Hakikat denilince hemen aklımıza bir şeyin aslı esası gelmektedir.
Doğru, sağlam, sabitve vaki olan her şey birer hakikattır. Hakikat, daha çok İslâmiyetin tevile ihtiyaç duymayan net, pürüzsüz ve şeksiz şüphesiz olan bütün meseleleridir. Gerçek rahmet kadar tatlı, güneş kadar parlak, hava kadar kuşatıcı, ab-ı hayat kadar tesirli bir iksirdir. Allah adına kâinata bakan her insan, manevî gücü ölçüsünde güneş kadar parlak, bu hakikatleri film seyreder gibi bir bir seyredebilir.
Peygamber Efendimizin (asm), duâlarından biri hakikatlerin gelişmesiyle ilgiliydi. Bu duâ, “Rabbim, bana eşyanın mahiyet ve hakikatini göster.” (Cami, Levaih, s. 2) şeklindeydi. İslâm kahramanlarının gittiği yol buydu. İşleri uzun ve çetrefilli yollara başvurmaksızın, doğrudan doğruya doğru olan hakikate ulaşmaktı. Evet, İslâm kahramanlarının her şeyi hakikattı. Hakikat için yaşarlar, hakikat peşinde koşarlar, doğru yolda ilerler, hakikat için ölürlerdi.
Sahabelerin mesleğinde kesinlikle yalan dolan yoktu. Onlar yılandan kaçar gibi yalandan ve hileden uzak dururlardı. Onların zamanını günümüze getirmeye çalışan, sahabe mesleğini meslek edinen İslâmın hakikî talebelerinin özünü de hakikatlarla uğraşmak teşkil eder.
Büyük âlimler, müçtehitler eserlerinde satır satır hakikatları nazara vermişlerdir. Onlar araya hiçbir vasıta koymamışlardır. Her vakit perdesiz, engelsiz, gerçekleri göstermişlerdir. İslâmî ve İmanî eserlerin her sayfasında, hakikatların billur sütunlarını görmek mümkündür. Gerçekte, her bir çiçek, her bir çekirdek, her bir zerre (atom), her bir canlı birer hakikat manzumesidir. Her şey, en büyük hakikat olan Zat-ı Zülcelâl’in varlığı, birliği, kudreti, gücü ve iradesinin en büyük şahididir. İnsan gözünü açıp şu âleme baktığında, göz dikip incelediği her şeyde, bu hakikatları görecek ve duyacaktır.
İslâm penceresinden bakıldığı zaman, hayatın en korkunç hadiselerinin altında dahi bir rahmet tecellesinin var olduğu görülür. İslâmiyetin nurlu yolu bizleri bilim içinde hakikate götürmektedir. İlmî ve mantıkî delillerle gerçekleri ispatlamış tasavvuf ve tarikat yerine doğrudan doğruya, ilm-i kelam, ilm-i akide ve usûl-ü din içinde bir velâyet-i kübra yolunu göstermiş, fen ve felsefeden kaynaklanan dalaletlere, sapıklıklara karşı galebe etmektedir.
Mü’minlerin bu dehşetli dalaletin karşısında, “Acaba İslamiyette bir hakikatsizlik mi var?” diye sarsılan, şüphe ve vesveseye düşenler, Risale-i Nurlar gibi imanın ve İslâmın, bütün hakikatlerini ispat eden; felsefeyi mağlûp edip zındıkayı susturan bir eser çıktığını öğrenen, dünyanın ücra köşesindeki bir Müslümanın vesveseden kurtarır, onun imanını kuvvetlendirir.