Vaktiyle bir salepçi varmış.
Her sabah, Galata Köprüsü’nün belli bir yerine salep güğümünün yanı sıra birkaç fincan, birkaç tabak ve ibriğinden ibaret tezgâhını kurar; bu şekilde, geçimini sağlarmış.
Bir gün, bir şahıs, salepçiye yaklaşmış ve sormuş:
- Baba! Salep kaç para?
- On beş kuruş, evlât diye cevap vermiş.
Müşteri:
- Âlâ; ver bakalım demiş.
Güğümden doldurulan bir fincan sıcak salebin üzerine bir çimdik de toz tarçın serpilmiş ve müşteriye takdim edilmiş. Müşteri, salepten bir yudum çekmiş; bir yudum daha… Pek bir şey anlayamamış. Daha doğrusu, aradığı tadı bulamamış. Memnuniyetsiz bir tavırla, salepçiye:
- Be babacığım demiş.
- Şu salebi on beş kuruşa değil de yirmi kuruşa satsan; içine de biraz salep, bir parça daha şeker katsan olmaz mı?
Salepçi, önce gözlerini müşterisinin gözlerine dikmiş; ardından da, başını yana yatırarak son noktayı koymuş:
- Geç be oğlum, geç!” demiş.
- Ben bu salebi on beş kuruşa satarım, on beş senedir satarım. Bir içen bir daha içmez; gene satarım, gene satarım.
Öyle ya. Orası, Galata Köprüsü!
O salebi bir içen bir daha içmediği gibi; o köprüden bir geçen bir daha ne zaman geçer, Allah bilir.
İnsanların, Galata Köprüsü’ndeki adamın güğümüne bakıp da, içindekini salep; her eşkalini beğendiği insanın; lâfına bakıp da, onu adam sandığı gibi; ne tezgâhlar var toplum hayatında, ne tezgâhlar…
O tezgâha düşenin bir defacık yontulması yetiyor.
Sen, istediğin kadar “Bir daha sana uğrar mıyım?”; istediğin kadar “Senden alır mıyım?” de dur.
Yırtındığın, çırpındığın boşuna!
İster kötü olsun ister güzel, adam tezgâhını kurmuş; köprünün başına oturmuş bir kere.
Çünkü ya köprüde ondan başka salepçi yok; ya da başkasının, salep satma hakkı yok.
Alelekser, insanlar günlük hayatın her şubesinde, her safhasında salepçinin salebini tadıyor.
Yeryüzünde insanlar ya hancı, ya yolcu; ya satıcı yahut alıcı oluyor. Bir başka şık ise; salepçinin salebine kail olmak kalıyor.
Hudâ kerîm!
Salebi de, salepçiyi de elbette ki gören var!