Mersin Milletvekili ve Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu Üyesi Mehmet Emin Ekmen, Bediüzzaman Said Nursî’nin 125 yıl önce ortaya koyduğu tespitlerin bugün de geçerliliğini koruduğunu belirtti.
Birinci Bölüm: Bediüzzaman'ın reçetesi bugüne ışık tutuyor - Diyarbakır paneli büyük yankı uyandırdı
Diyarbakır Paneli ses getirdi
Yeni Asya A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı İzzet Atik: “Medresetüzzehra projesi hâlâ eksikliğini hissettiriyor”
Diyar-ı Bekir’de Nurun bayramı
Kalpler hep birlikte atıyor
Diyarbakır’da panel heyecanı
Diyarbakır’da çözüm arayışları
DİZİ-ARAŞTIRMA-İNCELEME: TERÖRE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI - İÇ VE DIŞ UNSURLARIN ZORLAMASI
Bediüzzaman’sız bir çözüm mümkün mü?
DİYARBAKIR - NURSEZA PARLAKOĞLU
FOTOĞRAFLAR: ERHAN AKKAYA- YENİ ASYA
Mersin Milletvekili ve Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu Üyesi Mehmet Emin Ekmen, konuşmasında Bediüzzaman Said Nursî’nin 125 yıl önce ortaya koyduğu tespitlerin bugün de geçerliliğini koruduğunu belirtti. “Ömer Ergün Hocam bize önden, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin bu konudaki görüşlerini bir not olarak göndermişti” diyen Ekmen, Münazarat’a yeniden baktığında derin bir hüzün hissettiğini ifade etti. Tam olarak 125 yıl sonra, 125 yıl önce ifade edilmiş fikirleri konuşmanın getirdiği bir çaresizlik hâli ve kaybedilmiş 125 yıllık bir durum var karşımızda” diyen Ekmen, Bediüzzaman’ın Kürtlere ve bölgeye dair yaptığı sosyolojik analizlerin hâlâ yol gösterdiğini söyledi. Bugün de “Kürtler için değerli sahipsiz bir kavim” ifadesinin geçerliliğini korumasının üzüntü verici olduğunu dile getiren Ekmen, Cumhuriyetin 100 yılına rağmen istenen toplumsal olgunluğa ulaşılamadığını kaydetti.

Hukuk ve hürriyet temelli birlik şart
Ekmen, Münazarat ve Uhuvvet Risalesi’nin bugün için de güçlü bir yol haritası sunduğunu vurguladı: "Münazarat’a ve Uhuvvet Risalesi’ne baktığımızda –belki bu iki temel eser üzerinden– Bediüzzaman’ın bakış açısını bugüne taşıyabiliriz. Bir kelime haritası çıkardığımızda; Münazarat’ta geçen meşrutiyet, hürriyet, kanun-i esasî (anayasal düzen), istibdat (tek adamcılık), meclisin rolü ve hâkimiyeti, gayrimüslimlerle ilişkiler; diğer tarafta cehalet, zaruret ve ihtilaf meselelerinin bugün hâlâ farklı formlarda geçerli olduğunu görüyoruz." Medresetüzzehra projesinin önemine dikkat çeken Ekmen, "O gün ortaya konulan Kürt–Türk–Arap kardeşliği vurgusunun, sadece din kardeşliği değil; aynı zamanda tarihin ve coğrafyanın dayattığı bir komşuluk zarureti olarak bugün de geçerli olduğunu söylüyoruz. Bugün ne sadece Kürde, ne sadece Türke, ne sadece Araba; hukuk, adalet, demokrasi ve özgürlük vadeden bir yaklaşım geçerli olabilir. Ancak bunların hepsini bir arada değerlendirdiğimizde bir sonuca varabiliriz" ifadelerini kullandı.

Hiçbir devir Bediüzzaman’ın kıymetini bilmedi
“Kürtlerin içtimaî hayatının Türklerin hayat ve saadetinden neşet ettiği”ne dair teklifin; bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimizin Türkler olduğu vurgusunun gerçekten geçerli olduğunu düşünüyoruz" diyen Ekmen, devletin bütün hatalı uygulamalarına rağmen bugün de Türkler, Araplar ve Kürtler arasında bu manada bir ayrım olmadığını rahatlıkla görebildiklerini belirtti. Ekmen, "Uhuvvet Risalesi’nin –1946’da yani neredeyse 45 yıl sonra yazıldığında– içerdiği kardeşlik, sevgi, birlik, ittihat, tefrika, şikak, kin ve düşmanlık, adavet, inatlaşma, inat ve haset gibi meselelerin; okuyucuyu barışa ve insafa davet eden sözlerin ve toplumsal barış tahayyülünün bugün de geçerli olduğunu ifade ediyoruz. Aslında ne saltanat, ne meşrutiyet, ne de cumhuriyet Bediüzzaman’ın kıymetini bildi dersek herhalde hata yapmış olmayız; çünkü o büyük bir diğergamlıkla üçünün de önüne reçetelerini koydu" şeklinde konuştu.

Yabancı kaynaklarda bile Bediüzzaman hem âlim, hem aydın
Ekmen, yakın dönemde ortaya çıkan yeni bir araştırmanın Bediüzzaman’ın fikir dünyasını anlamak açısından önemli bir kapı araladığını belirtti. Yaklaşık iki ay önce bir araştırmacı tarafından 1908 yılında Selanik’te yayınlanan Fransızca Le Journal de Salonique gazetesinde üç gün üst üste çıkan Bediüzzaman mülâkatlarının Türkçeye kazandırıldığını hatırlatan Ekmen, gazeteci Maxwell’in bu yazılarda Bediüzzaman’ı hem âlim, hem de memleket meselelerine derinlemesine kafa yoran bir aydın olarak tanımladığını söyledi. Maxwell’in kendi kültürü açısından onu Homeros’a benzettiğini aktararak, “Enteresan bir kişilik, efsanevî bir zat, daha çok tanınması gereken bir kişi; görüşleri orijinal, felsefî ve siyasî haritası mükemmel bir kurguya sahip, merak uyandırıcı biri” sözlerinin dikkat çekici olduğunu ifade etti. Ekmen, bu röportajlarda öne çıkan kavramlara bakıldığında adalet, temsil, özgürlük, birlik, eşitlik ve tekçilik gibi temel ilkelerin Bediüzzaman’ın düşünce dünyasında merkezî bir yer tuttuğunu ve bugün için de güçlü bir mesaj içerdiğini vurguladı.

Bediüzzaman, Şark meselesini adalet ve meşveret ekseninde ele aldı
Ekmen, Bediüzzaman’ın meselelere yaklaşımının dönemini aşan bir bütünlük içerdiğini belirterek, onun bugün “Kürt meselesi” olarak ifade edilen konuyu henüz Cumhuriyet dahi kurulmamışken “Şark meselesi” çerçevesinde değerlendirdiğini söyledi. Bediüzzaman’ın saltanat taraftarı olmadığını; meşrutiyeti ve cumhuriyeti de şekil üzerinden değil, dayanması gereken temel ilkeler üzerinden ele aldığını vurgulayan Ekmen, bu ilkelerin bugün için de geçerliliğini koruduğunu ifade etti. “Meşveret-i Şer’iyye, Meşrutiyet’in ruhudur” sözünün, meşveretin Kur’ânî bir emir olarak çağları aşan önemini gösterdiğini belirtti. Bediüzzaman’ın adalet-i mahza anlayışıyla, devlet ve millet söylemleri arkasında göz ardı edilen etnik, dinî ve mezhebî grupların haklarının korunmasını esas aldığını hatırlatan Ekmen, Risalelerde defalarca vurgulanan “tek bir masumun dahi feda edilemeyeceği” ilkesinin de bugün toplumsal barışın ve hukuk devletinin temelini oluşturduğunu söyledi.

Hürriyet Bediüzzaman’ın şahsiyetinin özüdür
Hürriyetin Bediüzzaman’ın ruhunu en iyi anlatan kavram olduğunu belirten Ekmen, onun ailesine, toplumuna ve dönemin siyasî baskılarına rağmen doğru bildiği sözleri söylemekten asla vazgeçmediğini ifade etti. “Eğer hürriyetinden bir nebze fedakârlık yapsaydı; saltanatta da, meşrutiyette de, cumhuriyette de çok daha iyi siyasî pozisyonlarda, çok daha iyi ekonomik statülerde yaşayabilirdi” diyen Ekmen, Üstad’ın hürriyetin karşısına koyduğu en tehlikeli kavramın istibdat olduğunu, ister şahsi ister cumhuriyet görüntüsü altında olsun, istibdadı insan fıtratını bozan bir zulüm olarak tarif ettiğini hatırlattı. Bediüzzaman’ın “resmî görüş–şahsi görüş” ikiyüzlülüğünü daha o dönemde tespit ettiğini belirten Ekmen, toplumun ahlakının istibdat rejimleri altında bozulduğunu söyledi.

Devlet millete hizmet eder, imtiyazlı statüler kuramaz
Ekmen, Bediüzzaman’ın devlet anlayışının merkezine koyduğu ölçüyü şu sözlerle aktardı: “‘Devlet, memurlarının değil milletin hizmetkârıdır. İstibdat milleti esir eder.’” Bediüzzaman'ın vaaz ettiği selamet-i umumî ve ref-i imtiyaz ilkelerinin, yani hiçbir dinî, etnik veya mezhebî grubun özel statüye sahip olamayacağı bir düzenin, bugün demokratik hukuk devletinin de temelini oluşturduğunu ifade etti. Münazarat’tan Divan-ı Harb-i Örfî’ye, Lem’alar ve Lâhikalara kadar pek çok eserde Bediüzzaman’ın insanlığın bugün büyük bedellerle yeniden keşfettiği hukuk devleti, vicdan özgürlüğü ve vatandaş eşitliği ölçülerini çok önceden tarif ettiğini söyleyen Ekmen, bu ilkelerin günümüz için de geçerli olduğunu vurguladı.

Büyük bir geride kalmışlığın göstergesi
Bediüzzaman’ın meşveret, adalet-i mahza, hürriyet, istibdat ve ahlak kavramlarıyla tanımladığı düzenin tesis edilmesi hâlinde ortada ne Kürt meselesi diye bir meselenin kalacağını ne de insanların başka memleketlere yönelmek zorunda kalacağını söyleyen Ekmen, “Bugün onun o gün yabancı gazeteciler tarafından fark edilen görüşlerini tartışıyor olmamız, Bediüzzaman adına fikirlerinin ölümsüzlüğü bakımından kıymetliyse de; Cumhuriyetin 102. yılı itibariyle büyük bir eksiklik, büyük bir ayıp ve büyük bir geride kalmışlık göstergesidir” dedi. Üstad’ın “İslâm kardeşliği” anlayışının bugün anayasal vatandaşlık kavramına tam olarak tekabül ettiğini ifade eden Ekmen, bunun gayrimüslimlerle ilişkiden toplumsal barışa kadar geniş bir çerçeve sunduğunu kaydetti.

Silahlı örgüt meşru taleplerin önüne set kurdu
Ekmen, Kürt meselesinin çözümünün önündeki en büyük engelin bugüne kadar silahlı bir örgütün varlığı olduğunu, bunun hem istibdadı güçlendiren bir bahane, hem de Kürtlerin meşru talepleri önünde bir bariyer hâline geldiğini söyledi. “Devlet bunu daha önce 13 kere denemiş ve başaramamıştı. İnşallah bugün iç ve bölgesel şartların ışığında bu gerçekleşir” diyen Ekmen, meselenin çözümünün aslında devleti gerçek bir hukuk devleti temelinde özgürlükçü ve çoğulcu bir modele dönüştürmenin de kapısını açacağını ifade etti. 2015’te yeni anayasa döneminde yapılamayan reformların bugün yeniden bir fırsat olarak gündeme geldiğini belirten Ekmen, son 20 yılda atılan önemli adımların yeni sürece bir zemin oluşturduğunu kaydetti.

Kimlik ve taleplerin adresi artık ulus-devlet
Ekmen konuşmasının sonunda iki önemli noktaya dikkat çekti. İlk olarak, Bediüzzaman’dan bahsederken aslında onun ruhuyla bağlı olduğu; uğruna toplumun hayatını dahi feda etmeyi göze aldığı İslâm’ın toplum, devlet ve hürriyet anlayışını konuştuğumuzu belirtti. Ancak bugün Türkler gibi Kürtlerin de taleplerini laik ve demokratik ulus-devletten talep ettiğini, bu yüzden taleplerin yöneltileceği bir “İslâmî makam” bulunmadığını ifade ederek, bu tasavvurun bugünkü sistem içinde nereye oturtulacağının doğru şekilde değerlendirilmesi gerektiğini söyledi.
Geçmiş hatalar bugün yaşanan sıkıntıların zeminini hazırladı
İkinci olarak, Bediüzzaman’ın kendi Kürt kimliğini inkâr etmeden; İslâm kardeşliği ve o günün şartlarında anayasal vatandaşlık anlayışı içinde meseleleri buluşturduğunu hatırlatan Ekmen, bugün de benzer bir örtücülüğün söz konusu olabildiğini belirtti. Özellikle İslâmi camiada ümmet söyleminin yanlış anlaşılması hâlinde, Kürtlerin yaratılıştan gelen kimlik hakları ve vatandaşlık taleplerinin gölgelenebildiğini dile getiren Ekmen, bunun zihin ve duygu dünyasında ciddi yaralar açtığını vurguladı. “Yoksa bu kadar İslâm dışı bir örgütün Kürtlerde bu kadar yer bulması; Bediüzzaman’ın Münazarat’ta anlattığı sosyoloji düşünüldüğünde mümkün müydü?” diye soran Ekmen, bunun yalnızca örgütün başarısı değil, aynı zamanda devletin, İslâmi camiaların ve Müslümanların kendi hatalarının da bir sonucu olduğunu ifade etti. “Biz Kürde ümmeti hatırlattığımız kadar Türke de ümmetin bütün renklerini yok sayan tekçi anlayışın yanlışlığını ve doğurduğu problemleri hatırlatmakla mükellefiz” diyen Ekmen, meseleyi sağlıklı bir zeminde konuşmanın önemine dikkat çekti.
Tek parti dönemi siyaseti Kürtlerde derin tahribat oluşturdu
Dicle Üniversitesi Öğretim Üyesi Vahap Coşkun ise, konuşmasında Kürt meselesinin sadece bölgesel değil, Türkiye’nin tamamını ilgilendiren bir mesele olduğunu belirtti.

“Kürt meselesi, İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Antalya’da, Mersin’de, kısacası Türkiye’nin dört bir tarafında yaşayan insanların meselesidir” diyen Coşkun, meselenin esas itibariyle etnopolitik bir problem olduğunu ifade etti. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana izlenen üç siyasetin —asimilasyonist Türkçülük, katı laiklik ve sert merkeziyetçilik— Kürtlerde ciddi tahribatlara yol açtığını belirterek, “Asimilasyonist Türkçülük Kürtlüğün kaybına, sert merkeziyetçilik özerkliğin kaybına, katı laikçilik ise dinin kaybına sebebiyet vermiştir” dedi. Bu kayıpların Kürtlerin sisteme itirazına zemin hazırladığını ve tarih boyunca farklı biçimlerde tezahür ettiğini dile getiren Coşkun, yaşanan çatışmaların da bu itirazların bir sonucu olduğunu ifade etti.

Kalıcı çözüm, devletin zihin değişikliğiyle mümkündür
Yeni sürecin ümit verici olduğunu, ancak geçmişte birçok çözüm girişiminin sonuçsuz kaldığını hatırlatan Coşkun, “Bu süreç Kürt meselesinin iki boyutundan birini, yani şiddet boyutunu çözme potansiyeline sahiptir” dedi. Sürecin, Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerini karşılamak için değil, bölgesel ve jeopolitik gerekçelerle başladığını belirtti. Buna rağmen şiddetin ortadan kalkmasının siyasî alanı güçlendireceğini ve hak arayışlarının kriminalize edilmesini önleyeceğini vurguladı. Coşkun, kalıcı bir çözüm için anayasal değişikliklerin zorunlu olduğuna dikkat çekerek, “Vatandaşlık tanımı, yerel yönetimlerin yetki düzeyi ve anadilde eğitim gibi temel konularda reform yapılmadan bu mesele çözülemez” ifadelerini kullandı. Türkiye’nin daha demokratik ve eşitlikçi bir yapıya kavuşabilmesi için devletin “Kürtleri tehdit olarak gören zihniyetten kurtulması” gerektiğini belirten Coşkun, “Kürtlerle barışan, Kürtlerin eşitliğini hem fiilî, hem zihnî hem de fikrî olarak kabul eden bir paradigmatik değişiklik ve bunu taçlandıracak hukukî bir değişiklikle, Türkiye’nin daha demokratik, daha adil ve daha eşitlikçi bir düzen inşa edebileceğine inanıyorum” dedi.
Medya dili barışın önünü açmalı
Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Felat Bozarslan, konuşmasında sürecin en önemli ve en az konuşulan boyutlarından birinin medya dili olduğunu vurguladı.

“Türkiye’de merkez medya bu süreci tam anlamıyla anlayamadı veya ayak uyduramadı” diyen Bozarslan, barış ve çözüm süreçlerinde iletişimin gücünün yeterince kullanılmadığını ifade etti. Medyanın diliyle toplumları etkileme gücünün büyük olduğunu belirterek, “Eğer dil barışın dili olsaydı, kamuoyunun bu sürece hazırlanmasında çok ciddi bir mesafe alınabilirdi” dedi. Haberciliğin tarafsızlık, bağımsızlık ve etik ilkelerinden taviz vermeden barışın diliyle buluşması gerektiğini vurgulayan Bozarslan, “Hakikati konuşmaktan vazgeçmiyoruz, sadece hakikati barışın diliyle ifade etmekten söz ediyoruz” ifadelerini kullandı.
Gazeteciler barışın ve kardeşliğin diliyle konuşmalı
Bozarslan, medyanın toplumu birleştirme gücüne dikkat çekerek, bölgesel basının bu süreçte öncü bir rol üstlendiğini söyledi. “Bu süreçte dili en hızlı şekilde barışın ve çözümün dili haline getiren kesim yerel gazetecilerdir” diyen Bozarslan, dezenformasyonun süreci zehirleyen en büyük tehdit olduğunu ve gazetecilerin her iki tarafın hassasiyetlerini gözeten bir dil kullanması gerektiğini vurguladı. “Artık biz gazeteciler, ülkemizde insanların ölmesini değil, diyalogla çözülen sorunların haberini yapmak istiyoruz” diyen Bozarslan, barışın dilini topluma taşımanın mesleki bir sorumluluk olduğunu ifade etti. “Barış süreci sadece siyasî değil, bir dil ve vicdan meselesidir. Bu dili toparlayacak olan da yine gazetecilerdir” şeklinde konuştu.
DEVAM EDECEK