Yaklaşık 60 sene önce çikarilan 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu Türkiye’nin yakın tarihine dair araştırma ve yorumların üzerınde “Demokles’in kılıcı” gibi sallanmaya devam ediyor. İşin garibi, zaman içinde Hürriyet gibi, logosunun yanına Atatürk resmi koyacak kadar Atatürkçü ve Cumhuriyet gibi Atatürkçülükle yaşıt gazeteleri dahi vurabılen bu kanunu kımse savunamıyor ve sahıplenmiyor. AB de eleştıriyor. Ama hâla yürürlükte.
Atatürk’ü tartışmak
Türkiye’deki en hassas konulardan biri, Atatürk meselesi. Çünkü akılcı ve soğukkanlı bir şekilde konuşulup tartışılamıyor.
Bir kesimin “ebedî şef’ ve “ulu önder” olarak görüp tabulaştırdığı Atatürk, bilhassa dinle ilgili konularda millet ekseriyetini rencide eden icraatlara imza atmış bir kişi olarak eleştirilere muhatap.
Sonuçta Atatürk, ismini tabulaştıranlar ile seviyesiz tahkirlere hedef kılanlar arasında süregiden bir polemiğe sıkışıp kalmış durumda.
Atatürk’ü putlaştıranlar, ona ve icraatına yöneltilen seviyeli ve ciddî eleştirileri dahi “Atatürk düşmanlığı” ile damgalayıp topa tutarken, herkesin Atatürk’ü sevmek zorunda olduğu gibi garip ve saçma bir yaklaşım sergiliyorlar.
Atatürk’e muhalif kesimlerdeki üslûp ve doz hataları da, bu kör dövüşünü alevlendiriyor.
Oysa Atatürk’ü mâkul bir değerlendirmeye tâbi tutmanın en önemli şartlarından biri, toplumun her kesimiyle demokratik tartışma olgunluğuna erişmesi.
Konuyu hissî yaklaşımlardan arındırmak, akılcı ve sakin bir üslûpla değerlendirmek gerekiyor.
Elbette ki, Atatürk tarihe mal olmuş bir kişilik. Siyasî ve askerî dehasıyla bir döneme damgasını vurmuş. Millî mücadele zaferle sonuçlanıncaya kadar milletin baş tacı olmuş; ama zafer sonrasındaki icraatı ile dindar milletimizi rencide etmiş.
Şu da bir vakıa ki, Atatürk’e objektif bir gözle bakıldığında, ortada bir “deha”nın söz konusu olduğu açık. Bunu Bediüzzaman da söylüyor. Ama deha tek başına bir değer ifade etmez. Önemli olan hadise, bu dehanın hangi istikamette ve ne şekilde kullanıldığı.
Gelin, bu istikameti, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in geçmiş yıllardaki bazı değerlendirmelerine bakarak, birlikte tayin etmeye çalışalım.
Demirel, cumhuriyet sonrasında dine karşı takınılan tavrı yorumlarken şöyle demişti:
“Bilhassa cumhuriyetin ilk günlerinde, 1920’lerde, Bolşevik isyanının da başarıya ulaşması sonucunda, değişik fikir cereyanları, dini, ilerlemenin bir bağı saymış, geri kalmanın da sebebi saymış, açıkçası, din düşmanlığı, dinsizlik, ilerlemenin şartı sayılmıştır. Bu, Türkiye’de milletle devleti birbirine küstürmüştür. 1920’ler sonrasının devleti, millet için değildir. O günlerde millet, devlet içindir.” (Köprü, Ağustos-1991; İslâm Demokrasi Laiklik, s. 61)
O günlerde dine karşı yürütülen baskı politikasının başında Atatürk vardı. Demirel’e bunu hatırlattığımızda da şu cevabı almıştık:
“Netice itibarıyla, 1930’lardaki durum bugün yok. Doğru olsaydı devam ederdi. Her zaman tekrar etmekten haz duyarım: Millet, inkılâp vesaire diye dini üzerine bir baskı getirildiğini görünce, devlete küsmüştür. Türk milleti, Yunan istilâsına karşı aktif mukavemet olarak İstiklâl Savaşı tepkisini gösterdikten sonra, zaferin akabinde kendi devletinin ‘Modernleştiriyoruz’ diye din üzerinde getirdiği baskılara da pasif mukavemetle tepki göstermiştir. Çok şâyân-ı dikkattir. Çok büyük mukavemet göstermiş, küsmüştür devletine. Onun içindir ki, o gibi şeyler yürümemiş, bir yerde kalmıştır.” (Köprü, Ağustos-1988, İslâm Demokrasi Laiklik, s. 197-8)
M. Kemal’in zaferden sonra dine karşı tavrını ortaya koyan pek çok örnekten birkaçına göz atarsak:
Meselâ 1932-33 yıllarında Ankara’da görev yapan ABD Büyükelçisinin, Atatürk’le görüşmesini anlatırken aktardığı, “Kur’ân’ı tercüme ettirerek halkın gözünden düşürmeye çalıştı” gözlemi (Radikal, 6.9.06).
Millî mücadele kahramanlarından olduğu halde, zafer sonrasında dışlananlardan Kâzım Karabekir’in M. Kemal’den aktardığı sözler de bu gözlemi teyid ediyor:
“Evet, Karabekir; Araboğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’ân’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım. Tâ ki, budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler...” (Paşaların Kavgası, Yayına hazırlayan: İsmet Bozdağ, s. 159; aynı bilgi, Karabekir’in, Uğur Mumcu tarafından düzenlenip 10-29.1.1990 tarihleri arasında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen hatıralarında da var.)
M. Kemal’in “Araboğlu” dediği, Peygamberimiz (a.s.m.); “yave,” yani “safsata ve saçmalık” olarak nitelediği de Kur’ân’ın âyetleri. Hâşâ!...
{Said Nursî, “Kur’ân’a karşı suikast” olarak vasıflandırdığı ve “Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin” sözüyle açığa vurulduğunu belirttiği “dehşetli plan”dan söz ederken, bu olayı anlatıyordu. (Sözler, s. 425)}
Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in, “Atatürk, agnostik (şüpheci) düşünceyi benimsediği için Hz. Muhammed ile diğer peygamberleri kabul etmiyordu” şeklindeki değerlendirmesi, bir başka örnek (sentezhaber.com, 31.10.06).
Ve yıllar önce Doğu Perinçek’in ifşa ettiği Medenî Bilgiler kitabında Atatürk’ün el yazısıyla yer alan “İslâm Türkleri uyuşturdu. Türk milleti birçok asırlar, bir kelimesinin mânâsını bilmediği halde Kur’ân’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndü” sözleri (Can Dündar, Milliyet, 31.10.06).
Atatürk yaşasaydı...
Türkiye’de zihinler hep Atatürk’ün ölümü üzerine oluşturulan matem havasına ve ağıt edebiyatına şartlandırıldığı için, Atatürk’ün şahsı da, icraatı da değerlendirilemedi ve anlaşılamadı.
10 Kasımlar matem günü olmaktan çıkarıldı, ama bu hava hâlâ dağılmış değil.
Eğer Atatürk 1938’de ölmeseydi de, söz gelişi 1958’e kadar yaşasaydı, böyle olur muydu?
Çok büyük bir ihtimalle, hayır.
Bugün İnönü’nün, Bayar’ın, Gürsel’in, Sunay’ın, Korutürk’ün ve Özal’ın vefat yıldönümlerinde, 10 Kasım’daki Anıtkabir törenlerine benzer kasvetli anma merasimleri düzenleniyor mu?
Halbuki onlar da Türkiye Cumhuriyeti devletinin en tepe noktasında bulunmuş insanlar.
Atatürk’ün farkı ne?
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşuna imza atmış ve ilk cumhurbaşkanı unvanını almış olması. Ve de tek parti döneminde ölmesi.
Oysa ömrü vefa edip de demokrasi devrine yetişebilseydi, durum her halde çok farklı olurdu.
Hüsamettin Cindoruk 1995’te, TBMM Başkanı iken kendisiyle yapılan bir mülâkatta bu konuda çok enteresan şeyler söylemişti.
Yeni Yüzyıl gazetesinde Nuran İnanç’ın “Atatürk 1958’e kadar yaşasaydı 60 ihtilâli olur muydu?” sorusuna önce şu soruyla karşılık vermiş:
“Evvelâ 50 olur muydu?”
Ardından da ikinci sürprizini yapmış:
“Eğer 1958’e kadar ülke demokrasiyle yönetilseydi, Atatürk iktidarda kalamazdı.”
Neden?
“Çünkü Atatürk çok katı fikirleri olan biriydi. Laiklik konusunda titizdi; yaptığı inkılâpların ilkelerini sonuna kadar korumak için çalışacaktı. Demokrasi içinde bu fikirler söylenip uygulanmak istediğinde, taraftar bulabileceği gibi, karşıtları da olacaktı. Atatürk halk çoğunluğuyla karşı karşıya gelebilirdi. Bir de, İkinci Dünya Savaşının getirdiği yoklukların faturasını halk bir isme çıkartmalıydı. İnönü’ye çıkarttı. Atatürk iktidarda olsaydı Atatürk’e çıkartabilirdi.”
Cindoruk’tan ilginç bir değerlendirme daha:
“Atatürk sağ olsaydı, rakibi Celâl Bayar olmazdı. Bayar, Atatürk’ü ibadet edecek kadar seviyordu. Onun için, 46 hareketinin başında kesinlikle Bayar olmazdı. Belki Adnan Menderes olurdu.”
“Atatürk’ü tabu kabul etmek çok yanlış” diyen Cindoruk, sohbetinin sonunda gençlere, Atatürk’ü tartışmaları çağrısında bulunmuş (Yeni Yüzyıl, Şubat 1995).
Cindoruk’un bıraktığı yerden devam ederek sorarsak: Farz-ı muhal, Atatürk hayatta olsa idi, bugünkü siyasî yelpazenin neresinde yer alırdı? Kurucusu olduğu CHP’de mi, yoksa AKP’de mi?
Bu sorunun cevabını, Atatürkçülük yarışında birinciliği kimselere bırakmayan siyasîler vermeli.
Ama eğer Atatürk yaşasaydı, çok büyük bir ihtimalle, 2000’lerin Türkiye’sinde “ulu önder” diye anılmazdı. Demokratik kuralların işlediği bir sistemde hâlâ iktidarda kalabilir miydi, tartışılır. Ama ister iktidarda olsun, ister muhalefette; kendisinden “Sayın Atatürk” diye söz edilir ve hararetli siyasî polemiklerden payına düşeni mutlaka alırdı.
Peki, eğer Atatürk bugün hayatta olsaydı, acaba nasıl bir imaja sahip olurdu? Millî mücadelenin zafere ulaşmasına kadarki imajıyla mı muamele görürdü; yoksa zafer kazanılıp da iktidarı ele geçirmesinden sonraki icraatıyla mı değerlendirilirdi?
1993'te eski Başbakanlardan Tansu Çiller’in Monako Prensesi Caroline ile Savarona yatında bir araya gelmesini yorumlayan Sabah yazarı Fatih Çekirge’nin yazdıkları, böyle bir tartışmaya ilginç boyutlar getirmişti:
“Eğer Atatürk bugün yaşasaydı ve böyle bir yat alsaydı ne yapardık? Eminim, birtakım ağızlardan hanedan çığlıkları yükselirdi. Hattâ daha da ileri giderek, ‘Millet Güneydoğu’da ölüyor, işçinin açlıktan nefesi kokuyor, o kendisi yat alıyor’ diye topa tutardık.”
Atatürk hayatta olup da iktidar koltuğunda otursaydı, ülkede demokratik bir sistem hakim olur muydu? Orası meçhul. Ama yine faraziye olarak, Atatürk’e rağmen demokrasiye geçildiğini ve de Atatürk’ün genel seçimler neticesi iktidara geldiğini varsayalım. İcraatı, muhalefet liderlerince nasıl topa tutulurdu:
“Sayın Atatürk yanlış yolda.”
“Sayın Atatürk ne yapmak istiyor?”
İktidarda değil de, muhalefette kalsaydı, meselâ hâlâ CHP’nin başında olsaydı, iktidara yönelttiği eleştiriler ya kaale alınmaz ya da ilginç polemiklerle cevaplandırılırdı:
“Sayın Atatürk önce kendi icraatının hesabını versin.”
“Sayın muhalefet liderinin iddialarını ciddîye almıyoruz.”
Evet, çok partili demokratik sistemde Atatürk üç aşağı beş yukarı bu gibi polemiklerin konusu, muhatabı ve tarafı olacaktı. Ve bu tartışmalardan kimse gocunmayacak; bunlar demokratik tartışmanın bir gereği olarak telâkki edilecekti. Tartışmalar sonucu nihaî karar da milletin olacaktı.
Bu tartışmaları demokrasiye yakışır bir olgunluk içinde hazmedebilir miydi? Bunu bilebilme imkânından mahrumuz. Çünkü Atatürk, çok partili demokrasiye geçilmesinden on iki yıl önce öldü.
Dolayısıyla onun “demokrasi”ye bakışını değerlendirmek için Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Fırka karşısında takınmış olduğu tavırdan başka bir ipucuna sahip değiliz.
Öldüğü tarihte Türkiye, onun kurduğu tek parti rejiminin cenderesi altındaydı. Serbest seçimler ve hür tartışma ortamı yoktu. Atatürk buyurur, herkes uyardı; uymak zorundaydı. Muhalefet etmek kimin ne haddine düşmüştü...
Bugün Türkiye’de çok partili demokrasiden söz ediliyor. Ama ne gariptir ki, 73 yıl önce ölmüş olan Atatürk ve icraatı yine eleştirilemiyor. Ona yönelik tenkitleri önlemek ve cezalandırmak için çıkarılmış özel bir kanun, 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu Türkiye’nin yakın tarihine dair araştırma ve yorumların üzerinde “Demokles’in kılıcı” gibi sallanıyor.
İşin garibi, zaman içinde Hürriyet gibi, logosunun yanına Atatürk resmi koyacak kadar Atatürkçü ve Cumhuriyet gibi Atatürkçülükle yaşıt gazeteleri dahi vurabilen bu kanunu kimse savunamıyor ve sahiplenmiıyor.
Bakınız, ülkemizde gerek idarî kademede, gerekse fikir hayatında önemli konumlarda bulunmuş olan bazı kişiler Atatürk’ü Koruma Kanunu hakkında neler söylemişler:
Süleyman Demirel: “Türkiye’nin Atatürk’ü kanunla korumaya ihtiyacı yok.”
Hüsamettin Cindoruk: “Bu kanun demokrasiye yakışmaz. Dünyada böyle bir kanun yok.”
Prof. Dr. Mele Tuncay: “Bu kanun, Demokles’in kılıcı gibi kullanıldı. Atatürk’e nesnel bir gözle ve eleştirel bir tarzda bakmak bile imkânsız hale geldi. Ben Batı ülkelerinde böyle birşey görmedim.”
Prof. Dr. Bülent Tanör: “Atatürk’ün kanunla korunması, Türkiye halkına ayıptır. Böyle bir şahsiyeti kanunla korumaya devam etmek halka da, o tarihî şahsiyetin kendisine de saygısızlıktır. Bence artık bu kanunun kaldırılması gerekir.”
Güneş Gürseler (SHP eski genel başkan yardımcısı): “Atatürk’e ve devrimlerine karşı çıkanlarla mücadelenin yolu bu kanun değildir. Bu konuda yasaya sığınmamak gerekir.”
Halit Çelenk (Avukat): “Atatürk aleyhine işlenen suçlara ilişkin kanuna benzer bir kanunun başka ülkelerde olduğunu sanmıyorum. En azından ben rastlamadım. Bence böyle bir yasaya gerek yok.”
Bu kanunun basın ve ifade özgürlüğünü kısıtladığı, AB’nin Türkiye için her yıl hazırladığı ilerleme raporlarında da yer alıyor.
YARIN: ATATÜRKÇÜLÜK NEDEN YIPRANDI?
KÂZIM GÜLEÇYÜZ
[email protected]