Her sabah olduğu gibi annesi Ahmet’in üstünü giydirdi. Bir güzel kahvaltı yaptırdıktan sonra eşi Enver Bey’e:
-İstersen Ahmet’i okula sen götür.
Eşi:
-Tabiki hanım, götürürüm.
Daha sonra sallana sallana okulun yolunu tuttular. Ahmet bir ara yolda sendeledi ve yere düştü. Dengesini kaybeden Ahmet’i babası hemen yerden kaldırdı. Enver Bey oğlunu kucakladıktan sonra üstündeki tozları silmeye başladı. Neyse ki önemli bir şeyi yoktu. Ahmet babasına dönerek:
- Baba”, her düştüğümde beni kaldırır mısın?
Baba:
- Merak etme yavrum ben hep senin yanında olacağım.
Babası Ahmet’i okula bıraktıktan sonra doğru işine gitti. Akşam olmuştu. Enver Bey iş çıkışında Ahmet’i okuldan almaya gelmişti. Babasını okul kapısında gören Ahmet çok sevinmişti. Çünkü genelde annesi alırdı onu okuldan. Baba-oğul okul çıkışında ilerlerken rüzgârın etkisiyle sallanan bir dükkânın levhası Ahmet’in üzerine düştü. Ne olduğunu anlayamayan baba, hemen oğlunu hastaneye kaldırdı. Hastane koridorunda gözü yaşlı baba kendi kendine: “Başıma bu da mı gelecekti, Allah’ım neydi günahım, ben ne yaptım ki Allah’ım Sana, bu belâ beni buldu” gibi sözlerle hayıflanıyordu. Enver Bey’in bu feryadı ve hayıflanması, karşısında bekleme koltuğunda oturan adamın dikkatini çekmişti. Enver Bey olayın şokundaydı hâlâ. Olup bitenleri içine sindiremiyordu. Karşısında oturan adam:
- Selâmün aleyküm geçmiş olsun dedi. Sonra ellerini koltuğa doğru işaret ederek oturmasını istedi. İhtiyar adam, yanına oturan Enver Bey’e dönerek:
-Merhaba benim adım Şamil. Az önceki serzenişiniz dikkatimi çekti onunla ilgili konuşmak istedim, vaktiniz var mı acaba?
Enver Bey şaşırmıştı, söylediklerini üzüntüden hatırlamıyor gibiydi sanki. Düşünceli düşünceli:
-Az önce ne söyledim ki ben?
-Başıma bu da mı gelecekti, Allah’ım neydi günahım, ben ne yaptım ki Allah’ım Sana, bu belâ beni buldu dedin.
Enver Bey o ana kadar kullandığı bu cümlelerin mahiyetini hiç düşünememişti. Ne söyleyecekti ki bu ihtiyar. Şaşkın şaşkın:
-Amca ne söyleyeceksen söyle! Zaten derdim başımdan aşkın uğraşamam seninle!
İhtiyar adam hemen söze girerek:
-Bak evlâdım Allah sadece günah işleyenlere mi sıkıntı, belâ, dert veriyor sanıyorsun. Maalesef böyle bir algı toplumda çok yaygın. Oysa Allah sevmediği kullarını değil; en sevdiği kullarını çok çetin musîbetlerle imtihan eder. Meselâ Allah, Hz. İbrahim’i oğlu Hz. İsmail ile, Hz. Yakub’u oğlu Hz. Yusuf ile imtihan etmiştir. Şimdi sormamız gereken şu: Bu peygamberlerin günahları çok olduğu için mi Allah onları çeşitli belâlara tabi tutmuştur? Tabi ki Hayır! Bu saydığım sadece bir kaç örnek. Çoğaltabiliriz. En büyük belâlar peygamberlere gelmiştir. Sonra sırasıyla fazilet sahibi diğer insanlara... Sevgili Peygamberimizi (asm) düşün. Çocuklarının çoğu erken yaşlarda vefat ettiler. Hepimiz ekseri olarak çocuklarımızla imtihan ediliriz. O yüzden bu tür belâları sabırla karşılamamız gerekir. Allah kimi çok severse ona daha çok sıkıntı verir. Hz. Mevlânâ (ks) Mesnevî’de: ‘Sopayla kilime vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, tozu almaktır. Allah sana sıkıntı vermekle tozunu, kirini alır. Niye kederlenirsin?’ der. Bak ben yıllardır kızımla görüşemiyorum. Biz ailece köyde yaşıyorduk. Kızımı şehir dışından tanımadığım yabancı birileri istedi. Bende vermedim tabi. Kızım daha önce adamın (damadın) kaldığı şehre ablasını ziyarete gittiğinde, bunlar orada tanımışlar birbirilerini. Sonra olan oldu, kızım bu adama kaçtı. Ve o gün bugündür benimle görüşmek istemiyor. Torunumu daha önce gizli gizli bir kaç kez görme şansım olmuştu. Damadımı ise öyle uzaktan görmüşlüğüm var ve oda beni hiç görmemiştir. Kızım üzülmesin ve onların huzurunu bozmayayım diye damadımla da görüşemedim... Şimdi ise torunum içerde ölüm kalım savaşı veriyor. İşte görüyorsun, Allah bizi her an imtihan ediyor. Dayanıklı olmamız lâzım.
Enver Bey yediği şefkat tokadıyla hayrete düşmüştü. Gafletin verdiği düşüncesizlik yüzünü kızartıyordu. Pişman olmuştu söyledikleri için. İhtiyar adama dönerek:
-Demek Allah beni kendine yaklaştırmak ve hatırlatmak için bana bu belâyı verdi. Şimdi bu kaza olmasaydı ben Allah’ı anmayacaktım. O’na duâ etmeyecektim. Senin de söylediğine göre Allah sevdiği kişilere daha çok belâ ve sıkıntı verir. Madem öyle neden isyan ediyorum ki, bilâkis şükür etmem lâzım. Keşke daha önce düşünebilseydim.
-Bak evlâdım burası bir hastane. O kadar insan hasta ve şifa bekliyor. Allah mü’minlere daha çok hastalık, dert, belâ gösterir ki; âhirette temiz bir şekilde sorguya çekilebilsinler. Yani günahlarından arınmış bir şekilde. Çünkü bu saydıklarımız günahların silinmesine, sevapların artmasına vesile olur. Hem Allah her günah işleyene hemen ceza vermez. Belki tövbe eder diye tehir eder. Yüce Kur’ân’da şöyle buyrulur: “Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı.” (Fâtır, 35/45) Gelen musîbetleri nimet bil, öyle yaşa. Hakk’ın takdirine hiçbir zaman karşı çıkma. Dert, belâ, musîbet ve hastalıklara kanat ger. Said Nursî Hazretleri Hastalar Risalesi’nde der ki: “Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve afiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhiretini unutturur... Hem hastalık, insandaki aczini, zaafını ihsâs eder (hissettirir)”
O sırada gelen doktor muhabbeti bölerek: “Beyefendi geçmiş olsun. Oğlunuzun durumu iyi. İlerleyen saatlerde inşallah daha da iyi olacaktır” dedi. Enver Bey:
-Allah razı olsun Doktor Bey. Çok teşekkür ederim. Şimdi çocuğumu görebilir miyim?
Onay aldıktan sonra tebessüm ederek:
-Şamil Amca hadi benim oğlanı görmeye gidelim.
Sonra hasta odasına doğru ilerlediler. Odaya girdiklerinde Ahmet’i seyre daldılar. İkisi de bir an susuvermişlerdi. Tebessüm eden yüzleri gözyaşları ıslatıyordu. Şamil Bey o an sanki orada değildi. Bir özlem var sanki içinde. Derin bir nefes çekti. Üzerinde yılların vermiş olduğu yorgunluk vardı. Ellerini birden semaya açarak: “Hamdolsun Allah’ım sana. Her şey için şükürler olsun” dedi.
Birden odanın kapısı açıldı. Gelen Enver Bey’in eşiydi. Ağlayarak içeri gelen Sümeyye Hanım, önce gözü Ahmet’i aradı. Sonra telâşlı bir şekilde eşine dönerek:
-Ahmet’im nasıl, ne oldu ona?
Enver Bey:
-Merak etme hanım, şükür ki durumu iyi. Bak seni Şamil Amca’yla tanıştırayım dedi.
Sümeyye Hanım içeri girdiğinde sırtı kapıya dönük olan Şamil Amca’yı fark edememişti üzüntüden. Sakinleşen Sümeyye Hanım, Şamil Amca’yla karşı karşıya kalmışlardı o an. Ortalık buz kesmişti. Gözlerine inanamıyordu. İhtiyar adamı önce baştan aşağı süzdü. Sonra kafasını eşine doğru çevirdi. Şaşkınlıkla tekrar ihtiyara döndürdü yüzünü. Evet, karşısında duran kişi babasıydı. İkisi de yoğun duygularla birbirilerini izlediler. İkisinin gözlerinde geçmişin hatıraları canlanıyordu. Ne yapacağını şaşıran Sümeyye Hanım, birden babasının boynuna sarıldı. Ağlaştılar. Hem sevinci hem de üzüntüyü birden yaşamanın burukluğuyla babasının ellerini öptü. Sonra eşine dönerek:
-Bak bu benim babam Enver. Yıllarca görmek istemediğim adam buydu işte. Ama çoktan pişman olmuştum, biliyorsun. Allah beni affetsin, ona karşı çok hatam oldu. Ben istemediğim halde yine de yıllardır peşimizi bırakmadı. Ve artık bende onu asla bırakmayacağım. Onun bir gölge gibi bizimle olduğunu hissederdim çoğu zaman.” dedi.
Enver Bey şok olmuştu. Bu bir şaka olamazdı her halde. Kendisine yakın hissettiği bu adam demek ki kayınbabasıydı. Olup bitenlere anlam veremiyordu. Şaşırmıştı… Gülümsedi... Dayanamadı, kayınbabasının elini öptü önce. Sarıldılar birbirilerine. Konuşacak çok şey vardı. Derdini anlatacak, içini dökecek, kendilerine rehber olacak kişiye kavuşmuşlardı. Şimdi hepsi birden şükür ve sabretmenin önemini bir kez daha iyi anlamışlardı.
ABDULHAKİM AK