İnsan esir düşmüştür dünya hayatına, doğar doğmaz sarmıştır prangalar etrafını. Yalnız olmadığı hissi verilir zavallıya. Hiç yanından ayrılmayacağını sandığı sıcacık iki el tutmuştur bir kere ellerini. Nasıl düşünsün ki yalnızlığı, vuslatı, özlemi…
Kral babasının deniz üzerinde inşa ettiği kule gibi özeldir ana-baba yanındaki anları. Ama aynı kule yetersizdir onu korumaya. Çünkü zaman büyütür insanı ve çeker onu kalabalıklar arasına. Bir yanda duyulması güç bir ses ve zayıf bir el; öte yanda kulakları sağır eden uğultusu ve çekim gücüyle kalabalıklar… Karşı koyamaz insanoğlu bu güce, diğerleri gibi karışır kalabalıklar içine. Ve anlar öte taraf olarak uzanan ellerinde o kalabalıklarda büyüdüğünü. Nereye baksa etrafında birileri… Kimi kendisine benzeyen, kimi hiç benzemeyen… Aranmaya başlar; gördüklerini gören, duyduklarını duyan, hissettiklerini hisseden başka kalpleri. Aslında bu aranma kaçıştır yalnızlık korkusundan.
Bir tohum misali toprağa düşer gibi düşmüştür insanoğlu dünya hayatına. Burada filizlenir, tomurcuklanır. Yalnızlığı bilmezken öğrenir, korkuyu tanımazken yaşar, çok mutluyken artık az da olsa mutlu olmanın yollarını arar bu esaret zindanında. Oysa ki ne kadar da yakındı mutluluk, huzur, beraberlik duyguları ona. Güven içinde, korkusuz ve mutluydu düşmeden önce dünyaya. Ruhun Hakk’ı kabullendiği âlem, özgürlüğün sınırlanmadığı tek yerdi. Kul oldukça özgür, bağlandıkça rahattı. Kabullendikçe mutluluk şerbetinden yudum yudum içmenin zevkini yaşardı. Aslına bakılırsa esir oldukça özgür, kul oldukça insandı. Bir gün sorulan tek bir soru ve verilen cevap yaşanan güzelliklerin hem bedeli hem imtihanı olmuştu:
-Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
-Şüphesiz sen bizim Rabbimizsin!
Güzeli ve güzellikleri seven gönlün imtihanı başlamıştı. Özgürlüğe müptelâ ruhun imtihan zamanıydı. İstediğini seçen iradenin tercihini kullanma vaktiydi. Ve insanı özelleştiren aklın denenme zamanıydı. Dünyaya yolculuk başlamıştı, ucu Adem ile Havva’ya bırakılmış bir suçtan. Her ruh vaktini tamamlayınca iner cennetin aynası olan arştan. Ve imtihan süresi belirlenmiştir herkes için doğum ve ölüm kıskacından. Dünyaya esaret zincirlerinin boynumuza dolanıp “Biz”i yok ettiği yer; yahut zincirleri yok edip “Ben”i “biz” yapan, “Biz”i oluşturan cennet köşesi olacaktı önümüze serilen. Ya yok olmanın mağlûbiyeti, ya var olmanın galibiyeti saracaktı her yeri.
Yalnızlığı öğrendiği yerdedir insan. Savaşı, özlemi, esareti, boyun eğmeyi, korkuyu, ümidi, önceki kadar olmasa da mutluluğu, huzuru, sevgiyi, özgürlüğü tattığı, ama hep yalnızlığı yudum yudum yaşadığı, ciğerlerine çektiği dünya hayatındadır.
Aslına bakılırsa kendini çözümlediği kadarınca yalnızdır insan. Çünkü yalnız olduğu kadar yalnızlıktan uzaktır. Yok olduğu kadar varlığa yakındır. Görmediği kadar keskin gözlere, duyamadığı kadar sağlam kulaklara, konuşamadığı kadar güzel dile sahiptir. Yok oluşa götürdüğüne inanılan her bir darbe, karşısında direndikçe kendisine döner. Ve bir mu’cizedir ki yok oluşu yok eder. Varlık âleminin büyülü dünyasına kapı açar. Kul olma varlığına… Aslında O’nu sevdikçe yaşadığını anlar ve yaşadıkça zaman ölür, zamansızlığın tadını çıkarır, zamanı en güzel kılanla. “Biz” olmanın muhabbetini hisseder, “Biz”liğin yok olmayan meydanında.
HÜLYA ÇİLEK
[email protected]