Esasen demokrasilerin temel vasfı “kuvvetler ayrılığı”nın yerine “kuvvetler birliği”nin ikame edildiği, yürütmenin yanısıra “millet egemenliğinin kayıtsız ve şartsız temsilcisi” Meclis’in bütçe ve kanun yapma yetkisinin gasbedildiği, denetim mekânizmasının ortadan kaldırıldığı ve yargının bütünüyle “partili cumhurbaşkanı”na bağlandığı “sistem”in demokratik yönetimlerde hiçbir mâkuliyetiolamaz.
Bediüzzaman’ın “Meşrûtiyetin (demokratik cumhuriyetin) sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir, istibdâdın esâsı, kuvvet şahısta olur, kanunu kendi keyfine tâbî edebilir” ikazının hakikati budur.
Yürütme, yasama ve yargının tek elde toplanmasıyla, bütün demokratik sivil güçlerin ve ülkenin kaderinin “tek kişi”ye bırakılmasına karşı, Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetinin anahtarı olarak şûrâyı (meşveret - Meclis sistemini) esas alan âyetlerin emrini nazara verir. Asırların ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşveretinin, bütün insanlığın ilerleme ve gelişmesini sağlayan fenlerin / ilimlerin esası olduğunu bildirir. (Hutbe-i Şâmiye, 65)
Bundandır ki, geçen asrın başlarında, “zaman-ı istibdâd” dediği kuvvetin hâkim olup, güçlü olanın hükmettiği devirlerin aksine “zaman-ı meşrûtiyet” tanımlamasında bulu- nur. Demokratik değerlerle temel hak ve hürriyetlerin, hukuk devleti hükümlerinin hükümrân olduğu yeni dönemin “zenbereği, rûhu, kuvveti, hâkimi, ağası haktır, akıldır, mârifettir (bilgi, sanat, beceridir), kânundur, efkâr-ı âmmedir (kamuoyudur); kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir” beyânında bulunur. “Şahıs yöne- timi”ne karşı millet irâdesinin tecelligâhı ‘Meclis sistemi” tercihini açıklar.
(Münâzarât, 31-32)
“MEŞRÛTİYET, HÂKİMİYET-İ MİLLETTİR…”
“Meşrûtiyet, hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı ammenizin (kamuoyunun, halkın irâdesinin ) misâl-i mücessemi (cisimleşmiş hali) olan mebusan (milletvekilleri) hâkimdir; hükûmet hâdim ve hizmetkârdır” tesbitiyle, millet irâdesinin tam tecellisiyle Meclis’in hâkim olması için milletvekillerinin hür olmasını; yani millet tarafından doğrudan seçilmesini ister. Buna göre, bugünkü haliyle milletvekili adaylarının hâkim nezâretinde vatandaşların katıldığı önseçimle belirlenip, ardından mutlaka “tercih siste- mi”yle doğrudan seçmenlerce gereğini bildirir.
(Münâzarât, 40)
Keza “Ne kadar iyilik var, Meşrûtiyetin ziyasındandır (ışığındandır); ne kadar fenalık var, ya eski istibdadın zulmetinden (karanlığından), yahut Meşrûtiyet namıyla yeni bir istibdadın zulmündendir.” deyip meşrûtiyet - demokrasi döneminde hâlâ devam eden haksızlıkların, hukuksuzlukların ve antidemokratik uygulamaların da “istibdat devri”nden kalma olduğuna dikkat çeker. Ve meşrutiyet - demokrasiye rağmen dayatılan demokrasi dışı uygulamaların, süren istibdadî - baskıcı vaziyetlerin, hakkı, hukuku, hürriyetleri tehdit eden hallerin “meşrutiyet - demokrasi ” paravanında “yeni bir istibdat”ın oyunu olduğunu belirtir. (Münâzarât, 30-31)
Yine Bediüzzaman’ın “Meşrûtiyet (demokrasi) hükûmete (devlete) düştüğü vakit, fikr-i hürriyet meşrûtiyeti her vecihle uyandırır. Her nevide, her tâifede onun sanatına ait bir nevi meşrûtiyeti (demokrasiyi) tevlid eder (doğurur)” tesbiti, devlette - sistemde meşrûtiyetin (demokrasinin - demokratik sistemin hükûmfermâ olmasıyla, bütün alanlarda demokrasinin gelişeceğini bildirir. (Münâzarât, 30-31)
Yönetim sisteminin gerçek mânâda demokratikleşmesiyle, toplumun diğer sahalarında, yerel yönetimlerde, âilede ve içtimâî - sosyal hayatta da demokrasiyi netice verip uygulanacağını kaydeder. Özellikle eğitimde, ilmî ve fikrî alanda demokratikleşme ve hürriyetle maddî ve mânevî kalkınmanın zemininin oluşacağını haber verir.
“Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat münkasım olmuş olur (kısımlara yayılır, her kısma - yetkiliye geçer) ve komitecilik tam şiddetlenir” ikazını yapar. (Eski Said Dönemi Eserleri, Divan-ı Harb-i Örfi, 143)
“RUH-U MEŞRÛTİYET ŞERİATTANDIR; HAYATI DA ONDANDIR”
Bediüzzaman,“Mehâsin-i medeniyet (medeniyetin iyilikleri, icatları, keşfiyatları, eserleri) denilen emirler (işler), şeriatın başka şekle çevrilmiş birer meselesidir” tembihinde bulunur. (Muhakemât, 47)
“Meşrûtiyetin Şeriata muhâlif (aykırı) olduğunu” iddia edenlere karşı Bediüzzaman, “Ruh-u meşrûtiyet (demokrasinin ruhu) şeriattandır; hayatı da ondandır” temel tesbitiyle, insanî, hukukî, imanî, ahlâkî ana prensipleri ortaya koymaktan ibaret olan şeriatın demokrasiyi esastan tasvip ettiğini bildirir.
Devamında, “Fakat ilcâ-i zarûretle (zamanın, şartların gereklilikleri noktasında) tefer- ruat olabilir, muvakkaten muhâlif düşsün. Hem de, her ne hâl ki, meşrûtiyet zamanında vücuda gelir! Meşrutiyetten neş’et etmesi (kaynaklanması) lâzım gelmez. Hem de, hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvâfık (uygun) olsun; hangi adam var ki, bütün ahvâli (halleri) şeriata mutâbık (tam uy- gun) olsun?
Öyle ise şahs-ı mânevî olan hükûmet dahi mâsum olamaz; ancak Eflâtûn-i İlâhînin medîne-i fâzıla-i hayaliyesinde mâsum olabilir. Lâkin, meşrûtiyet ile sû-i istimâlâtın ekser yolları münsed olur (kapanır); istibdatta ise açıktır” cevabıyla Meşrûtiyetin-demokrasinin din mânâsındaki şeriata uy- gun olduğunu açıklar.