Bilim ve din yan yana anıldığında, çoğu zaman zihinlerde bir gerilim ya da çatışma alanı canlanır.
Sanki bu iki kavram bir araya geldiğinde kaçınılmaz olarak bir tartışmanın fitili ateşleniyormuş gibi algılanır. Bu durum, tarih boyunca yaşanan bazı çarpıcı örneklerden ve yanlış anlamalardan beslenir. Oysa bilim ve din, farklı sorulara yanıt arayan, farklı alanlara hitap eden iki ayrı düşünce sistemidir...
Din ve bilimin temel işlevleri, insan yaşamında anlam ve bilgi arayışını sağlayarak hayatın iki önemli unsurunu oluşturur. Din, insanlara ahlâkî değerler, manevî rehberlik ve yaşamın anlamını sunarken, toplumların kültürel yapılarını şekillendirir ve insanlara iç huzuru ve umut aşılar.
Dünyaya ve onun davranışlarına yönelik bir merakın ürünü olan bilim ise tabiatı anlamlandırma, kâinatın sırlarını çözme ve teknolojik gelişmelerle hayatı kolaylaştırma işlevi görür. Bu iki unsur, birbirini tamamlayarak insanın hem ruhsal hem de entelektüel ihtiyaçlarını karşılar ve böylece varoluşun temel taşlarını oluştururlar. Ancak bu iki alan arasındaki ilişki doğru anlaşılmaz ve diyalog köprüleri kurulmazsa, insanlık için vazgeçilmez olan bu iki unsur, yapay bir çatışma alanına dönüşebilir.
Araya bir not olarak, din ile bilimin birbirinden koparılması fikri esasen Batı düşünce geleneğine aittir. Hristiyanlık tarihinde yaşanan bazı bilim karşıtı uygulamalar ve kilise otoritesiyle bilim insanları arasındaki çatışmalar, zamanla bilim ve dini iki zıt kutup gibi gösteren bir anlayışın doğmasına neden olmuştur. Ancak İslâm kültüründe tarih boyunca böyle bir ayrım yapılmamış, bilakis din ve bilim bir bütünün parçaları olarak görülmüştür. Nitekim İslâm medeniyetinin en parlak dönemleri, aynı zamanda bilimsel gelişmelerin de zirvede olduğu dönemlerdir. Bağdat’taki Beytülhikme, Endülüs’teki Kurtuba medreseleri ve birçok İslâm merkezinde yetişen âlimler hem dinî hem de fen bilimlerinde derinleşmişlerdir. Zamanla çeşitli sosyal, siyasî ve kültürel sebeplerle Müslüman toplumlarda dinî ilimlere öncelik verilirken fen ilimleri ihmal edilmiş, bu da bilimsel gelişmenin yavaşlamasına yol açmıştır. Ancak bu ayrışma, İslâm’ın özünden değil, tarihî süreçlerden kaynaklanmaktadır. İslâm dünyasında bu ayrımı din ilimleri ve fen ilimleri olarak ele alabiliriz. İslâm medeniyetindeki bu bütünleştirici bakış açısını somutlaştırmak için Risale-i Nur’da geçen şu örnek oldukça açıklayıcıdır. Bir kitap düşünelim; her harfi özenle, değerli taşlarla işlenmiş: kimi elmas gibi parlak, kimi altın gibi ağırbaşlı, kimisi ise zümrüt, safir ya da yakut gibi nadide. Bu kitabın her harfi bir sanat eseri, her kelimesi bir düzenin parçası olarak karşımıza çıkar. Bilim bu kitabın harflerini oluşturan değerli taşların yapısına, dizilişine ve fiziksel özelliklerine odaklanır. Elmasın kristal yapısını, altının atomik dizilimini veya diğer mücevherlerin optik özelliklerini inceler. Bilim için önemli olan, bu maddî unsurların nasıl bir araya geldiği, hangi yasalara uyduğu ve evrendeki düzenin matematiksel ifadesidir. Bilim, bu muhteşem eserin nasıl inşa edildiğini, hangi malzemelerle ve hangi yasalar çerçevesinde ortaya çıktığını araştırır.
Öte yandan din, bu kitabın niçin yazıldığını, ne anlatmak istediğini ve bu anlamın insan hayatındaki yerini sorgular. Onun ilgilendiği şey, harflerin ardındaki anlam, cümlelerin ruhudur.
Bilim harfleri çözerken, din kelimelerin gönle dokunan anlamına ulaşmaya çalışır. Aynı kitaba bakarlar ama odaklandıkları yön farklıdır. Biri varlığın işleyişini anlamaya, diğeri varoluşun amacını kavramaya çalıştığından, din ve bilim aslında birbirinin zıttı değil, tamamlayıcısıdır.
—Devam edecek—