Sathî bir bakışla bile, her âletin, her cihazın, her sanat ve mimarî eserin bir ana, birkaç tâli gaye için yapıldığını fark edip anlarız.
Kendi yaratılışımızın da aynı kanuna dahil olduğunu vicdanen biliriz. Çünkü vicdan, gerçeği, doğruyu, herhangi bir delil olmaksızın kesin bir kavrayışla teslim edip doğrulayan en esaslı bir duygumuzdur.
Bu âleme gönderilişimizin asıl sebebi ve en büyük gayesi iki noktada toplanabilir:
● Allah’a imân / ma’rifetullah (O’nu isim ve sıfatlarıyla tanımak) ve muhabbetullah/O’nu sevmek;
● Duâ ve ilim vasıtasıyla mükemmelleşmektir. Mahiyet ve potansiyel yetenek itibariyle de her şey ilme bağlı. 1
Bütün ihtiyaçlarımızı karşılayan Rabbimizden duâ ve niyaz ile isteriz.
Beden dilimiz de duâ etmek için yaratıldığımızı ilân eder aslında: Hayvanlar doğar doğmaz, birkaç dakika, saat veya günde yaratılış gayeleri istikametinde vazifelerine başlar. Ya insan?
Doğduktan bir iki sene sonra ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede zarar ve menfaatini ancak fark edebilir. Hayatının sonuna kadar da hayat şartlarını tamamıyla öğrenemez. Aczimiz sonsuz. Başımız etrafında dolaşan belâlar sayısız.
Bütün bunlar gösteriyor ki, dünyaya gönderilişimizin sebebi öğrenerek ve ruhumuzu terbiye ederek tekâmül ile gelişmektir.
Nefsimizin bütün arzularını yerine getirsek, ihtiyaçlarını karşılasak bile, gerçek mutluluğu yakalayamayız. Çünkü, akıl, kalb, vicdan gibi sâir duygu ve lâtifelerimiz de gıdalarını ister.
Şu halde, odaklaşmamız; “Kimin merhametiyle böyle hâkîmâne idare olunuyorum?
Kimin keremiyle böyle müşfikàne terbiye olunuyorum?” diye bilmek ve binden ancak birisine elimizin yetişemediği ihtiyaçlarımızı bütün istekleri kabul eden, ihtiyaçlarımızı karşılayan Rabbimize acz ve fakir, hal, istidat, diliyle istemek, talep etmektir.
Özetle bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekâmül etmek, olgunlaşmak için gelmişiz.
Dipnot:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 330.