"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Kur’ân adalete şahitlik etmemizi istiyor

09 Mart 2019, Cumartesi
Kur’ân birçok defa adaletle hükmetmemizi, işin, görevin ehline verilmesini emrediyor. Diğer taraftan da nepotizm şeklinde ifade edilen akraba kayırmacılığını da yasaklamaktadır.

Ortadoğu Uzmanı Dr. Muhammet Örtlek Semineri (1)

***

Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesinde iki haftada bir düzenlenen “ADALET” ve “LİYAKAT” temalı akademik seminerler kapsamında bir program daha icra edildi.

Enstitünün bu haftaki misafiri, Yeni Asya’nın dış politika sayfası yazarlarından Ortadoğu Uzmanı Siyaset Bilimi Hocası Dr. Muhammet Örtlek idi.

Programda önce Enstitü Şube Sekreteri Hayati Binler misafirin özgeçmişini okudu ve kendisini takdim etti. Seminercinin sunumunun ardından da moderatörün ve dinleyicilerin sorularına cevaplar kısmına geçildi. Konuşma metninin tamamını yayınlıyoruz.

*

Adalet ve liyakat toplumsal barışı sağlayan en önemli unsurlardandır. Adil bir toplumun varlığı için liyakat ve ehliyet gereklidir. Adalet, hukuka ve yasalara uygun bir şekilde haklarımızı kullanmaktır. Adaleti sağlayan liyakat ise, bir kimsenin bir işe veya göreve, uygunluğu, lâyık olması ve yeterliliğidir.

Mensubu olduğumuz İslâm dini adalet, liyakat, hak, hukuk, insan hakları, hukukun üstünlüğü, hürriyetler ve bugünkü manada demokrasiye oldukça önem vermektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de adalet kelimesi adl kökünden türemiştir. Kur’ân’da yarısından çoğu Medeni olan 11 sûrede 24 âyette 28 defa adl kökünden bahsedilmiştir. Yine adl kelimesi sıfat olarak kullanıldığında da “adil” manasında gelmektedir. “Adil” aynı zamanda Cenab-ı Allah’ın bir sıfatıdır.

Kur’ân’da adalet kavramı genel olarak “hak yolda ilerlemek, haramları terk etmek, farzları yerine getirmek, fiil ve davranışlarımızla eşit olmak, haklıya hakkını teslim etmek, haksıza cezaî işlemi uygulamak, eşit olmak, şirk-küfür-nifak-zulmü terk etmek anlamlarında kullanılmaktadır.

Elbette Kur’ân’da adaletin zıddı olan cevr’den de bahsedilmektedir. Cevr ise, “kuralına uygun olmayan durum / iş, haksızlık, taraf tutma, kayırma, zulüm, insafsızlık vb. anlamlara geliyor. Demek ki Kur’ân-ı Kerîm bizlere, adaleti daha iyi anlayabilmemiz için zıddıyla da açıklamada bulunuyor.

Kur’ân’da geçen “dengeli yapmak, dengeli kılmak, denk tutmak, tevhid, eşitlik, fidye, kıst, vezn, hakk gibi kavramlarla adaleti belirtiyor. Küfr, şirk ve zulüm kavramlarıyla da adaletin zıttı olan ifadeleri zikrediyor. Dolayısıyla Cenab-ı Allah Kur’ân’da iyiyi, kötüyü, doğruyu ve yanlışı gözler önüne sererek adalete ve liyakate yönelmemizi emrediyor.

Kur’ân birçok defa adaletle hükmetmemizi, işin, görevin ehline verilmesini emrediyor. Diğer taraftan da nepotizm şeklinde ifade edilen akraba kayırmacılığını da yasaklamaktadır. Kur’ân bizlerin adalete şahitlik etmemizi istiyor. 

Meselâ: “Emanetleri ehline veriniz ve insanlar arasında hüküm vereceğiniz zaman adaletle hükmediniz.” (Nisa: 58) Âyetinden idarecilerin liyakatli kişiler arasından olması gerektiği zikrediliyor.

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adaletle şahitlik eden kimselerden olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletten alıkoymasın. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan bir davranıştır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” (Maide: 8) Âyeti ile farklılıklara saygılı olmamızı, bizden olmayana da adaletle davranmamızı ve hakka riayet edilip edilmediği hususunda da şahitlik sorumluluğumuz olduğunu bizlere hatırlatıyor.

Kur’ân, Müslüman olmayanlarla da barış içinde yaşamamızı ve onlara adaletli davranmamızı ister: “Allah size, sizinle din hususunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmenizi ve kendilerine adaletle davranmamızı yasaklamaz. Çünkü Allah adaletle davrananları sever” (Mümtehine: 8).

Müslümanlar arasındaki çatışmalara da değinen Kur’ân şöyle buyurmuştur: “Mü’minlerden iki grup birbirleriyle çatışırlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine haksızlık ederse Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerlerse artık aralarını adaletle düzelttin ve adaletle davranın. Şüphesiz Allah adaletli davrananları sever” (Hucurat: 9) Kur’ân’dan insanın ferd ve toplumsal hayatının düzenlenmesine yönelik birçok örnek verilebilir. Dolayısıyla İslâm dininin ana hedeflerinin başında adaleti gerçekleştirmek denilebilir.

Kur’ân’ın öğretmeni hükmündeki Peygamber Efendimiz (asm) yaşantısı ve sözleriyle bütün insanlığa örnek teşkil etmektedir. Hz. Muhammed (asm), kabileler arasındaki savaşlara son vermek ve toplumsal grupların birbirleriyle olan anlaşmazlıklarını çözmek için kurulan 'Hilfül Fudûl’a daha 20 yaşlarındayken üye olmuştur. Dönemin sözü geçen, zengin, ileri gelenlerinin üye kabul edildiği Hilfül Fudûl aracılığıyla Peygamber (asm) adaletin ve toplumsal barışın sağlanmasına katkıda bulunmuştur.

Peygamber Efendimiz (asm) Medine Sözleşmesi ile Müslümanlar ve Yahudiler arasında adaleti sağlamış, adaletin uygulanmasında kimliklerin ve inancın belirleyici olamayacağını göstermiştir. Yine Efendimiz (asm), Veda Hutbesi’nde “her türlü ayrımcılığın ve üstünlüklerin reddedilmesi, adaletin nasıl olması ve nasıl sağlanacağı vb.” hususları ilân etmiştir. Peygamberimiz (asm) “insanlar bir tarağın dişleri gibidirler” ifadesiyle de eşitliğe dikkat çekmiştir.

Siyer tarihinden, yani Peygamberimiz’in (asm) hayatında en önemli gayretinin adalet üzerine bir toplum tasavvuru olduğu anlaşılıyor. Hz. Muhammed’in (asm) amcası Ebu Leheb, bir gün kendisine gelir ve şöyle der: “Ben, Senin amcanım. Senin dinine girdiğimde bana ne var?” diyerek soruyu Peygamberimize (asm) yöneltir ve şu cevabı alır: “Şu yanımda oturan siyah yüzlü Bilâl’e ne varsa sana da o var.” Bu cevap karşısında sinirlenen Ebu Leheb “böyle din olmaz olsun” diyerek oradan ayrılır. Aslında Ebu Leheb “ben kölelerle, yoksullarla sınıf farkı gözetilmeksizin aynı ortamda bulunamam” demek istemiştir. Buna karşılık Peygamber (asm) duruşu ise, inancımızda hiç kimseye imtiyaz olmadığının göstergesidir.

Hz. Peygamber’in (asm) örnek hayatında torpile ve nepotizme de yer yoktur. Kendisi bir hadis-i şeriflerinde “Ey insanlar sizden evvelkileri şu halleri mahvetti. Toplumun ileri gelenleri bir haksızlık yapınca ona dokunmadılar, aynı suçu zayıflardan biri yapınca onu cezalandırdılar. Allah’a yemin ederim ki, hırsızlığı yapan Muhammed’in kızı Fatıma dahi olsa, elini mutlaka keserim” şeklindeki ifadesiyle inancımızda torpile yer olmadığını bildirmektedir.

Peygamberimize (asm) en kötü insan kimdir? Sorusuna “müşriktir” cevabını verir. Müşrikten sonra en kötü insan kimdir? denilince de “adil olmayan idarecidir” cevabını verir. Ancak hem Kur’ân’ın getirdiği hükümler hem de Peygamberimizin (asm) yaşantısını İslâm dünyası olarak tam anlayabilmiş değiliz. Bediüzzaman Said Nursî’nin 4 temel öge şeklinde sıraladığı “iman, ibadet, ahlâk ve adalet”ten uzaklaştıkça, ümmet bilinciyle hareket etmede güçlük çekiyoruz. Günümüz İslâm dünyasının karşısında duran “cehalet, zaruret ve ihtilâf” düşmanları ile mücadele ederken eksikliklerimizi görüyoruz.

Toplumsal hastalık şeklinde nitelendirilebilecek bu eksikliklerimiz genelde “arkadaş, akraba, tanıdık kayırmacılığı; siyasî partizanlık; fırsat eşitliğinden hakça yararlanamamak; yolsuzluk ve rüşvet oranlarında artış; kanunların sık sık değişmesiyle yasalara olan güvenin zedelenmesi; kadrolaşmaların önünün alınamaması; gelir dağılımı adaletsizliği, işsizlik, yoksulluk; ayrımcılık, ötekileştirme, şeffaf olamama vb. bütün bu sosyo-ekonomik ve siyasî sorunlar Müslümanları derinden etkiliyor. Bu sorunlarla mücadelede İslâm dünyası büyük bir samimiyet sınavından geçiyor.

Nisa Sûresi 135. âyetteki “Ey mü’minler! Kendinizin, ana-babanızın veya akrabanızın aleyhine de olsa, bütün gücünüz ve samimiyetinizle hep adalet ve hakkaniyetten yana olun. Allah için doğru şahitlik yapın...” emri Müslümanlar için derin manalar ifade ediyor.

Kur’ân’da ve hadislerde, adaletle liyakat birçok yerde uyarılar yapılıyor. Ancak bütün İlâhî uyarılara rağmen, adaletsizliğin, hukuksuzluğun, haksızlığın, eşitsizliğin, hürriyetlerin kısıtlanmasının en derin yaşandığı toplumlar İslâm dünyasındadır. Hâlbuki Müslümanlar, bu dünya hayatında adaleti ikame etmekle görevlidirler. Kendi haklarını ancak adalet ve liyakat üzerinden arayabilirler. Müslümanlar her iki kavramı kendi hayatlarında şiar edinmelidirler. Aksi takdirde adalet ve liyakat mefhumları hukukî, ahlâkî ve dinî bir ritüel olmaktan öteye gidemeyecektir.

Müslümanca duruşa ve samimiyete her dönem ihtiyaç olmuştur. Ve Müslümanları yukarıda saydığımız olumsuzluklardan da koruyacak mekanizmalar da gerekmiştir. Buna en güzel örnek Hz. Ömer’in halifeliği döneminde vilayetlere atadığı valilerin beraberinde, onların görevlerini, yaşantılarını yakından takip edecek ve kendisine raporlandıracak bir “muakkib” de göndermesidir. Atadığı vali bir sahabedir. Ancak onu gözlemleyen muakkib de sahabedir. Demek oluyor ki, Hz. Ömer’in, atadığı vali sahabe bile olsa, onun yanlış yapabileceğini ön görerek denetim mekanizması olan muakkibi de beraberinde görevlendirmiştir. Diğer taraftan bu durum Hz. Ömer’in hassasiyetini ortaya koymaktadır.

DEVAM EDECEK

Okunma Sayısı: 3661
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı