Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Gençlere “hevesat” tuzağı |
![]() |
28 Şubat’ta başlatılıp 27 Nisan’la sürdürülmek istenen süreçte başvurulan yöntemlerden biri, “çağdaş yaşamı savunma” adına tesettüre tavır alınırken, 19 Mayıs ve 30 Ağustos’larda yapılan programların da bu çerçevede “mesaj verme” aracı olarak kullanılmasıydı. Meselâ 19 Mayıs törenlerinde Kuleli Askerî Lisesi öğrencilerini kız partnerleriyle dans ettirmek ve 30 Ağustos resepsiyonlarında komutanların eşleriyle birlikte vals yapması bunlardandı. Bu valslerin, davete mâlûm sebeplerle eşsiz katılan Cumhurbaşkanı ve Başbakanın önünde gerçekleştirilmesine ayrı bir mânâ yükleniyordu. Böylesi tavırlar, cumhuriyetten önce daha bir “Osmanlı paşası” iken gittiği Batı memleketlerindeki eğlence hayatından etkilenen ve eline fırsat geçerse bu hayat tarzını gerekirse “coup,” yani darbe yoluyla bizim ülkemize de taşımayı kafasına koyan M. Kemal’in, cumhuriyet kurulduktan hemen sonra başlattığı balolar, karma eğlenceler, dansa kaldırmalar ile örtüşse dahi... Yaklaşık doksan yıldır devam eden yoğun telkinlere, yönlendirmelere, teşviklere, propagandalara rağmen, halkın tasvibine mazhar olamadı. Nesiller defaatle yenilenmesine rağmen, milletin çok büyük çoğunluğu o tarz karma eğlenceleri, danslı-valsli ortamları benimsemedi, bunlara iltifat etmedi, etmemeye de devam ediyor. Ağzının bozukluğuyla mâruf köşe yazarlarından birinin, iktidar partisi yöneticilerine “Mayo giymeden büyümüşler. Aileleriyle şezlongda güneşlenmemişler. Kızlı erkekli ortamlarda bulunmamışlar. Apo’nun bile kız militanlarla voleybol oynarken fotoğrafları var, bunların var mı?” gibi ifadelerle yönelttiği “eleştiri” bu bağlamda ilginç. (İmralı-cemaat diyalogunun tartışıldığı şu günlerde Apo’dan verilen örnek, asıl ortaklığın kimler arasında olduğunu da göstermiyor mu?) Seçimden sonra halkı “bidon kafalılar” diye aşağılayan kişinin de aynı yazar olduğuna dikkat... Bu, konunun dikkat çekici boyutlarından biri. Bir diğeri, Ergenekon ve bağlantılı operasyonlarla gündeme gelen iddialarda, fuhuşla ilgili olanların da dikkat çeken bir ağırlığa sahip olması. Ve ilişkiler ağı içinde adı geçen bazı kişiler bu konuda da suçlamalara muhatap olurken, bazıları için “kadın konusundaki zaafları”na ilişkin kayıtlar düşülmesi. Bunlar iddianamelerde var. Buradan, evvelce de kısmen gündeme gelen, ama Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğine dair iddiaların yer aldığı 12. Ergenekon iddianamesi vesilesiyle daha net ve ayrıntılı ifadelerle medyaya yansıyan bir başka “ilişki türü”ne geçersek... Bir tuğamirale atfedilen sözlerde, Deniz Eğitim Öğretim Komutanlığına bağlı okullardaki öğrencilerle tanıştırılan kızların bu irtibatlarını aksatmamaları ve teğmenlerin evlerine sık sık gidip onları kontrol altında tutmaları isteniyor. Başka bir belgede, öğrenci evlerinin arttırılmasından söz edilirken, kız ve erkeklerin rahatlıkla beraberce kalabilecekleri semt ve konutların tercih edilmesi gerektiğine vurgu yapılıyor. Yine aynı belgelerde, asker okullarına yakın evlere en uygun kızların aktarılması, bu kızların “her türlü fedakârlık”ta bulunmaları hususunda yönlendirilmeleri ve hangi kızın hangi askerî öğrenci ile tanıştırılacağının belirlenmesi gibi konuların da ayrıntılı şekilde yer aldığı belirtiliyor. Tabiî, bunlar şu aşamada sadece birer “iddia.” Doğru olup olmadıklarını, yargı süreci sonuçlandığı zaman hep beraber görüp öğreneceğiz. Ama şu halleriyle dahi bunlar bize, Üstadın 1940’lı yıllarda yazdığı Emirdağ mektuplarından birinde, “adliyeyi ve siyaseti ve idareyi dinsizliğe alet ederek” yaptıkları hücumlar akim kalan komitelerin, “daha münafıkane ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plan” çevirdiklerinden ve bu plan çerçevesinde yürürlüğe konulan farklı taktiklerden söz ederken, bunlardan birine de “Bazı genç talebelere, hevesatlarını tahrik için, bazı genç kızları musallat ediyorlar” diyerek dikkat çektiğini hatırlatıyor (Emirdağ Lâhikası., s. 217). Ve bu ikazın ne kadar isabetli olduğunu da. 18.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Kendi işimizi yapacak birilerini beklemek! |
Asrın iman, itikat ve iz’an meselerine aklı ve mantığı kalb ve ruhun yardımına vererek deva olan, çözüm ve çareler getiren, hem kalbi hem de aklı memnun edecek izah ve isbat edecek açıklamalar, anlatımlar getiren Risâle-i Nurlar bizleri kendisini okuma ve anlama noktasından dört gözle bekliyorlar. Risâle-i Nurları okuma ve anlam yolunda engel ve maniler yine Risâle-i Nurları okuyarak ve anlayarak ortadan kaldırılmalıdır. İş o ki evvel emirde bizi Risâle-i Nurları okuma yolunda engelleyen, alıkoyan her bir iş ve konu yine Risâle-i Nurları dikkatlice bir şekilde, evvela kendi nefis ve şeytanımızı susturmak, onların şer ve belâlarından kurtulma noktasından terbiye etmek için, kendimize okumalıyız. Yani dertli biz olmalıyız ki, Risâle-i Nur devası bize içtenlikle ve samimiyetle açılsın, şifa olsun. Riyasız, gösterişsiz tedavinin, fayda görmenin birinci, en birinci yolu bu olmalı. Evvela bizzat kendimize Risâle-i Nurları okuyalım ki, yüksek mana ve feyizlere mazhar ve feyizyâb olalım. Kendimize kötülük etmenin ilk şıkkı ve yolu elimize geçen, dilimize hasbelkader dolanan bir kaç hakikatı, anlar gibi olduğumuz imana dair meseleleri hemen kendimize değil de başkalara yakıştırmamız, bu şekilde davranarak nefsimizi ve şeytanımızı unutkanlık çarşafına sarmamızdır. Dünya fırtınalarla, dinsizlik ve ahlâksızlık fırtınalarıyla sallanıp sarsılırken adeta habersiz gibi davranmak ve öyle hareket etmek bizleri, nefsimizi ve şeytanımızı susturma noktasından sahip olduğumuz imanî ve İslâmî bilgi hazinesi Risâle-i Nurların hizmeti noktasındaki mesuliyetten kurtaramaz. Bu kadar senede, bu kadar vakit Risâle-i Nurları okumamak esas itibariyle bizim esas olan mesuliyetimizin aynası ve göstergesidir. Hepimizin ilk Risâle-i Nurları duyduğumuz, okuduğumuz, anladığımız günleri hatırlammamız ve o günlerin şevkine, ümid ve aşkına boyanmamız, çok büyük ve acil bir ihtiyac olmuştur. Eğer başarıyı, muvaffakiyeti arzu ediyorsak tembelliği, okumama tembelliğini bir an evvel üzerimizden atabilmeliyiz. Âfâkımızı saran ümidsizlik, tenperverlik ve havalecilik hastalıklarından kurtulmak için gayret ve çalışmanın içinde olabilmeliyiz. İmanımız gibi okumanın, kendi kendimize okumanın neticelerine, meyvelerine inanmalıyız ve bu yolda bütün vücudumuzun maddî mânevî varlığıyla çalışmalıyız. Herkeste görüyor ve biliyor ki sadece istemek ve boyun bükmek yetmiyor. Kafamızdaki olumsuz düşünceleri atabilmek bile bu yolda atılmış büyük bir adım olacaktır. Atiyye ve matiyye meselesini unutmamamız lazımdır. Risâle-Nurları okuma ve anlama yolunda bir adım atana Risâle-i Nurlar kendisinin anlaşılması yolunda,on adım yaklaşacaktır. Tecrübe etmek gerek... Bir hedefimiz olmalıdır ki başaralım... Madem ki iman hizmeti okumayı ve anlayarak okumayı istiyor, vakit kaybetmeden, elimizden gelebildğince gayret ve çalışmayı bu yola teksif etmeli, çalışmalıyız. 18.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin YAŞAR |
|
Evliliği bakıma almak |
Modern insan gariplikler manzarası. Hem mutlu olmak istiyor, hem mutluluğu adresinde aramıyor. Mutlu olmak istiyor, fakat mutluluğu yakalamak için bir çaba sarf etmiyor. Mutlu olmak istiyor, elindekilerin kıymetini takdir etmiyor. Mutlu olmak istiyor, mutluluğu kişisel gelişim kitaplarında arıyor. Mutlu olmak istiyor, mutluluğu daha çok para kazanmakla bulacağını umuyor. Mutluluk istiyor, ama mutluluk için asıl olan mâneviyât ve ruh bakımını ihmal ediyor. Mutluluk istiyor, cennetten bir köşe olan aile hayatının kıymetini bilmiyor. Galiba, asır insanı mutluluğu yanlış adreslerde arıyor. Mutluluk sorunsuz bir hayat ve problemsiz bir ömür beklentisi ise, başta kaybetmek anlamına geliyor. Mutluluk, basit formüllerle, kolaycı yöntemlerle bulunacak bir his değildir. Fakat mutluluğun olmazsa olmazı, kul olmak ve dünya hayatının imtihan yeri olduğunu bilmek gerçeğidir. Mutluluk için belki kolay bir formül yoktur, fakat bazı şartları vardır. Meselâ sevgi, fedakârlık, ümit ve hayatın içine anlam katmak bunlardan bir kaçıdır. Bazı değer ve duygular beslenmezse azalabilirler. Sevgiyi, saygı ve güven ile beslemek, fedakârlık, itaat, sadakat, hürmet ve merhametle süslemek gerekecektir. Ne var ki zamanla aile içindeki ilişkiler yıpranmaya uğrar, dünyevîleşmenin de neticesinde insanlar zamanlarını verir, karşılığında para alır, hem zamanlarını hem paralarını vererek de mutluluk alacaklarını sanırlar. Zira ömür tüketilmekte ve hiçbir şeye vakit bulunamamaktadır. Çocuklar ihmal edilir, eşlerle ilgilenilmez ve herkes bir koşuşturma içinde hayatlarını tüketir. Hissedilmemiş, incinmiş eşler ve çocuklar aileden gelen önemli sinyaller niteliğindedir. Eşler, evliliğinden gelen sesleri, tıkırtıları, haykırışları veya sessizliği zaman zaman dinlemeli ve kulak vermelidirler. İyi bir eş, iyi bir anne ve baba bu sesleri duyan ve harekete geçendir. Aksi halde, aile içinde bu iletişimi kuramayanlar için evler adeta bir gürültühaneye dönüşecektir. Aile içinde seslerin yükselmesi kadar, sessizlik de bazen problem göstergesidir. Bitmişliğin, çaresizliğin, tahammülün sessizlikleri olabilir. Fakat bu sessizlik çok tehlikeli ve yıpratıcıdır. İşte, huzurun, mutluluğun, sükûnetin adresi olan aile hayatlarında zamanla oluşan bu yıpranmalara karşı eşler hem birbirlerinin, hem de çocuklarının seslerini veya sessizliğini dinlemelidirler. Nasıl bir eşyanın yıpranmaması için veya yıpranmışsa tamiri için günlük, aylık, yıllık bakımlar yapılır. Aynen onun gibi aile içinde de yıpranan ilişkileri gözden geçirmek maksadıyla evliliklerin bakıma ihtiyacı vardır. Evlilikler bakıma alınırken, önce herkesin kendini gözden geçirmesi gerekir. Aile kurmanın hikmetlerini, anne ve babalık rollerini, sorumluluklarını, onları kader bağı ile bir araya getiren Cenâb-ı Hakk’ın rızasını, karşılıklı beklentilerini, adım atması gereken noktaları, çocuklarının terbiyelerini, bu konudaki ihmallerini, haram girdileri, kırdıkları kalplerini, kirlenen duygu ve hayal dünyalarını ele alıp, sünnet-i seniye pusulasıyla tekrar değerlendirmeye tâbi tutmak zorunludur. Aksi halde, geç kalmışlıkların acı faturalarını insan mutsuzluk ve huzursuzlukla ödeyecek, üstelik ahiret hayatları da tehlikeye girecektir. Bir bey düşünün, yeni aldığı arabasının bakımını hiç aksatmadan yapar, motorun sesini dinler. Arabasının bir arıza verip vermediğini kontrol eder, anormal bir ses duyduğunda hemen servise koşar. Bir hanım düşünün, evinin eşyalarının temizliğini hiç ihmal etmeden, günlük, aylık, yıllık periyotlarla yapar. Kırılan eşyalar, eskiyenler değiştirilir. Evin en ufak bir köşesi dahi ihmal edilmez. İşte eşlerin daha hassas bir kulakla ve titizlikle evliliklerinden gelen sesleri, tıkırtıları, ihmalleri, kirlenmeleri dinlemeleri ve hassasiyetle üzerinde durmaları evliliğin sağlıklı devamı için şarttır. Kaç erkek ve kadın “Evliliğim nasıl gidiyor?” diye düşünür. Kaç erkek arabasının sesini dinlediği kadar, eşinin sıkıntı seslerine kulak verip, dinler? Kaç hanım evine gösterdiği titizlik ve temizlik kadar eşinin gönlünü hoş tutmak için çaba sarfeder? İşte bu denli önemli olan bu birlikteliğin korunması için, zamanla oluşabilecek problemlerin tamir edilmesi şarttır. Bakımı yapılmamış evlilikler, yıkıma uğrayan yuvalar aslında kişilerin kendi yıkımları olmuştur. Medeniyetler bile, aileler yıkıldığı için yıkılmıştır. Batı bunu fark etmiş, annesiz babasız çocuk yetiştirmenin medeniyetlerini devam ettirmede imkânsız olduğunu fark etmişlerdir. Psikolog ve dadıların ellerinde büyüyen çocuklarla medeniyet inşa edilemeyeceğini anlamışlardır. Bu yüzden, geleceklerinin teminatı olan çocukların sıcak yuvalarda, anne ve babalarıyla büyümesinin gerekliliğini fark etmiş, “Aile olmadan, ne devlet, ne medeniyet yaşar” hakikatine ulaşmışlardır. Tarih, ifrat-ı zekâya sahip olduğu halde, mutsuz ve parçalanmış ailelerden gelen şiddet ve baskıyla büyümüş, duygusal hasarlı çocukların büyüyüp, işgal ettikleri makamlarda nice zulümler işlediğine tanık olmuştur. Tarihin zalimleri, mutsuz ve parçalanmış aileler tarafından doğurulmuştur. Tarihin azizlerine bakıldığında ise, onların mutlu ailelerde, sevgi ve şefkate doymuş olarak büyüdükleri ve büyük dâvâ insanları oldukları görülmektedir. Meselâ, Bediüzzaman, ömrünün çok kısa bir zamanını ailesiyle, annesinin yanında geçirmiştir. Fakat o ne nitelikli beraberliktir ki, annesinin bir yaşına kadar vermiş olduğu telkinleri, bir ömür boyu Bediüzzaman için ışık olmuş ve mânevî hayatının çekirdekleri haline gelmiştir. Avrupa ve Amerika’nın ailesiz, ama mutlu bir toplum oluşturma projesi çökmüş durumdadır. Bu yüzden aile kavramını tekrar ele almaya, aile bireylerinin rollerini tekrar bir tanımlamaya ve dünyevîleşmenin rüzgârıyla yıpranmış aile yapılarının ihmâl edilmeden bakıma alınmasına ihtiyaç vardır. Bunun yolu da, kadim kültür ve geleneklerimizin çerçevesini çizdiği Müslüman aile modelini esas alıp, mutlu aile modelleri oluşturmaktır. 18.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Felâket” uyarısı… |
![]() |
Türkiye’nin gerçek gündemi saptırılıyor. Türkiye’nin eğitim meselesi, yüksek öğretimi ve bilimsel araştırmaları baltalayan 12 Eylül darbesinden kalma çürümüş ve çürüten YÖK sisteminin düzeltilmesi, yumurtalı öğrenci olaylarıyla “yumurta tartışmaları” gürültüsüne getiriliyor. Kamuoyu oyalanıyor… Belli ki siyasî iktidar ve medya manipüle ediyor. Maliye Bakanı, Meclis’te asgari ücretin “ne denli arttırıldığını”, yumurta hesabıyla yapıyor. Halkın gelir ve geçim seviyesi daraldığı halde, bir gecede millî gelirin hükûmetin kendinden menkul rakamlarla 12 bin dolardan 15 bin dolara yükseltilmesinde olduğu gibi saptırmalarla bilgi karartmasına başvuruluyor. Keza Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türkiye’nin kamu ve özel iç ve dış borç AKP hükûmetleri döneminde üç-dört katını aşmış. AKP iktidara geldiğinde iç borç stoğu 149.8 milyar dolardan 347.3 milyar dolara, yine 79 yılda dış borç stoğu 129.5 milyar dolardan 266.3 milyar dolara çıkmış. Kısacası, Maliye Bakanlığı’nın raporu ve TÜİK’in verdiği devletin resmî rakamlarına göre Cumhuriyet tarihi boyunca yaklaşık 80 yılda iç ve dış borç toplamı 231 milyar dolar iken son sekiz yılda 505.8 milyar dolara yükselmiş…
“DENEMELER” BAŞLADI… Ekonomistler, son sekiz yılda Cumhuriyet tarihinin en büyük borçlanmasına dikkat çekiyorlar. Bu sürede alınan borcun 280 milyar doları bulduğu, buna Tüpraş, Telekom ve Tekel gibi kâr getiren kurumların özelleştirmelerinden elde edilen 30 milyar dolar ve IMF’nin verdiği 10 milyar doların eklendiğinde 320 milyar doları bulduğunu belirtiyorlar. Lâkin buna mukabil bir yatırımın olmadığını nazara veriyorlar. Birkaç GAP, Tüpraş, Erdemir, PETKİM gibi projelerin gerçekleştirilebilecek bu paranın nereye gittiğini soruyorlar. Hükûmetin bu soruya, mâliyeti ancak 10 milyar doları bulabilecek DP, AP, DYP iktidarları döneminde yapılan karayollarını genişletip ikiye ayıran -12 bin 200 kilometrelik- duble yolların dışında doğru dürüst bir cevabı yok… Bu arada Türkiye’de yabancı yatırımcıların yüksek faizle “sıcak para”dan bir yılda 180 yıllık kazanç elde ettiği, bankaların bayram, yılbaşı gibi her fırsatta halkın ihtiyacını istismarla bol bol tüketici kredileri dağıtıyor. Ağırlaşan kış şartlarını ve “yılbaşı turizmi” adı altında eğlence ve sefâhat damarını tahrikle sözde düşük faizlerle, 60 aya varan kampanyalarla memur, işçi ve emekliyi yüksek meblağlı kredi kampanyalarına özendiriliyor. Bunun yeni bir krize yol açacağı endişelerinin artığı bir vasatta, ekonominin büyük bir risk içinde olduğu belirtiliyor. “Sıcak para”nın herhangi bir “siyasî kriz”le ürkmesi ve kısmen de olsa çekilmesi halinde domino taşları gibi sistemi sathî de olsa ayakta tutan görüntünün peşpeşe çökeceği uyarısı yapılıyor. Dedikodusu bile “sıcak para”nın kaçmasına ve piyasaların sarsılmasına yetiyor. Geçen hafta Merkez Bankası’nın sıcak paraya önlem alabileceği ve faizleri düşürebileceği sinyali üzerine bankacılık sektöründe kredilerin yavaşlama beklentisi ve 25. yılını kutlamaya hazırlanan “sıcak para”nın çıkışıyla sarsılmasıyla endekslerin sert ve ani düşüşü bunun ifâdesi olarak gösteriliyor. Ekonomistlerce, küresel ekonomik aktörlerin “sıcak para denemesi” olarak görülüyor…
“KONTROLE GİRERSİNİZ…” 2010 yılı carî açığının 40 milyar doları geçeceğinin hesaplandığı ve kontrol dışı “sıcak para”nın en az iki yıl daha geleceğinin öngörüldüğü süreçte, Başbakan Erdoğan geçen ay Lübnan’da açık açık “Sıcak para akışını kontrol altına almak şart. Yani bunu kontrol dışı tutarsanız ondan sonra siz kontrole girersiniz, sizin durumunuz daha felâket olur” diye uyarmakta! “Enflasyon faizin sebebi değildir, tam aksine faiz enflasyonun sebebidir” tesbitini yapan Erdoğan, “Faizi ne kadar yükseltirseniz enflasyonu o kadar artırırsınız. Faizi ne kadar aşağı çekerseniz enflasyonu da o kadar aşağı düşürürsünüz. Bunun bedelini zengin ödemez. Onu da söyleyeyim. Bunun bedelini de fakir öder. Dünyada da bunun bedelini hep fakire ödetmişlerdir” cümlesiyle, bizzat felâketi haber veriyor. Kısacası, AKP iktidarında ekonomi, fahiş faizlerle kazanan kısa vadeli yabancı para ile açığını kapatıyor. Ve Başbakan’ın “Kontrol dışı sıcak para felâket getirir!” ikazına rağmen, doğru dürüst bir tedbir alınmış değil… 18.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
“Bir anne” hem de öğretmen |
![]() |
Milli Eğitim Bakanlığı, iptal edilen KPSS sonrası 30 bin öğretmenin atamasını geçtiğimiz günlerde yaptı. Yaklaşık 30 bin öğretmen yeni görev yerlerinde görevlerine başladılar. Ancak bakanlığın rakamlarına göre öğretmen açığı bunun iki-üç katından fazla. Eğitim sendikaları ise açığın 200 binin üzerinde olduğunu söylüyor ve hemen 120 ile 150 bin öğretmen daha atanması gerektiğini dile getiriyorlar. Bunların yanında, bundan önceki Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in bakanlığı döneminde başlatılan ve Nimet Çubukçu göreve geldiğinde buna son vereceğini söylemesine rağmen, devam eden uygulamada “sözleşmeli öğretmen”in sorunları da devam ediyor. Türkiye’de şu anda dört farklı statüde öğretmen istihdam edilmektedir ki, bunlar kadrolu, sözleşmeli, vekil ve ücretli öğretmenlerdir. Sözleşmeli, vekil ve ücretli öğretmenlerin iş güvencesi bulunmuyor. 100 binin üzerindeki ücretli öğretmenler ayda 400-700 TL arasındaki bir ücretle adeta karın tokluğuna çalışıyor. Kadrolu öğretmenlerden daha az haklardan yararlanan bu öğretmenlerin sorunları da bitecek gibi görünmüyor. Geçtiğimiz günlerde basına da yansımıştı. 30 günden fazla rapor alan ağır hasta bir öğretmenin görevine son verilmişti. Ancak mahkeme buna geçit vermedi ve bu öğretmenin sözleşmesi şimdi devam ediyor. Ankara’nın göbeğinde 60 kişilik sınıflarda eğitim vermeye çalıştıkları gibi ücra köşelerde sobalı sınıflarda eğitim vermeye çalışırken, bir de çocuğundan eşinden ayrı çalışmak durumunda kalıyorlar. Yani büyük bir mağduriyet söz konusu... Özellikle de sözleşmeli olarak görev yapan öğretmenlerde… Bakanlık sözleşmeli öğretmenlerin ataması için belirli tarih aralığında bir tarih belirliyor. Geçtiğimiz yıl birçok öğretmen bu yüzden 2-3 günlük fark yüzünden bir yıl daha eşinden, çocuğundan ayrı kalmak durumunda kalmıştı. Bu yılda aynı durum söz konusu. 30 Aralık 2009’da sözleşmeli öğretmen olarak atanan ve Ocak 2010’da göreve başlayan öğretmenler, 17 Aralık 2010 tarihi itibariyle bir yıl çalışma süresini tamamlayamadıkları için, özür durumuna bağlı yer değişikliği talebinde bulunamayacak ve bundan dolayı mağdur olacak. Mağdur olan öğretmenler Bakanlığın bu yıl bu durumu dikkate alarak, sözleşmeli öğretmenlerin mağduriyetini gidermesini bekliyor. ««« SAYIN ÇUBUKÇU’NUN DİKKATİNE Bu konuyla ilgili çok sayıda mail alıyoruz. Maillerin sonunda “sesimizi yetkililere iletin” deniliyor. Biz de yetkilerin dikkatine diyerek ismi bizde mahfuz “Bir anne” konulu mesaj gönderen sözleşmeli bir öğretmenin mailini daha doğrusu feryadını aynen aktarıyoruz. “Samsun’ da sözleşmeli öğretmen olarak çalışmaktayım. Tam bir yıldır evimden ve eşimden ayrı 2 yaşındaki kızımla birlikte tayinlerin açılacağı günü bekledik. Tekrar kavuşmayı ümit ettik. Eşim İzmir’ de çalışıyor. Atamalar için İzmir’ e bütün branşlar için toplam 19 (on dokuz) sözleşmeli pozisyon tahsis edilmiş vaziyette. Ve benim gibi eşi İzmir’ de yaşayan sadece 19 kişi tekrar aile olabilecek. Evet, sadece 19 tane parçalanmış aile birleşecek. İzmir’in, benim branşım olan Okul Öncesi Öğretmenliği’nde, 300 civarında öğretmen ihtiyacı var. Yani ben İzmir’ e atanırsam bir kenarda oturup, bir yerlerde öğretmen ihtiyacı oluşmasını beklemeyeceğim. Eğer kadrolu olsaydım sadece bir formaliteyi tamamlayarak tayin başvurumu yapacak ve kızımla beraber kesin dönüş için biletimizi bile alacaktık. Çünkü kesin olarak bilecektim ki sayılar, sınırlar olmaksızın il emrine atanacağım. Kanunları, yönetmelikleri, tüzükleri insanlar, insanların mutluluğu için yapar. Ve temel bir adalet duygusunu gözeterek, kamu vicdanını incitmeden yapar. Siyaset, sorun çözme sanatıdır. Benim gibi eşinden belki çocuğundan ayrı yüzlerce hatta binlerce insan var. Bizim, ülkemizi yöneten temsilcilerimizden beklentimiz, ülkenin 5 yıldır gündeminde olan ve kangrene dönüşmüş bu problemi artık çözmeleridir. Talebim açık ve nettir; illere verilen kontenjanlardaki sınırlamanın kaldırılması ya da mağduriyetleri önleyecek şekilde kontenjanların arttırılması…” Biz de örnek olarak seçtiğimiz bu feryadı Millî Eğitim Bakanı Sayın Çubukçu’nun dikkatine sunuyoruz. Bir de Sayın Çubukçu’dan göreve geldiğinde söz verdiği şekilde öğretmen istihdamında kadrolu, sözleşmeli, ücretli, vekil öğretmenlik gibi farklı uygulamalara son vererek bütün öğretmenlerin kadrolu olarak istihdamını sağlaması bekleniyor. Mevcut sözleşmeli öğretmenler de derhal kadroya geçirilmeyi isteyorlar. Gelen mailler bunları söylüyor. Bizden duyurması… 18.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Erteleme, öteleme! |
![]() |
Milletimizin kurtulmak istediği yüzlerce sıkıntısı var, ama bu sıkıntılar çözümsüz değil. Aslında çözümün ne olduğunu millet de, onları ‘idare eden’ yetkililer de biliyor. Biliyorlar bilmesine, fakat bu bilgileri icra safhasına koymuyor ya da koyamıyorlar. Unutulmaya yüz tutan ‘darbe’ tartışmaları, Gölcük’teki bir askerî mekânda bulunan ‘çuval dolusu belge’ler sonrasında ciddiyetini bir defa daha ortaya koydu. Şaka değil, ‘çuval dolusu darbe belgesi’nden bahsediliyor. Daha önce de benzer hadiseler yaşandı, o zaman sorulmuştu, şimdi de soruluyor: Biri lütfen bu olanları açıklasın! Çuval dolusu belgeler ‘gömüldüğü yer’den çıkarılıyor ve Türkiye’yi idare edenler sanki hiç bir şey olmamış ya da ‘toprak altından patates çıkarılmış gibi’ davranıyor. Varsa bu belgeleri kim gömmüş, kim gömdürmüş? Bu işlere imza atanlar hâlâ işbaşında mı? İşbaşında olmasalar bile ellerini kollarını sallayıp aramızda ‘serbest’çe gezebiliyorlar mı? Yoksa sınırlarımızın dışına mı çıktılar? Niçin konu ile ilgili olarak ‘haber’ dışında ‘resmî’ bir açıklama yapılmıyor? Peki niçin böyle? Çünkü temel meseleleri halletmeden yol bulmaya çalışıyoruz... Temel meselelerden biri “Askerin demokratik ve sivil denetiminin hâlâ sağlanamaması” olarak ifade ediliyor: “(...) Bu tür darbe teşebbüsleri soruşturmasında askerî arşivlere muhakkak girilmesi gerekliliğini yeniden teyit etti. Kamuoyunda 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği referandumunun % 58 nispetinde kabul edilmesi ve hükümetin YAŞ atamalarına müdahale etmesinin yarattığı rehavet, (Gölcük’te) ele geçirilen belgelerin ehemmiyetinin anlaşılmasını engellemiş olabilir. Ancak ele geçirilen belgeler, darbe teşebbüslerinin gücünü ve hâlâ devam eden tehdit boyutunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiş durumdadır. Bu itibarla askerin siyasete müdahale dinamiğinin, mevzuatının ve kurumsal altyapının halen tam anlamıyla değişmediği söylenebilir. (...) Sayıştay Kanunu’nda askerin malî ve iktisadî denetimi konusunda yapılacak reformdan geri adım atılması, askerî yargının yarattığı problemler karşısında değişikliğe gidilmemesi ve YAŞ atamaları konusunda mevzuâtın değiştirilmemesi bu cümledendir.” (Dr. Murat Yılmaz, Zaman, 14 Aralık 2010) Konunun uzmanları, darbe teşebbüsleri ve askerin siyasete müdahale etmesinin ardında “askeriyenin mâlî ve hukukî özerkliği”nin bulunduğunu da belirtip şöyle diyorlar: “Bizde yeni Sayıştay Yasası’nda askeri ihaleler, mekânlar, mal ve harcamalar denetim kapsamında yer alacak ancak harcamaların verimli, etkin ve tasarruflu olup olmadıklarına bakılmayacak. Şeffaflık açısından buna da şükür diyebilirsiniz. Ama ülke güvenliği gerekçesiyle denetim raporları gizli tutulacak. Hazırlanacak raporlara ilişkin düzenlemelerin nasıl olacağı Genelkurmay, Savunma, İçişleri ve Sayıştay’ın görüşleri doğrultusunda Bakanlar Kurulu’nca çıkarılacak yönetmelikle belirlenecek. Benzer gizlilik ilkesi başka ülkelerde de var ancak silâh projeleriyle ilgili, harcamalarla değil.” (Cengiz Aktar, Vatan, 13 Aralık 2010) Sıkıntının çaresi var: “(...) Darbe teşebbüslerine ve askerin siyasete müdahalesine imkân veren hukukî ve mâlî özerkliğine son verecek bir demokratikleşme paketine öncelik vermesi yerinde olacaktır. Konunun, yeni anayasaya ve 2011 seçimleri sonrasına bırakılması stratejik bir hata olacaktır. Bu bahiste yapılması gerekenlerin kataloğunun çıkarılarak bir an önce reform sürecinin başlatılması elzemdir.” (Dr. Murat Yılmaz, agg) “Demokratikleşme paketi”nin ertelenmesi ve ötelenmesinin ağır faturasını ödüyoruz. Hayırlı işlerde acele etmekte fayda var vesselâm... 18.12.2010 E-Posta: [email protected] |