Bundan 112 yıl önce Osmanlı devletinde, tarihe 31 Mart Vak’ası olarak geçen ve henüz muhtevası tam olarak aydınlatılmamış olan olayda, isyan edenlerin sloganları arasında olan “Şeriat” kavramı ön plana çıkarılarak bunun üzerinde süreç işlettirilmiştir.
Bu dönemde bir çok masum insanın zarar gördüğü, tarihçiler tarafından ifade ediliyor. (Risale-i Nur Külliyatı’nda, Divan-ı Harb-i Örfî adlı eserde bu olaya ilişkin açıklayıcı değerlendirmeler yer alıyor, arzu edenler oradan bakabilir.) 1
Buna benzer olarak yaşadığımız ve etkisi hâlâ devam eden 15 Temmuz sürecinde ise “Cemaat” kavramı merkezde olacak şekilde bu kavram üzerinden algı oluşturma ve cezalandırma süreci gerçekleşiyor.
Hedefte Fethullah Gülen cemaati olacak şekilde algı oluşturulurken, arka planda ise bütün cemaatler ve tarikatler aynı kefeye konulmak isteniyor. Burada gizli bir ifsat komitesi, hükümeti de yönlendirerek cemaatler ve tarikatleri bitirmek, yok etmek istiyor. 28 Şubat sürecinde yapılamayanlar, dindar bir hükümet iktidardayken yapılmaya çalışılıyor.
Hatta diyaneti de buna alet ederek çeşitli açıklamalar ve hutbeler üzerinden Fethullah Gülen cemaati bahane edilerek, kamuoyu nezdinde “dinî hizmet gruplarından insanlara uzak durun” mesajı verilip, korkutularak süreç işliyor. Mescid-i Dirar ve benzeri örnekler üzerinden değerlendirmeler yapılarak meşrû olan sadece devletin camileri ve resmî imamlar algısı verilerek dinî hizmetler hedef mi alınıyor?
Din hizmetleri devletin tekeline alınarak kontrol edilmek mi isteniyor?
Peki, din hizmetleri devletin tekeline alınabilir mi? Dünya işleri ile ilgili, hükümetler/devletler hukuk çerçevesinde sınırlamalar ve kontroller getirebilme hakkı, meşrû kabul edilebilirken ahirete müteallik iman hizmeti, din hizmeti devlet kontrolünde ve tekelinde olması ise mümkün değildir.
Said Nursî 1930’lu yıllarda kendisine sorulan benzer suale cevap olarak; “Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz! İman ve Kur’ân nasıl inhisar altına alınabilir? Siz dünyanızın usûlünü, kanununu inhisar altına alabilirsiniz. Fakat hakaik-i imaniye ve esasat-ı Kur’âniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelatı suretine sokulmaz. Belki bir mevhibe-i İlâhiye olan o esrar, hâlis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir...” 2 şeklinde cevap veriyor.
Ayrıca resmî ideolojilerle şekillenmiş bir ülkede devlet tarafından siyasî rüzgârların tesiri altında yapılan din hizmetleri ne ölçüde halis ve etkili olabilir?
Diğer taraftan tarikat ve cemaatlerin etkisi bitirilince yerine alternatif olarak her yerde açılan isimleri malûm iktidara bağlı vakıf yurtları ve okulları mı ikame edilmek isteniyor?
İmam hatiplerin sayısı arttırılıp, kalitesi düşürülerek, “gençlik; namaz kılmasa da, dini yaşamasa da muhafazakâr, siyasal İslâmcı olsun partimize oy versin” hesapları mı yapılıyor?
Netice olarak samimî olmayan, dünyevî menfaat ve hedefler sevdasıyla yapılan projeler fıtrî olmaz ve Allah katında da makbul olması pek mümkün değildir...
Türkiye, bu kısır döngüden çıkarak, hürriyetlerin arttığı, demokrasinin güçlendiği, adaletin tecelli ettiği bir ülke haline dönmelidir.
Dipnotlar:
1- Risale-i Nur Külliyatı, Divan-ı Harb-i Örfî.
2- Risale-i Nur-Mektubat s. 75.