşat! Ruhumu alırken iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver! Kabirde azap verme, sıkıntı ve darlık verme! Genişlik ve rahmetini esirgeme! Kabir âleminde valideynimi, bütün âbâ ve ecdâdımı rahmetinden, nurundan ve şefkatinden ziyadesiyle nasiplendir! Rûz-i mahşerde bütün ehl-i imana merhamet eyle! Âmin.
Dipnotlar:
1- Kastamonu Lâhikası, s. 119 2- Sözler, s. 131 17.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Hicret kervanı devam ediyor; yetiş! |
![]() |
Gel gönül hicret edelim hicret-i mânâya doğru. Hicret bir göçtür. Hicret bir kaçış değil, bir inşaadır, bir yapılandırmadır. Hicret bir kavuşmadır, bir buluşmadır. Hicret İslâm medeniyetini, uhuvvetini ihyaya meyletmektir. Hicret, ulvî bir seyr ü sefer, maddî-mânevî bir seyr u sülûktur. Yaratılan herşey hicretten hicrete gider: Atomlar, moleküller vazifeli olarak hicret eder. Kanımız kalpten başlayarak gıda, erzak ve cephaneyi yüklenip bedenimizin en ücra köşelerine kadar göç eder. Hava, su, bulutlar, devir daim ile hicret eder. Dünyamız hicret eder. Güneş sistemi hicret eder. Samanyolu hicret eder. İnsan kâinatın bir özetidir. İşte kâinatın bütün unsurlarının özünde olan bu hicreti, kendisi de gerçekleştirmelidir. Bugünkü hicret nasıl olmalıdır? Cehaletten ilme gitmek bir hicrettir. Sefaletten hidayete uçmak bir hicrettir. Düşmanlıktan, nefretten sevgiye, kaynaşmaya yol almak bir hicrettir. Sabırsızlıktan sabra gitmek bir hicrettir. Ahlâk dışı mekân ve olaylardan uzaklaşmak hicrettir. Gıybetten, dedikodudan uzaklaşıp, iftiraktan ittifaka gitmek hicrettir. Olumsuz duygulardan olumlu, ulvî duygulara gitmek bir hicrettir. Negatif bakışlardan pozitif bakışa, mânâ-yı ismîden mânâ-yı harfîye gitmek hicrettir. Varlığın mülk boyutundan uzaklaşıp melekût boyutuna sefer hicrettir. Nefsî arzuları terk ile ulvî duygulara göç hicrettir. Kötü arkadaşları bırakıp dostların sinesine koşmak hicrettir. Televizyon karşısında miskin miskin oturup bir sürü günahla baş başa kalmaktan uzaklaşıp tefekküre koşmak bir hicrettir. Bir ağabeyimizin ifade ettiği gibi, “Televizyonlu odadan televizyonsuz odaya gitmek” hicrettir. Nefisle cihad hicrettir. Tenbellik yatağını terk edip, cihad-ı mâneviye çıkmak, yani, ilim ve iman hakikatlerini anlatmak bir hicrettir. Allah yoluna iyilikle, güzellikle çağırmak hicrettir. Kâinattaki bütün unsurlarda teceddüd şeklinde bir hicret olduğuna, insan da kâinatın bir minyatürü, bir parçası olduğuna göre; kendini yenilemek hicrettir. Yeni dostlar, yeni kardeşler bulmak hicrettir. Nezih bir mekân ve çevrede hizmete yürümek hicrettir. Nebevî sohbetlere gitmek hicrettir. İman, Kur’ân hakikatlerini muhtaç olanlara ulaştırmak hicrettir. Riyadan ihlâsa gidiş hicrettir. Hülâsa, sapıklıktan hidayete, zulmetten nura, şirkten tevhide, günahtan sevaba, sebeplerin karanlık perdelerinden Allah’ın yüce kurdetine ilticâ etmek hicrettir. Bu hakikatlere binâendir ki, hicret edenlerin ve hicretin reisi, muallimi Resûl-i Ekrem (asm) şöyle ferman etmiştir: “Hakikî muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir.”1 “Hicret, kötülüğü terk etmendir.”2 “Hakikî muhacir, hata ve günahları terk edendir.”3 “Gerçek muhacir Allah’ın üzerine haram kıldığı şeyleri terk edendir.”4 “Rabbimin hoşlanmadığı şeyleri terk etmen hicrettir.”5 1432. Hicrî yılınızı tebrik eder, ülkemiz, İslâm âlemi (özellikle vahşete maruz kalan Filistin, Irak, Pakistan, Türkistan ve sâir ülkelerdeki Müslümanlar) için hayırlara, insanlığın kurtuluşu ile hidayetine vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.
Dipnotlar:
1-Sahih-i Buhari, Rikak: 26.; 2-Müsned, 4: 114.; 3-İbn-i Mace, Fiten: 2.; 4-Ebu Davud, Vitr: 12; 5-Müsned, 2: 160, 191. 17.12.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Bİr hayalim var |
Martin Luther King, böyle diyerek zenciler ile beyazların eşit bir şekilde yaşayacağını hayal etmişti. Bu uğurda çok çaba gösterdi hatta bu hayalinden dolayı bir suikasta kurban gitti. O, belki de bu günleri tam olarak düşünememişti. Yani bir zencinin ABD başkanı olacağını hayal bile edemezdi. Zira yaşadığı dönem öylesine tutucu ve bağnaz insanlar ile doluydu ki kendisine hayalperest yakıştırmasını yapıyorlardı. Fakat onun hayal ettiklerinin de ötesine geçilmişti işte. Amerikalı beyazlar, zenci bir insan karşısında önünü ilikliyor, hatta dünyanın en güçlü devletinin başkanı olduğu için en ırkçı insanlar bile ona boynunu eğmek zorunda kalıyordu. Evet, yüzyıl önce Bediüzzaman “Gaye-i hayal olmazsa ezhan (zihinler) enelere döner” demişti. Yani gayesi, hayali olmayan insanların enaniyetin esiri olacağını söylemiş, herkesin kendisine göre bir hedef belirleyerek bu kısacık dünyada güzelce yaşamanın en doğru yöntemini bulabileceğini belirtmişti. Gerçekten de amaçsız, gayesiz yaşayan insanlar bir müddet sonra bencilliğin ve enaniyetin esiri olmakta, kendisini dünyanın merkezine koyarak adeta küçük bir Firavun şekline dönüşmektedir. “Yüksek dağlar neyse de, alçak dağları ben yarattım” dercesine kibrine boyun eğmekte, maazallah, eğer Allah kendisine bir miktar mal mülk vermişse bütün insanlara tepeden bakan sevimsiz bir insan olup çıkmaktadırlar. Hâlbuki minnacık bir mikroba teslim olan insan, serçe kuşundan bile daha acizdir. Cenâb-ı Allah’ın rahmet ve merhameti olmazsa ayakta kalmak için bile yeterli kudreti yoktur. Düşünün bir bakalım, nefes almadan kaç dakika yaşayabiliriz? Ünsiyet ve alışkanlıları kırmak için Rabbimiz, bazen nefes borumuza bir parça su veya yiyecek kaçmasını emreder. Birden aksırıp öksürmeye başlarız. Küçücük bir madde hatta bir gram ağırlığındaki bir çöp bazen insanları ölüme kadar götürür. Demek ki, benlik, enaniyet gerçekten büyük ve tehlikeli bir hastalıktır. Allah, eneyi yani benlik duygusunu kendisini tanımamız için vermiştir. Bu sayede bir mikyas, bir ölçü âleti gibi Rabbimizi tanımamız onun güzel isimlerini anlamamız mümkündür. Yoksa Şeytan gibi ona isyan edip emirlerine karşı gelmek için verilmiş bir duygu değildir. Eneden ve onun tehlikelerinden korunmanın en müessir, yani etkili yöntemlerinden bir tanesi “hayal etmektir”. Bakmayın, insanların bir kısmı dönüp; “hayalperest insan işte” demesine. Zira hayatta aklı başında bir kul olarak yaşamak, ancak hayal etmekle mümkündür. Amacı, gayesi ve hayali olmayan insanlar, zavallı bir mahlûk olarak yaşarlar. Çoğu zaman benlik hastalığına yakalanıp Nemrud’a benzemeye çalışırlar. Hâlbuki insana verilen ömür gayet kısadır. Bu kısa ömür müddetince üzerine yüklenen mühim vazifeler vardır. Bu vazifelerin başında da Rabbimizi tanımak, O’na ibadet etmek görevi vardır. İbadetlerimizi şevk ile yapmak, ünsiyeti kırarak zevk alabilmek için hayal dünyamızın zengin olması gereklidir. Zira hayallerimize erişebilmek için Yaratıcımıza boyun eğmemiz gerektiğinin, Onun yardım ve inayetine muhtaç olduğumuzun farkına varmamız gereklidir. Atomlardan galaksilere, mikroplardan tutun da en geniş külli kanunlara kadar kudreti yeten Rabbimizden başka insanlara hiçbir güç yardım edemez. Onu tanıyan ve yalnız O’na müracaat eden kimsenin önünde de hiçbir güç duramaz. Şükür, merhameti sonsuz olan Rabbimize ki bize iman vermiş. Ona olan imanımız sayesinde bizlere dine ve Kur’ân’a hizmet eden bir hizmet grubunu tanımak nasip olmuş. İsmi Nur, kendisi de nurlu olan bu cemaatin şahs-ı manevisine dâhil olmak büyük bir mutluluktur. Adeta çölde susuz kalmış bir insanın suya kavuşması gibi bu büyük nimetten istifade etmemek büyük bir hüsrandır, cehalettir. Şahs-ı maneviye dâhil olan birisinin ihlâsını ve sadakatini devam ettirebilmesinin önemli bir yöntemi de işte bu “hayal duygusu” dur. Hayallerimizi “Ben bu hizmete nasıl bir katkıda bulunabilirim? İmanımı ziyadeleştirmek için neler yapabilirim?” diyerek süslemeli, bu maksatla Risâleleri bol bol okumalıyız. Bediüzzaman, Allah rızasını kazanmak ve Kur’ân’a dil uzatan İngiliz siyasetçisini susturmak için yüz yıl önce Van’dan kalkıp İstanbul’a gelmiş, hayallerini gerçekleştirebilmek için doğuda “Medresetü’z-Zehra” ismiyle anılan projesini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Musibetler, hapishaneler onu bu sevdadan vazgeçirememiş, davasından döndürememiştir. Onun bu samimi duasına karşılık Rabbimiz, Risâle-i Nur gibi bir şaheserin doğmasını kendisine nasip etmiştir. “Hayal etmenin faydalı olduğunu ve amaçları uğruna yaşamanın güzel bir şey olduğunu anladık. Peki, senin bir hayalin var mı?” diyecek olursanız; “Evet var” diyebilirim. Dost ve yakınlarımın, yapmış olduğum başarısız ticarî girişimlerden dolayı beni hayalperestlik ve iş bilmemezlik ile suçlamalarına rağmen, Nur hizmetine faydalı olabileceğini düşündüğüm çok sayıda projem ve hayalim var. Rabbim fırsat verirse bunları gerçekleştirmeye çalışacağım. Buna delil olarak da 46 yaşıma gelmiş olduğum halde hâlâ eğitime devam etmeye çalıştığımı söyleyebilirim. Rabbimden bütün kardeşlerimizin güzel hayallerini gerçekleştirmesini ve imana, Kur’ân’a ve İslâma hizmet etmesini niyaz ediyorum. 17.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Mazhar Ağabey de Hakk’a yürüdü |
Konya’nın eşrafından ve isimsiz kahramanlarından bir iman abidesi olan muhterem Mazhar İyidöner ağabeyimiz Hakk’a vuslat eyledi. Mübarek Muharrem ayının ilk gününde kabre konulması ve yüzlerce mümtaz şahsiyetin yakından ve uzak beldelerden gelip cenaze namazına ve defin vazifesine iştirakleri dahi, onun çok önemli hizmetleri deruhte ettiğinin alâmetidir. Merhum ağabeyimizle mâzî sahifelerinde unutulmaz hizmetlerde bulunmuşuzdur. Kendilerinin tecrübelerinden de istifade etmişizdir. Çok hatıralarımız vardır, hangisini yazmak lâzım bilemiyorum, ağabeyimizin vefatı beni çok etkiledi. Son dönemlerde Nurun mazideki kahraman talebeleri teker teker vatan-ı aslîlerine bizi bırakıp gitmektedirler. Hayatta olan çok mümtaz şahsiyetler de adeta son dönemlerini yaşamaktadırlar. Ne çabuk geçiyor günler ve ne hatıralar toprağa gömülüyor. Gençliğimizin baharında, Konya’da iman ve Kur’ân hizmetinde bir elin parmakları kadar olan iman kahramanlarının ileri gelenlerinden birisi de, merhum Mazhar İyidönerdi. Konya Nurcuları diye bir çalışma başlatmıştım, ilk mülakatım merhum Mazhar ağabeyle idi. Arkadaşlarımla kendilerine ulaştığımızda mazinin yapraklarına hâkim bir şekilde tek tek anlatıyordu. Şimdi önümdeki bir belgeye bakıyorum. 4 Eylül 1961 tarihli Yeni Meram gazetesi ve haber başlığı şöyle: “Nezarette bulunan 11 Nurcu tevkif edildi. Tevkif edilen Nurcular şunlardır: Dr. Sadullah Nutku, Hasan İlkbahar, Mustafa İlkbahar, Hasan Nevruz, Hasan Helvacılar, Abdi Özkan, Said Gecegezen, İbrahim Sarı, Osman Yıldız, Mevlüt Günen ve Mazhar İyidöner” O tarihin bu tablodaki kahramanlar silsilesinden birkaç kişi kaldı. Diğerleri hepsi Hakk’a yürüdü. Ruhları ebeden şâd olsun. Büyük iman ve Kur’ân hizmetini deruhte ettiler. O dönemin ayrı bir garâbeti ve vahim bir olayı da şudur: Yazılı ve görsel basın tevkif edilen ve tutuklanan Nurcuları yazardı. Fakat beraatlarını ve tahliyelerini yazmazdı. Kısm-ı azâmı böyle idi. Halbuki askerî ve sivil mahkemeler, bizlerin de yargılandığı mahkemeler dâhil 1.500’ü aşkın beraat kararı vermiştir. Bu kadar beraat kararı alan bir Üstad, bir Külliyat ve bir talebe topluluğu dünyada herhalde olmamıştır. Bu haksız ve hukuksuz takipler, tevkifler ve işkenceler takip ve devam ederken, başta Hz. Bediüzzaman ve nurcuların olmak üzere bütün ehl-i imanın avukatı ve müdafii merhum ağabeyimiz Bekir Berk, Konya’ya dâvâlar için geldiğinde, Mazhar İyidöner ağabeyimizin Belediye Fen İşleri’ndeki görevinden ayrıldıktan sonra muhasebesine bakmak için girdiği Saadet Ekmek Fabrikası’nın yazıhanesinde kendisi söyler, Mazhar ağabeyimiz de daktilo ile yazardı. Mahkeme müdafaaları ve 163. Maddenin yanlışlarını... Bu ekmek fabrikası adeta bir Nur fabrikası idi. O tarihlerde adeta hizmetin her şeyi idi. Bütün aktif hareketlerimizin mihrak noktasıydı. Buralara kimler uğradı ve kimler geldi, bu husus bir kitap olur. Bir anda hayalimde ve hafızamda canlandırdıklarımdan bir kaç tanesi: merhumlardan Abdülmecid Nursî, Halıcı Sabri, Dr. Sadullah Nutku, Zübeyir Gündüzalp, Mehmed Kayalar, Mehmed Küçükağa, Hulusi Yahyagil ve hayatta olanlardan Said Gecegezen, Mehmed Fırıncı, Selahaddin Akyıl, Said Özdemir, Mustafa Sungur, Mehmed Kutlular ve emsâli muhterem ve sayısız üniversite talebe ve hocaları... 82 yaşında ebediyete ve vatan-ı aslîsine avdet eden Mazhar ağabeyimizin dört evlâdı ve bizler gibi milyonlarca manevi kardeşi vardı. Risâle-i Nur okuduğumuz bir dershaneden 1966 yılında bazı ağabey ve kardeşlerimizle birlikte, bir zındıka ehlinin ihbârıyla alıp emniyetin nezaretine götürdüler. Mahkemeye çıkmadan 36 saat kaldığımız nezarete, sabahın erken saatinde elinde büyük bir kova sıcak sütle gelen merhum Mazhar İyidöner ağabeyimizdi. Ümidim ve inancım odur ki; onu da berzah âleminde öyle karşılamışlardır. Merhuma rahmet dilerken, başta oğlu Abdülkadir Bey olmak üzere bütün ailesine taziyetlerimizi sunuyoruz. 17.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Demokrasi merdiveni |
![]() |
Demokrasi ile idare ediliyoruz, ama bu idarede ciddî sıkıntılar yaşandığı da bir vakıa. Basit şekliyle demokrasiyi, “Milletin dediğinin olduğu yönetim biçimi” olarak tarif edebiliriz. Peki, ülkemizde kimin dediği oluyor? Bu soruya gönül huzuruyla “Milletin dediği oluyor” demek mümkün mü? Elbette, belli aralıklarla seçim sandığı milletin önüne geliyor. Sandıktan çıkan neticelere göre de hükümetler kuruluyor, ama bu hükümetlerin ne ölçüde ‘muktedir’ olduğu tartışılır. Elbette bu noktada bütün kabahati ‘engelleyen’lere yıkmak da doğru olmaz. Milletten aldıkları yetkiyi hakkıyla kullanamayan ‘vekil’lerin de kabahati vardır. Bu sıkıntılar bir şekilde Türkiye’nin idaresine yansıyor ve imajımızın bozulmasına da sebep oluyor. Nitekim, İngiltere merkezli haftalık ekonomi dergisi Economist’in dünyada demokrasi endeksi araştırmasına göre ülkemiz, tam demokrasi ve kusurlu demokrasiler arasında yer alamadı. İki yıl öncesine oranla iki basamak geriye düşen Türkiye, Nikaragua’yla 89’unculuğu paylaşmış. (Vatan, 16 Aralık 2010) “Dünya demokrasi sıralaması” listesinin bir kısmı şöyle: 1 Norveç, 2 İzlanda, 3 Danimarka, 4 İsveç, 14 Almanya, 17 ABD, 18 İspanya, 19 İngiltere, 28 Yunanistan, 29 İtalya, 31 Fransa, 86 Lübnan, 87 Ekvador, 88 Honduras, 89 Türkiye, 89 Nikaragua, 91 Zambia, 92, Tanzanya, 98 Uganda. 167 ülkeyi kapsayan araştırmada, Türkiye, 2008’de olduğu gibi “hibrit rejimler” arasında gösterilmiş. Ekonomist tarafından yapılan ankette devletler, seçim süreci ile çoğulculuk, sivil özgürlükler, hükümetlerin işlevi, siyasal katılım ve siyasal kültür dikkate alınarak dört ana kategoride sıralanmış. Araştırmaya göre, Türkiye iki yıl öncesine oranla belirlenen kategorilerde sadece yüzde 0.04 oranında ilerleme kaydetmiş. Ancak diğer ülkeler daha fazla demokratik atılımlarda bulunduğu için Türkiye iki basamak daha geriye düşmüş durumda. Bu araştırmaya göre Türkiye ‘yerinde saymış’ ve diğer ülkeler az da olsa ilerleme kaydettiği için iki basamak geriye düşmüş durumdayız. Aynı araştırmaya göre Türkiye, sivil özgürlükler konusunda da iyi not almıyor. Elbette bu ve benzeri araştırmalara itiraz edilebilir. Hatta ilk bakışta bilhassa medyada büyük bir ‘özgürlük’ olduğu söylenebilir. Fakat bu özgürlüklerin belli konularla sınırlı olduğu unutulmamalı. Meselâ, hemen hemen istediğiniz kadar müstehcen yayın yapabilirsiniz... Ama ‘muktedir’lerin çektiği ‘kırmızı çizgi’leri eleştiren yayınlar yapamazsınız! Belki yaparsınız ama hemen mahkeme önüne çıkarılırsınız! Zaten ‘malum medya’ genel anlamıyla ‘medya özgürlüğü’ noktasında pek sıkıntı çekmez. Onlara ‘müstehcen yayın’, ‘dine ve dindarlara hakaret’ özgürlüğü verildikten sonra başka özgürlükleri pek aramazlar! Nasıl ki ‘benzin fiyatları’ liginde ilk sırada olmamıza haklı olarak itiraz ediyoruz, ‘demokrasi ligi’nde de en alt sıralarda olmamıza ciddî itirazlar etmeliyiz. “Büyük Türkiye”ye yakışan, bu listelerdeki yerlerimizi değiştirmek olmalı. Demokrasi listesinde en önde, pahalı benzin listesinde de en aşağıda olmak bize yakışır. O halde her iki listenin de bizin için ‘problem’ teşkil ettiğini kabul edip, düzeltilmesi için elbirliği ile çalışalım... 17.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Kayseri örnek bir şehir! |
![]() |
Cumhurbaşkanlığı tarafından her yıl bilim, kültür ve sanat alanlarında önemli başarılara imza atanlara verilen kültür ve sanat büyük ödülleri sahiplerini buldu. Bu yıl tarih alanında Harvard Üniversitesi tarih bölümünde öğretim üyeliği yapan Prof. Dr. Cemal Kafadar, resim alanında Prof. Dr. Ergin İnan ve İstanbul Modern Sanat Müzesi adına Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı’na ödüllerini Cumhurbaşkanı Abdullah Gül verdi. Her yıl olduğu gibi gazetelerin ve televizyonların Ankara temsilcilerinin de davetli olduğu ödül töreninin ardından yapılan resepsiyondaki konuşmalar ödül töreninin önüne geçti. Gazeteciler özellikle CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun Kayseri Büyükşehir Belediyesindeki yolsuzluk iddialarına devleti yönetenlerin nasıl baktıklarını öğrenmeye çalışıyorlardı. Öncelikle resepsiyondaki manzarayı bir tasvir edelim. Gül, törenden sonra resepsiyonun yapıldığı bölüme geldiğinde misafirleri ile tek tek ilgilenir. Programın sonuna doğru da gazetecilerin olduğu bölüme gelir ve soruları cevaplandırır. Bu yıl da böyle oldu. Gazeteciler de bu arada diğer yetkililerle sohbet ederler ve sorularla “haber” ya da “yazı” konusu çıkarmaya çalışırlar.
«««
YORUM YOK DERKEN… Bizim de aralarında olduğumuz gazeteci grubu Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin’e bir takım sorular yöneltti. Öncesinde Fenerbahçe’nin durumunu sorup biraz ortamı ısıtmaya çalışan gazetecilerin, o gün Akşam Gazetesi’nde yayınlanan ve Kemal Kılıçdaroğlu’nu büyük bir masada küçük gösteren (yani makamını dolduramadı mesajı verilerek) çizilen karikatürü hatırlatması üzerine, “Günün karikatürü. Çok tartışma meydana getirir. Bence çok önemli mesajı var” dedikten sonra “Yorum yapmak istemiyorum” diye cevaplamasına gazetecilerin, “Yorum yaptınız bile” şeklinde mukabele etmeleri karşılıklı tebessümlere yol açtı ve sohbet böylece devam etti... Esas soru da bundan sonra geldi zaten. Kılıçdaroğlu’nun Kayseri belediyesindeki yolsuzlukla ilgili iddiaları hatırlatılınca, sözlerine “Hukuken baktığımızda ortada sonuçlanmış ve Yargıtay’ca onaylanmış bir dâvâ var” diye başladı Şahin. “Ben Meclis Başkanı olarak `şöyle yapın böyle yapın diye yol gösterecek, inceleyin, incelemeyin` diye akıl verecek pozisyonda değilim. Meclis’te böyle bir konu olursa inceleyip bakın’ derim” sözleriyle devam etti. “Siyasî bir dâvâ mı?” sorusuna ise “Siyasetçilerin getirdiği her konu siyasidir” diyerek derin bir açıklama getirdi. TBMM`de BDP’li milletvekillerin Kürtçe konuşmasına ilişkin olarak da Almanya’dan örnek verdi. Almanya’da 6-7 Türk kökenli milletvekilinin olduğunu ama bu vekillerin, parlamentoda Almanca konuştuklarını anlattı. Anayasa ve yasalarda resmî dilin Türkçe olduğunu hatırlatıp, bu durumda Meclis çatısı altında herkesin Türkçe konuşmasının zorunlu olduğu söyledi. Bu tür zorlamaların gerginliğe sebep olacağı ikazında bulunurken, herkesin akl-ı selimle hareket etmesi gerektiğini de vurguladı.
«««
KENDİNİ ZOR TUTUYOR Şahin’le sohbetimiz bittiğinde Cumhurbaşkanı Gül yanımıza geldi ve bütün gazeteciler olarak etrafını sardık. Gül ilk sorularda az önce verilen ödüllerle ilgili fikirlerini uzun uzun anlattıktan sonra Kılıçdaroğlu’nun Kayseri Belediyesindeki yolsuzluk iddiaları soruldu. Önce “cevaplarsam taraf olurum” dedi sonra hem Kayseri’yi en iyi bilenlerden birisi olduğunu, hem de Belediye Başkanı’nı en iyi tanıyanlardan birisi olduğunu söyledi bir Kayserili olarak. “Her şey şeffaf oluyor zaten” demesinin ardından, taraf olmamak adına “Kayseri örnek bir şehir” derken hem kendisi güldü, hem bizleri güldürdü. Peşinden de aslında söylemek istediği çok şey olduğunu ortaya koyan şu cümleyi sarf etti: “Siyasetçi olsam çok şey söylerim, ama kendimi tutayım…” Meclis’teki Kürtçe konuşmalar Gül’e de soruldu: “Kanunlar, anayasa belli. Mecliste Türkçe konuşulur. Kitapta, tiyatroda, Kürtçe olur” diye cevapladı. Her yıl olduğu gibi bu yıl da ödül töreni gündemin gölgesinde kaldı. “Özel amaçlı” bir toplantıda farklı konuların konuşulmasından rahatsızlık duyulsa da, ülke yöneticilerini görünce gündemdeki konularla ilgili soru sormak isteyen gazeteciler de mazur görülebilir pek tabiî ki… 17.12.2010 E-Posta: [email protected] |