“Ahlâk ve adalet konusunda düşüncelerimiz ne kadar dolgun da olsa nihayet yaptırımı yoksa insanoğlu hatta en dindar insan bile haksızlık yapabilir, zulüm yapabilir, günah işleyebilir” diyen gazeteci-yazar Taha Akyol, adaletin yerine gelmesi için de, ahlâkın muhafazası için de mutlaka hukukun gerektiğini vurguladı.
İstanbul - Naciye Kaynak Doyran
Fotoğraflar: Seyhan ŞENTÜRK - Yeni Asya
Asya Kültür ve Medeniyet Derneği ve İstanbul Yeni Asya okuyucuları tarafından düzenlenen “Huzurlu Toplumun Temeli Ahlâk ve Adalet” başlıklı panel Eyüp Sultan Kültür ve Nikâh Merkezi’nde yapıldı. Tarık Söylemezoğlu’nun moderatörlüğünde gerçekleşen panelin konuşmacılarından gazeteci yazar Taha Akyol, her insanın haksızlık yapabileceğini, bu yüzden mutlaka hukukun gerekli olduğunu ifade etti.

Ahlâk ve adalet konusunda düşüncelerimiz ne kadar dolgun da olsa yaptırımı yoksa en dindar insanın bile haksızlık, zulüm yapabileceğinin altını çizen Akyol, “Öyleyse adaletin yerine gelmesi için de ahlâkın muhafazası için de mutlaka hukuk gerekir. Ahlâk işin özü, adalet için zorunlu bir unsur fakat yeterli değil. Mutlaka hukuk düzeninin adaleti ve ahlâkı koruyacak bir yaptırım gücüne sahip olması gerekir” diye konuştu.
KUVVETLER AYRILIĞI ŞART
Konuşmasında Namık Kemal’e de değinen Akyol, onun, kuvvetler ayrılığı fikrinin bizdeki öncülerinden olduğunu söyledi. Akyol konuşmasında hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı konularına dikkat çekmiş olan isimlerden Münif Paşa, Ahmet Ağaoğlu, Babanzade İsmail Hakkı ve Ali Fuat Başgil’e de değindi.
Taha Akyol şöyle devam etti:
"Avrupa'da zihinlerde genel bir aydınlanma yaşandığında o aydınlanma fizikte Newton'u ortaya çıkarıyor. O aydınlanma devlet felsefesinde, devleti sorgulayan Thomas Hobbs. Dikkat ediniz, adalet, hukuk fikriyle birlikte, ferdî hak ve hürriyetler fikriyle birlikte Newton, modern fizik ortaya çıkıyor.
"Bizde bunun öncüsü Namık Kemal'dir. Vatan şairi olarak bilinir. Belki de Cumhuriyet devrinde, savunduğu kuvvetler ayrılığı gibi fikirleri bilinmesin diye vatan şairliğine indirgendi.

“İkincisi Münif Paşa'dır. Bunlar bizde yargı bağımsızlığını, kuvvetler ayrılığını ilk savunan isimlerdir.
"Bir başkası, Babanzade İsmail Hakkı beydir. Mekteb-i mülkiyede anayasa dersi verirken 45 yaşında kalp sektesinden vefat etti maalesef. keşke cumhuriyet devrinde hayatta olsaydı. kuvvetler ayrılığını savunan birisi olarak. Biri de Ahmet Ağaoğlu'dur. O da kuvvetler ayrılığını savunuyordu, fakat serbest fırkayla muhalefete geçti. 1933 reformunda üniversiteden atılarak susturuldu.
“Ali Fuat Başgil; benim manevî hocam, mürşidim, rehberim. Maalesef hayatta iki defa elini öpmek şerefine nail oldum ama doğrudan öğrencisi olamadım. Ali Fuat Başgil 1960 yılında yayınlanan Teşkilât Hukuku kitabında şöyle diyor: 'Siyasî iktidar bir elde toplanmamalıdır. Bilâkis, hâkimiyetin birer branşını kullanan otoriteler birbirinden ayrılmalı ve birbirine karşı serbest ve muhtar bir durum almalıdır. Bu sayede ayrılan kuvvetler birbirini tartmalı ve durdurmalıdır. Bu vaziyet hükümette itidal husule getirir. Vatandaşların hak ve hürriyetleri ancak böyle mutedil ve dengeli bir hükümette gün yüzü görür. Bunun aksine olarak bütün kuvvetler bir elde ve bir başta toplanırsa bu el ister bir şahıs, ister bir heyet olsun, taşkın bir otoriteye sahip olacağı için kabına sığmaz bir hale gelir. Bir irade tek bir ferman haline gelir, sonucu ise istibdattır' diyor. ne zaman, 1960.
“Netice itibarıyla yeni anayasadan bahsediliyor ya darbe anayasasıydı, şuydu buydu bunları bir kenara bırakıp bir anayasada olması gereken şu prensipleri söylüyorlar mı söylemiyorlar mı? Ona bakalım lütfen.
“Hukukun üstünlüğü diyorlar mı? Kuvvetler ayrılığı diyorlar mı?Avrupa insan hakları sözleşmesi diyorlar mı? Yargının bağımsız ve tarafsız olmasını, bunun tedbirlerini söylüyorlar mı? En önemlisi de kuvvetler ayrılığı kelimesini ağıza alıyorlar mı almıyorlar mı? Almıyorlar maalesef."
2. Meşrutiyet İslâmcıları istisna
Konuşmasında İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin de halifenin meşruiyetini güçlendirmek üzere teklif edilen baş kadılık görevini kabul etmediği için işkence gördüğünü anlatan Akyol, İngiliz tarihçi Lord Acton’un “Güç bozar, mutlak güç mutlaka bozar” sözüne dikkat çekti. İslam tarihinde ulemanın yöneticilere genellikle itiraz etmediği için gücün nasıl sınırlandırılacağı düşüncesinin gelişmediğini söyledi. “Bunun istisnası 2. Meşrutiyet dönemidir. Bugünkü İslâmcılar 2. Meşrutiyet İslâmcılarının maalesef çok gerisinde kalmışlardır” diyen Akyol, bugünkü İslamcıların idealize ettikleri hilafet, padişah, Abdülhamit, Osmanlı İmparatorluğu gibi bizim de saygı duyduğumuz kavramları 2. Meşrutiyet İslâmcılarının bilfiil yaşadıklarının ve problemlerini gördüklerinin altını çizdi.
İkinci meşrutiyet döneminde Said Nursî’nin toplumsal meselelerimiz hakkında yaptığı ‘altı hastalık’ yorumunu da aktardı.
Teoriyle pratik arasında uçurumlar var
İslâm düşüncesinin temel felsefesinde, Kur’ânî lafızda en temel kavramlardan birisinin adalet olduğuna dikkat çeken İstanbul Milletvekili ve insan hakları savunucusu Mustafa Yeneroğlu ise, Türkiye’de ve İslâm dünyasında yaşanan can yakıcı olayların bununla çeliştiğini, teoriyle pratik, vahiyle tarih arasında uçurumlar olduğunu söyledi. “Kur’ân’ın adaletle ilgili buyrukları aktif sorumluluğa çağrıda bulunur. Belki en önemli hususlardan birisi bunun altının çizilmesi gerekliliğidir” diyen Yeneroğlu, Cuma günü hutbelerde Allah’ın adaleti emrettiğinin bütün islam dünyasına hatırlatıldığını, ama nedense kimsenin bunun ne manaya geldiği üzerinde durmadığını söyledi.

Adalet, hürriyet gibi teorik iddiaların batı dünyasında nisbeten kurumsallaştığını söyleyen Yeneroğlu, İslâm dünyasının bunu başaramadığını dile getirdi. Konuşmasında İslâm’ın bize aktif bir sorumluluk iddiası yüklediğini vurgulayan Yeneroğlu, “İbadetlere kısıtlı, ritüele kısıtlı, kimliğe kısıtlı, etikete kısıtlı bir din anlayışını aslında kategorik olarak reddeden bir çerçeve sözkonusu” dedi. Maide Suresinde “Takvaya en yakın olan adalettir” buyurulduğuna dikkat çeken Yeneroğlu, “Tefsirlere bakınca sultan sofrasına oturmamaya kadar gidiyor bu konu. işte Ebu Hanife örneği, ama tüm İslâm tarihinde belki birkaç örnek sayabiliriz Ebu Hanife örneğinde olduğu gibi. Bediüzzaman da bu örneklerden birisi” dedi.
Cambridge Üniversitesi’nde yapılan çalışmalarda, İslâmîlik ölçütüne göre en üst sıralarda İskandinav ülkelerinin geldiğini anlatan Yeneroğlu, Malezya’nın 41. sırada, Türkiye’nin ise 109. sırada yer bulabildiğine dikkat çekti.
Hanefilik ne manaya gelir?
Batı dünyasında çocukların bile Sokrates’i tanıdığını söyleyen Yeneroğlu, “Fakat İslâm dünyasında İmam-ı Azamı tanıma biçimimiz abdest suyunun ılıklığıyla ilgili olabilir en fazla. İmam-ı Azam muazzam bir hukuk adamı. Çok büyük bir siyaset adamı ve “Zulmü meşrulaştırmam, gerekirse bunun için hayatımı veririm” diyen bir insan. Onu tanımıyoruz, bilmiyoruz, ama sorsak büyük bir çoğunluğumuz Hanefiyiz. Hanefilik ne manaya gelir konusuyla ilgili genellikle yüzleşmeyiz. İşte geçici zaruret dediğimiz ümmetin birliği için zulme sessiz kalmak nasıl kalıcı bir ideolojiye dönüştü bunun üzerinde durmadıktan ve bunu aşmadıktan sonra, vahye geri dönüp vahyin esaslarını sorumlu Müslümanlık bilincine dönüştürmedikten sonra yol alabileceğimizi düşünmüyorum” sözleriyle konuşmasını sürdürdü.
“Sen sana ne sanırsan...”
Panelin son konuşmacısı Prof. Dr. Ahmet Battal da hukukun önemi üzerinde durdu. Hukukun çerçevesinin adalet, özünün ahlâk olduğunu ifade eden Battal,”Ahlâkın özü nedir, empati diyorlar Batı düşüncesinde. Yunus Emre diyor ki ‘Sen sana ne sanırsan ayrığa da anı san. Budur eğer bilirsen dört kitabın manası.’ Yani sen kendin için ne istiyorsan başkası için de onu iste. Dört kitabın manası işte budur. Kendimizi başkasının yerine koyma becerisi. Bunu başarabilirsek dört kitabın manası yerine gelmiş olur” dedi.

Bediüzzaman’ın iman, hayat, şeriat meselelerinden bahsetmesinin boşuna olmadığını söyleyen Battal, ferdin imanı kuvvetlenip topluma ahlâk olarak yansımadan devletin adaletin olamayacağını ifade etti. Battal, Türk toplumunda ve İslâm dünyasında insanların, entelektüellerin büyük bir çoğunluğunda “kişisel ve resmi görüş” şeklinde ikilik hali olduğunu dile getirerek bunun çözümü olarak da demokrasiyi, hukuk devletini güçlendirmek gerektiğini söyledi.
