Menderes: Türk milleti Müslümandır Ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvelâ kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesi, onun esasını ve kaidelerini öğretmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır.
DİZİ: LAİKLİK MESELESİ - 5
YENİ ASYA ARAŞTIRMA MERKEZİ
Komünizm manasındaki bir başka tatbikatın izlerine 1945’te Emirdağ menfasında rastlıyoruz. İsmi cumhuriyet olmasına karşılık uygulaması tam bir istibdat olan hadiseler...
Ali Fuat Hoca’nın tesbitini doğrulayan hadiseleri Said Nursî şu cümlelerle ifade ediyorlar:
“Hürriyetin en geniş suretini veren cumhuriyet hükümetinde her bir hürriyetten men edilmekle beraber; düşmanlarım, benim aleyhime her cihetle serbest olarak beni eziyorlar. Hürriyet-i vicdan (vicdan hürriyeti) ve hürriyet-i fikr-i ilmiyeyi (ilmî fikir hürriyeti) temin eden cumhuriyet hükümeti, ya beni tam himaye edip; garazkâr, evhamlı düşmanlarımı sustursun veyahut bana, düşmanlarım gibi hürriyet-i kalem (kalem hürriyeti) verip, müdafaatıma yasak demesin. Çünkü; resmen, perde altında her muhabereden (haberleşmekten) men’im (yasağım) için postahanelere gizli emir verilmiş. Su ve ekmeğimi getiren bir tek çocuktan başka kimseyle beni görüştürmemek için tenbihat verildiği bir zamanda, eskiden beri benim muarızlarım fırsat bulup, tam Mahkeme-i Temyiz’in (temyiz mahkemesinin) beraatimizi tasdik ederek, mahkemedeki ehl-i vukufun (bilirkişi) tahsin ettikleri (beğendikleri) kitaplarımı almayı beklerken; o düşmanlarım, hiç münasebetim olmayan bir-iki mahrem (özel) risalelerimi verdirip, sonra meslekçe benim aleyhimde bir-iki ehl-i vukufun eline geçirip, aleyhimde fena bir rapor hazırladıklarını işittim. Daha sabır ve tahammülüm kalmadı. Ben hükümet-i cumhuriyenin bütün erkânlarına, belki dünyaya ilân ediyorum ki: …” (Emirdağ Lâhikası, s. 27)
Bediüzzaman’ın; siyasetlerine nokta-i istinat olduğu hürriyetçi ve demokrat siyasetçilerin demokrasi ve laiklik anlayışlarının yukarıda izah etmeye çalıştığımız çerçevede olduğunu araştırmalar ortaya koyuyor. Said Nursî’nin İslâm kahramanı diye vasıflandırdığı merhum şehit Menderes’in Konya’da yaptığı konuşmadaki laikliğin tarifi, konumuz için büyük önem arz ediyor:
“Konya’da hükümet meydanında büyük bir kitle halinde toplanmış bulunan çok muhterem Konyalı vatandaşlarıma karşı söylediğim nutkun laiklik telâkkimiz (anlayışımız) hakkındaki kısmının su-i niyet (kötü niyet) sahibi kalemlerde nasıl tefsire tâbi tutulduğunu, ben de esefle (üzüntü) müşahede ettim. Bunlardan bir kısım sözlerimin kardeşi kardeşe kırdıracak bir mahiyette olduğunu, bir kısmı sağ politikacılara meydan açtığını ve mukaddesatçılık yasağını ortadan kaldırdığını ve netice itibarıyla Türk inkılâplarının büyük esaslarından birini zedelediğini ifade etmişlerdir. Bütün bu yazılarda dikkatime çarpan cihet, Konya’daki sözlerimin takip olunan maksatlara ve elde edilmek istenilen neticelere göre tahrif edilmiş (saptırılmış) olmasıdır. Meselenin iyice anlaşılması için, evvelâ Konya’daki sözlerimi bir kere daha ve o günkü Anadolu Ajansı’nda neşredildiği gibi tekrar etmek isterim. O gün aynen şöyle demiştim: ‘Şimdi size laiklik telâkkimizden de (anlayışımızdan) bahsetmek istiyorum. Laiklik bir taraftan din ile siyasetin birbirinden ayrılması, diğer taraftan ise vicdan hürriyeti manasına gelir. Din ile siyasetin kat’î surette birbirinden ayrılması esasında en küçük tereddüde dahi tahammülümüz yoktur.
Vicdan hürriyeti bahsine gelince: Türk milleti Müslümandır. Ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvelâ kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesi, onun esasını ve kaidelerini öğretmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır. Halbuki mekteplerde din dersi olmayınca, evlâdına kendi dinini telkin etmek ve öğretmek isteyen vatandaşlar bu imkânlardan mahrum edilmiş olurlar. Müslüman çocuğu, dinini öğrenmek gibi pek tabiî bir haktan mahrum edilmemek icab eder. Böyle mahrumiyet ve imkânsızlık vicdan hürriyetine uygundur denilmez. Bu itibarla orta mekteplerimize din dersleri koymak, yerinde bir tedbir olacaktır. Dinsiz bir cemiyetin, bir milletin pâyidar (devam etme, hüküm sahibi olma) olabileceğine inanmıyoruz. En ileri milletlerin dahi din ile siyaset ve dünya işlerini birbirinden ayırdıktan sonra ne derece dinlerine bağlı kaldıklarını biliyoruz. Bugünkü seviye ile asil milletimize taassup isnadı reva görülemez. Milletimiz dinine sımsıkı bağlı olduğu kadar, umumiyetle dini en temiz duygularla benimsemektedir. İslâmlık, milletimizin vicdanında en musaffâ (saf, temiz ve duru) seviyesini bulmuştur. Müslümanlığı ve onun esaslarını, farizalarını (farzlarını) ve kaidelerini kifayetle (yeterli derecede) telkin edip öğretecek öğretmenlerimizin yetiştirilmesine ayrıca gayret sarfedilecektir.” (Emirdağ Lâhikası s. 418–419)
Bediüzzaman Hazretleri’nin müdahil olduğu İstanbul “Gençlik Rehberi” müdafaasındaki ifadelerde laikliğin tarifinin yanı sıra laiklik perdesi altında “din hürriyetine hücum edenlerin” maksatları da teşrih ediliyor.
“Laiklik, bir vicdan ve fikir hürriyeti olduğuna göre; dinsizler ve din düşmanları, İslâmiyet aleyhinde her çeşit hücumları, taarruzları yapar; anarşik fikirlerini o hürriyet-i vicdan (vicdan hürriyeti) ve fikir bahanesiyle neşreder de, fakat bir İslâm âlimi o hürriyet-i fikir (fikir hürriyeti) düsturuna istinaden bin yıldan beri İslâmiyet’in serdarı olmuş bir millet içinde ve o milletin bin yıllık an’anesine (geleneğine), kanunlarına ittibâ ederek ve yine o milletin saadeti uğrunda, ahlâk ve namusun muhafazası yolunda dinî bir ders beyan etmesi laikliğe aykırıdır diye suçlu gösterilir; devletin nizamlarını (düzenini) dinî inançlara uydurmak istiyor diye mahkür (hakaret edilmiş) gösterilir. Biz böyle bir gayr-ı mümkünün (imkânsızın), mümkün olmasına ihtimal vermiyoruz. Adaletin buna müsaade etmeyeceğini şüphesiz biliyoruz.” (Emirdağ Lâhikası, s. 365)
Bediüzzaman ve talebelerinin tebrik telgraflarıyla alkışladığı bu beyan, hakikî demokrasilerde laikliğin nasıl uygulandığını göstermesi cihetiyle konumuz açısından önemlidir.
Bazı AB ülkelerinin bünyelerindeki otuz milyona yakın Müslüman’ın laiklik prensibi çerçevesindeki bazı meselelerinde nadiren de olsa Kemalizme atıfta bulunmaları; onların hem İslâmiyet, hem Türkiye tarihi hem de doğru demokrasilerdeki İslâm Hukuku telâkkilerindeki cehaletlerini ortaya koyuyor kanaatindeyiz. Din ve devlet ilişkilerinde sıkıntı yaşadıkları Müslümanlara nasıl bir laiklik anlayışını tatbik edeceklerini Bediüzzaman’dan öğrenselerdi, global düzeyde gizli komünistlerin ve masonların idare ettikleri terör grupları AB´ye böyle rahatça musallat olmazlardı.
Dini ya hayattan tamamen çıkarmak (Fransa modeli) veya devletin kontrolüne vermek (Almanya modeli) usûllerinin dışında; bütün dinî cemaatlerden oluşmuş, koordine ve gözetleyici özelliğe sahip üst konseyler aracılığıyla tam hürriyet verilebilseydi; Avrupa Birliği ülkelerinde idarelerin din-devlet ilşkilerindeki sıkıntıları daha az olacaktı düşüncesindeyiz. Yani, demokrasinin gereği olan meclisler ülkeyi laiklik çerçevesinde idare ederlerken, bir fıtrî ihtiyaç olan dinin nerede ve nasıl uygulanabileceğini de yine demokratik gözlemci konseyler ve meclisler yardımı ile belirleyebilirdi. Zira bir kişinin hakkının topluma feda edilmediği doğru demokrasilerde, meseleler yine ancak demokratik kurallar içinde çözülebilir.
Said Nursî’nin demokrasi düşmanlarıyla laiklik meselesindeki mücadelesinde vurgulamamız gereken önemli bir nokta daha var. Bazı mektuplarında açıktan açığa “komünist ve mason” kelimelerini kullanırken; çoğu yerde “harici cereyanlar”, “zındıka”, “dışarıdan müdahale eden dinsizler” ve başka namlar altında tanımladığı bu insaniyet ve İslâmiyet karşıtlarını; daima devletten, devleti temsil eden memurlardan ve hatta rejimin tek parti idaresinden nasıl ayırdığını görmek zorundayız. Bu zihniyetin 31 Mart İhtilâli’yle birlikte devlete nüfuz ettiğini ve günümüzde de misyonunu icraya devam ettiğini her an müşahede edebiliyoruz. Bediüzzaman’ın “Büyük Cihad Gazetesi”nde neşrolunan bir yazısı münasebetiyle savcılığa şikâyeti üzerine, kendileri İstanbul’da hâkimin karşısına çıkar ve fevkalâde ilginç bir müdafaada bulunur:
“Gizli düşmanlarımız bu Ramazan-ı Şerifte, tekrar adliyeyi benim aleyhime sevk ettiler. Mesele de bir gizli komünist komitesiyle alâkadardır.“ (Emirdağ Lâhikası, s. 388). Giriş cümlesiyle başlayan müdafaanın konumuz ile yakın alâkası olduğu halde, çalışmamızın çerçevesinin yetersizliğinden ekler bölümüne alacağız.
Ve yine maksadını açık-seçik ifadesi cihetiyle şu satırları da iktibas ediyoruz:
“… otuz beş seneden beri dünyayı terk eden bir adama bu tarz muameleler, kat’iyen şek ve şüphe bırakmadı ki; komünist perdesi altında anarşilik hesabına vatan ve millet ve İslâmiyet ve din aleyhinde müthiş bir suikast eseri olduğu gibi, İslâmiyet’e ve vatana hizmete niyet eden ve müthiş haricî tahribata karşı cephe alan dindar mebuslar ve Demokratlara dahi büyük bir suikasttır.” (Emirdağ Lâhikası, s. 389)
Laiklik meselesi her ne kadar Fransa’da Kilise ile Kilise dışındakilerin problemi olarak ortaya çıkmış olsa da, bunun günümüzde global bir tarz veya problem olduğunu birlikte görüyoruz. Demokrasinin tekâmülüne paralel olarak laikliğin de, idare edilen halkların istekleri ve inançları doğrultusunda uygulanacağını söylemek kehanet olmasa gerek. Halkın dindar olması sebebiyle, laiklik ilkesini – kimseye haksızlık yapmadan– elbette idareciler dindarların lehine tatbik edeceklerdir. Zira bu tarz uygulama hem demokrasiye daha uygun ve hem de idarecilerin işlerini daha da kolaylaştırır bir üslûptur.
“Evet inkâr edilmez ki; kâinatta, dinsizlik ile dindarlık Hz. Adem zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar gidecektir. Bu meselemizin künhüne vakıf olan herkes; bize olan bu hücumun, doğrudan doğruya dinsizlik hesabına dindarlığa bir taarruz olduğunu anlar. Ekser-i hükemanın Garb’da ve Avrupa’da zuhuru ve ağleb-i enbiyanın Şark’ta ve Asya’da tulûları kader-i ezelînin bir işaret ve remzidir ki; Asya’da hakim, galip, din cereyanıdır. Elbette; Asya’nın ileri kumandanı olan bu hükümet-i cumhuriye, Asya’nın bu fıtrî hasiyetinden ve madeninden istifade edecek ve bîtarafâne prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir.” (Tarihçe-i Hayat, s. 212)
SON