"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Risale-i Nur müfredata girmeli

28 Nisan 2020, Salı
Dr. Adnan Küçük’ün Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesinde verdiği seminerden notlar (1)

Risale-i Nur’daki iman hakikatleri müfredatla öğrencilere anlatılmalı

HABER MERKEZİ - ANKARA

Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesi’nde iki haftada bir düzenlenen “Hürriyet” temalı akademik seminerler kapsamında geçen haftalarda icra edilen programın konuşmacısı Kırıkkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin Anayasa Hukuku Anabilim Dalı öğretim üyelerinden Dr. Adnan Küçük idi.

Küçük “Laiklik, Din-Devlet İlişkisi ve Din ve Vicdan Hürriyeti” başlıklı seminerinde güncel konulara da temas etti ve önemli mesajlar verdi. Önemi sebebiyle konuşmanın soru cevap kısmının tamamını yayınlıyoruz.

Laiklik konusunun ve tartışmanın güncel önemi ve değeri nedir?

Öncelikle önemli bir konu için huzurunuzdayız. Enstitüye bu fırsatı verdiği için teşekkür ediyorum.

Din ve laiklik konusunda on-on beş senedir tartışmalar azalmış gibi görünüyordu, ama son yıllarda başka bir bağlamda, tartışmalar cemaatlerin devletle ilişkileri bağlamında yeniden başlamış durumda.

Bu tür tartışmalar Müslüman ülkelerde Hıristiyanlara nazaran daha fazla ve çözüm arayışı ihtiyacı da kaçınılmaz görünüyor. Çünkü Müslümanların dinlerini yaşayışı ve dindarlıklarının görünüş biçimiyle bugünkü Hıristiyanlarınki farklıdır.

Laikliği tek parti döneminde tatbik edenler “dinin yeri vicdandır, dinî yaşayışın kamusal alanda görünür olmaması gerekir” derken aslında kalpteki iman ile hayattaki İslâm arasındaki farkı ve ilişkiyi biliyorlardı. Görünüşte amaçları dini vicdanlardaki yüksek mevkiine koymak gibi görünse de gerçek amaçları dini sadece inanç esaslarından ibaret olan ve yaşanmayan bir iman sistemine dönüştürmekti. Bunu önemli ölçüde başardılar. Ama direnen mü’minler laiklik kavramının doğru anlaşılmasına da yardımcı oldular.

Cumhuriyetin kuruluşu, kurucu akıl ve jakoben anlayışla devleti yeni bir toplum inşasına alet etmek şeklinde olunca, Lozan’ın görünmeyen hükümleri de buna katkı yapınca, seküler bir toplum inşa etmek için ne lâzımsa yapıldı. Bunlar toplumun demokratik taleplerine dayalı olarak değil yukarıdan ve tepeden inmeci biçimde, jakoben yöntemlerle yapılınca toplum haklı olarak tepki gösterdi. 1930 ve 1940’lı yıllarda Devlet okullarında din eğitiminin tamamen kaldırılması çağdaşlık ve laiklik adına yapıldı, ama bu felsefî anlamda laikliği esas alan ve toplumu sekülerleştirmeyi hedefleyen bir uygulama idi.

Sonraki dönemde bu anlayışın ancak kısmen değiştiği söylenebilir. Anayasa Mahkemesi’nin laikliğe ilişkin içtihatları dahi toplumu seküler pozitivist ideoloji doğrultusunda dönüştürmeyi hedefleyen, laiklikle modern seküler hayat tarzını aynılaştıran bir bakışı yansıtıyordu. AYM’nin bu kararlarında laiklik felsefi anlamıyla tanımlanıyordu. Anayasa Mahkemesi’nin o dönemdeki üyelerinden ve muhalefet şerhleri meşhur olan Prof. Dr. Sacit Adalı Hocamız da aramızda, kendisi işin bu yönü hakkında daha iyi bilgi verecektir.

2012’den itibaren en azından yüksek yargıda bir eğilim değişikliğinin ortaya çıktığını ve bunun da bilhassa başörtüsü bağlamında göründüğünü söyleyebiliriz.

Ama aynı yıllarda bu kere cemaatler ve devlet ilişkileri bağlamında yeni problemler ve tartışma konuları ortaya çıktı ya da çıkarıldı. Laikliğin doğru anlaşılması bu kere de bu yönden önemli hale geldi.

15 Temmuz’da yaşananlar, çoğu dinî kavramları sevimsiz, hatta nefret edilir hale getirdi. Hizmet, himmet, dinî sohbet, imam, cemaat, tarikat gibi kavramlar, gerçek bağlamlarından koparılarak terör örgütleri ile özdeş hale geldi. Dindar ve dinî hassasiyeti olan herkese takiyeci nazarıyla, tecessüsle, şüpheyle bakılmaya başlandı.

Bir hatıra aktararak sorayım. Ezandan yarım saat sonra akşam namazını kılmak için camiye giren bir arkadaşımız kendisinden hemen önce girip namaza durmak üzere olan yaşlı hacı amcaya “cemaat yapalım” deyince o yaşlı amca bile “aman evlâdım karıştırma şimdi cemaat memaat işlerini, herkes kendisi kılsın namazını” diyor. Yani camide akşam namazını cemaatle kılmaktan çekinen mü’minler haline getirildik. Bugün bir grubun devlete sızma ve hatta devleti ele geçirme gayretinin getirdiği olumsuz bir sonuç olarak bütün cemaatlerin kötülendiği ve hatta kriminalize edilmeye çalışıldığı bir döneme geldik. Cemaat ve devlet ilişkileri meselesinin laiklikle ilgisi nedir?

Ben de bir hatıra anlatarak başlayayım. Bundan üç-dört sene önce Bayburt’tan Erzurum’a gitmiştim. Orada arabadakilerden biri “en iyi cemaat cami cemaatidir” dedi. Aslında kastettiği şey “tek cemaat cami cemaati olmalıdır” idi. Ben de sordum “ne biliyorsun bu cemaatler hakkında?” “Çok iyi biliyorum, hepsi aynıdır, hepsi devletten geçinmeye ya da devleti ele geçirmeye çalışıyor” mealinde şeyler söyledi. “Nur cemaati ile FETÖ arasında hiçbir fark yok” dedi. Ben de “hiçbir şey bilmiyorsun ve bilmeden konuşuyorsun” diye itiraz ettim ve farklarını izah ederek susturdum.

Önce cemaatlerin hukukî boyutuna ve sonra da yaşananlara temas etmek isterim. ABD’de bin beş yüz civarında Hıristiyanlık temelli tarikat, cemaat, mezhep vs. var. Devlet bunlarla bir mesele yaşamıyor. Zira herkes yerini biliyor. Devlet devletliğini, cemaat cemaatliğini. Eğitimde, sivil toplum faaliyetlerinde kurallar ve sınırlar netleştirilmiş. Bir dinî cemaat ya da tarikat, mezhep, devlete ya da kamuya zarar vermeye başladığı anda, karşısında devleti bulur. Bunu bildiği için de bu işlere tevessül etmezler.

Bizde ise devlet ve millet doğru şekilde bütünleştirilememiş. Devlet cumhuriyetin başından itibaren dindarlara mesafeli ve hatta dışlayan bir uygulama yapmış. Dindarlar da devletle bütünleşemediği gibi kendisini devlete rakip olarak görmüş. Çare olarak da yanlış bir fikre yani “devleti bu adamlardan kurtarmamız ve bizim yönetmemiz lâzım” fikrine kapılmışlar. Ben buna devleti fethetmeye yönelen “fetihçi anlayış” diyorum. Bu anlayış devletten zarar gören ya da devletin bir kavga içine girdiği bütün gruplarda az veya çok oluşmuştur. Bu kesim iktidara geldiği zaman da, karşı kadrolaşmaya tevessül ediyor. Bu kez de, devletin önceki sahipleri karşı fetihçi harekete girişiyor. Devleti elde edemediği zamanlarda da geçmiş yıllarda olduğu gibi askerî darbelere yöneliyorlar.

Burada elbette dine hizmet için nurdan ve nasihatten başka bir yöntemi kabul etmeyen ve bilhassa siyaset topuzlarına el atmayı reddeden Nur Cemaatini ve benzerlerini ayırmak lâzım. Onlar da genel havadan etkilenmişler, ama Risalelerin bağlayıcı metin olarak kabulü sayesinde ana istikameti muhafaza etmişler.

Diğer büyük çoğunluk “devleti benim elde etmem lâzım” “devlet benim olmalı” anlayışını uygulamaya çalışmış. Oysa devlet bütün vatandaşların ortak organizasyonudur. Zaten Bediüzzaman’ın mealen “devleti demokratlar yönetsin” demesinin sebebi de budur.

Bu anlayışı ihlâl eden cemaat görünümlü yönelimler ve devletin bunlara prim veren yanlış uygulamaları gelinen noktada, muhafazakâr insanlarda bile “cemaatler kötüdür, hepsinin kökünü kazımak gerekir” algısının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Dış bağlantıların da etkisiyle bu algı pekiştirilmeye çalışılıyor.

Olması gereken şudur: Meselâ ben bir Nur Talebesi isem, bir mü’min olarak cemaatimle ilişkilerimi ihlâs çerçevesinde sürdürürüm. Ama aynı zamanda devlet memuru isem devlet içindeki hiyerarşinin ve kanunların bana yüklediği görevi de hakkıyla yerine getiririm. İkisini birbirine karıştırmam.

Bunun ötesinde bir yönelim fetihçi anlayışı beraberinde getiriyor. Bu anlayış da devlette “benden olsun sap olsun, benden olsun taş olsun” anlayışıyla illa “şuraları biz dolduralım” anlayışını getiriyor. Bu da hem cemaatler arasında garip ve haksız bir rekabete sebep oluyor ve hem de devletle cemaatler arasındaki ilişkileri bozuyor. Daha da önemlisi cemaat algısı ve kavramı zarar görüyor.

Batıda bu meseleler doğru yürüyor. Sebebi belli. Bir dine, tarikata ya da cemaate mensup devlet görevlisi, devlet işlerinde cemaat bağlantısını ya da cemaat içi statüsünü kullanmıyor. Cemaatinde de devletteki statüsü önem taşımıyor. Onlar buna da laiklik diyor. Bizim de bu yapıyı kurmamız gerekiyor.

Esasen din devletin himayesi ile gelişmez, toplumun sivil oluşumları ile inkişaf eder. İslâmı ihlâsla ve yaşayarak bizzat insanlar anlatırsa neticesi olumlu olur. Dinin devletin himayesine ihtiyacı yok ve olamaz. Devlete ihtiyaç sadece eğitim planlamasında olabilir. Eğitimde programlama devletin görevi ve Devlet bu görevini hakkıyla yapmalı.

Meselâ, imam hatiplerin bugünkü yapısı en niteliksizi form. Çünkü kuruluşundan bu yana din adamı ihtiyacını karşılamak için var olmuşken şimdilerde dolaylı yöntemlerle amacı değiştirilerek dindar nesil yetiştirmek için ortam kurmak gibi bir amaca dönüştürüldü. Oysa dindar nesil yetiştirmek az önce de dediğimiz gibi esasen sivil toplumun işi. Devlet ise eğitim kurumlarında ve üstelik sadece bir ortaokul ya da lisede değil bütün eğitim içinde dinle barışık bir eğitim müfredatı ve modeli geliştirmeli.

Dinî bilgilerin ve bilhassa Risale-i Nurlar’daki imanî hakikatlerin seçmeli din derslerine emdirilerek verilmesini sağlamak için toplumun ve devletin hazırlık yapması lâzım. Normal ortaokul ve liselerde de, özellikle seçmeli din derslerinde, kader bahsinden diğer iman esaslarına kadar, Risale-i Nurlar’daki hakikatler müfredat kapsamında talebelere verilebilmelidir. Buna sistem müsait mi? Maalesef hayır. Çünkü militan laiklik adına ideolojik eğitim mecburî hale getiriliyor.

-DEVAM EDECEK-

Okunma Sayısı: 3684
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı