"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İslâm medeniyeti akıl ve bilgi üzerinde yükselmiştir

03 Ocak 2020, Cuma 01:40
Doğruyu arama ve delile dayanma, İslâmî ilimlerde, özellikle de kelâm ve fıkıhta; ayrıca kanunlaştırma faaliyetinde temel bir ilkedir. Yasama faaliyeti siyasî gücün irade beyanından ibaret değil gerçekte içtihadlara dayalı bir kanunlaştırma faaliyetidir.

3. Bilgide Delile Dayanma: Burhan İlkesi

Taklit ve Taassuptan Kaçınma

İslâm tarihinde taklit ve taassup zaman zaman bir faaliyet alanı bulmakla birlikte, bir dünya medeniyetinin kesin olarak ilim ve fikir dünyasındaki canlılığın sonucu olduğu açıktır. Tarihte İslâm medeniyeti, bir dünya medeniyeti olarak önemli bir yere sahip olmuştur. Bunu oluşturan şartlardan biri, elbette taklit ve taassubun egemen hâle gelmeyişidir. Oysa İslâam medeniyetinin varolduğu çağlarda Batı’da taklit, taassup ve cehalet egemen olmuş, Batı bu sorunu aşmak için kurumlaşmış dinden uzaklaşmak zorunda kalmıştır. “Nasârâyı ve emsalini havalandırarak dalâlet derelerine atan, yalnız aklı azil, bürhanı tard ve ruhbanı taklit etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecellî ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhanla takallüdü ve akılla meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desâtirine mutabakat ve muhakâtıdır.”12

İslâm’da ruhban sınıfı yoktur. Ulemâ, dinî bir sınıf değildir; ancak toplumu bilgilendirmek, eğitmek ve yeni meselelere ilmî çözümler getirmekle görevlidir. Yetki âlimlerde değil, ilimdedir. İslâm’ın mensupları da ruhbana değil burhana tabi olur; bilgi, bilinç, duygu ve irade boyutlarıyla imana yönelir. 13 Dolayısıyla, başka dinlerde ruhbanlarca paylaşılan otorite İslâm’da ilâhî mesaja, hürriyetle genişleyen ve hürriyeti genişleten akıl ve ilme aittir. İslâm, “...aklı istişhad ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale ediyor, tahkike sevk ediyor. Onunla, ehl-i ilim ve ashab-ı akla, din namına makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i tefekkürü susturmuyor, körü körüne taklit istemiyor.” 14 Dolayısıyla diğer dinlerin aksine İslâm’ın temel bir özelliği de “otorite” yerine “prensip sahibi oluş”u benimsemesidir. İslâm, Allah’ın elçileri, habercileri ve vahiyleri dışında hiçbir fert, grup veya kurumu dinî bir otorite olarak kabul etmez. Kur’ân-ı Kerîm’i ve Kur’ân’ın ilkelerini önceleyen dinî veya siyasî bir makam tanımaz. Bu sebeple de kitaplar ve içtihatlar, Kur’ân’a ayna ve mercek olmalı, onun yerine geçen bir vekil olmamalı ve Kur’ân üzerinde gölge oluşturmamalıdır. 15

Günümüzde hürriyet fikri ve hakikati arama eğilimi neticesinde ruhban tahakkümünün ve onları taklidin kalkmaya başlaması da İslâm açısından ümit vericidir. 16 “Tasallut-u medeniyetin zamanında âlemin hükümranı ilim ve marifettir. Müvellidimedeniyet; ve şanı tezayüd; ve ömrü ebedî olduğundan herhangi devletin hayat ve müdebbiri olmuşsa, o hükûmeti kendi gibi kayd-ı ömr-ü tabiîden ve ecel-i inkırazdan tahlis ve küre-i arz kadar yaşamasına istidat vermiş. Kitab-ı Avrupa sahâifi bunu alenen gösteriyor.” 17 

Metodik Şüphe ve Tahkike Başvurma

Taklidi bir kenara atınca, gerçeği akılla kavramak için tecrübe ve verilerin üzerinde düşünmek, değerlendirmek ve bunun için de düşünsel faaliyete dinamizm veren şüpheyi, bilginin doğrulanması için bir metot yapmak gerekir. Kur’ân, taklidin ilmî bir değere sahip olmadığını vurgulamanın yanında, öncekilerin yolunu izlemeyi itikad haline getirip sırf bu bağlılık dolayısıyla hakikati peşinen reddedenlere ‘metodik şüpheyi’ sunmuştur: “Onlara (müşriklere) “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiği zaman onlar, “Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız.” dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” 18

İlmî araştırmaya yönelten yaklaşımın temelinde de metodik şüphe vardır. Metodik şüphe, aslında, bilim, düşünce ve ifade hürriyetini temellendiren, tartışma ve mukayeseyi haklılaştıran bir esastır. Metodik şüphe, doğru kabul edilen bilginin eksik ve yanlış olma ihtimali, yanlış kabul edilen bilginin de doğru veya haklılık payına sahip olma ihtimaliyle yola koyulmak demektir. 

Bir bilginin ifadesine izin verilmez, farklı düşünen insanlar susturulursa iki fırsat kaçırılmış olur:

- İlki, yanlışı bırakıp doğruyu almak

- İkincisi, mukayese sonucunda hakikatin farklılıklarını fark etmek, doğruyu daha açık şekilde anlamak ve şüpheleri gidermek.

Ayrıca susturulan fikir yanlış dahi olsa, onda bazı hakikatlerin de bulunması mümkündür. Herhangi bir konuda umumî veya üstün bir fikir de nadiren hakikatin tamamı olur. Burada ifade ve bilgiyi paylaşma özgürlüğü, maslahat ilkesiyle temellendirilse de, aslında, nihaî temellendirme İlâhî imtihan öğretisine dayanır. Başka bir ifadeyle, İslâm’ın nazarında, akıl üzerinden vesayetin kalkması, yaratılıştaki İlâhî gayeye dayanır.

Bilgi sahibi Müslüman birey, ilgisini gayb konuları yerine akıl ve bilgi vasıtaları yoluyla şahidi kavramaya yöneltir. Bu bakımdan, gayb kavramı, bir yandan bilinebilir olanların (ma’lûm) sınırlandığını diğer yandan da insanın bilmek için aklî ve ilmî metotlara başvurması gerektiğini göstermektedir. Nitekim Kelâmcılara göre, gaybı anlamak için de şahidi (görünür âlemi) incelemek ve akılla istidlalde bulunmak gerekir. Burada araştırılan gayb da insanların geleceği değil ilahî sıfatlardır. 19 Dolayısıyla Müslüman’a yaraşır tutum, gaybı karanlıklarda arama ve gaybı bildiklerini iddia edenlere bağlanmak yerine aklını kullanmak ve bilginin yollarını takip etmek ve çalışmaktır. Büyücülük, falcılık, astroloji, kâhinlik ve medyumluk gibi eğilimlerin önemli bir sebebi bilgisizlik ve tevekkül eksikliğidir. Altını çizelim ki, Müslüman kelâmcılar, eşyanın hakikatini ve ilmi kabul etmeyen veya bundan şüphe eden ya da tamamen izafî sayan gruplara karşı çıktığı gibi, 20 yıldızlar, kahve telvesi vs. nesnelerde manevî güç ve sırlar aramaya da karşıdırlar. İslâm, bir yandan bilginin araçları ve yöntemlerine başvurmaksızın ilim elde etme iddiasını reddederken, diğer yandan da geçerli yol ve yöntemleriyle ulaşılan bilgi ve görüşlerin paylaşılmasını emreder. Bu sebeple görüş açıklamak, yalnızca bir hak değil, vecibedir de. Bu ret ve emir, ilim ve medeniyetin yükselmesini sağlayacaktır.

Kesin delile dayanma 

Taklit, başkasının sözünü delil aramadan kabul etmek olduğundan, aslen ilim yolu değildir. 21 İlim gerçekte, hakikatle örtüşen bilgidir ve onun şartı delildir. Bu sebeple, taklide dayalı bilgi, Kur’ân zan konumundadır. 22 Kur’ân, inanç ve davranışın taklid ve zan üzerine bina edilmesine karşı çıkar. 23 Taklit teşkikât; şüphe ve eleştirel yaklaşım ile yırtılır. 24 İmanın şüpheye yer vermeyişi, şüphe ile sarsılan taklid yerine tahkik yoluyla temellenen bilgiye dayalı olmasını gerektirir. Kelâm ilmi de imanın bilgi temeli olduğunu ve delillere dayanması; taklidin yerini tahkikin alması gerektiğini vurgular. İmanda temellendirmenin kabul görmediği fideizme yer vermez. Kelâmcıların çoğunluğu da Allah’ın ancak akılla bilinebileceği ve bu sebeple de inanç alanında düşünme ve istidlalin vacip olduğu düşüncesini paylaşırlar.

Farklı inanç, düşünce ve tavsiyeleri ifade edebilmeyi bir hak olarak kabul eden İslâm, kişinin delile dayanmasını, buna bağlı olarak düşünce açıklamasının da delil getirmek suretiyle olmasını öngörür. Bu sebeple çağı okuyan, geleceği ufuk edinen Müslümanlar, ileri sürülen fikirlerin yaldızlı ifadeleriyle yetinemez; kat’î delil ararlar: Bediüzzaman, bu konuda “Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddeâ, zihnimizi işbâ’ etmiyor. Burhan isteriz.” 25 der. “Taassup yerinde hak; safsata yerinde bürhan; tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez.” 26 İlmî ciddiyet ve etik duyusu, fikirlerin, delile ve sağlam temellere dayanmasını gerektirir. Bu, düşünme ve ifadenin insanın iyiye ve doğruya ulaşma amacına dönük olmasının gereğidir. Ancak, bir düşünce ve ifadenin sağlam temellere dayanması ne hukuken şart koşulabilir ne de bu şart altında ifade hürriyetinden bahsedilebilir. Bununla birlikte delile dayanma, ilmî bir yaklaşım; ahlâkî bir değer; dinî bir sorumluktur.

Ferdin kendini geliştirmesinin ve insanlığın medeniyet alanında ilerlemesinin mihveri doğruluktur. 

Doğru yönde terakki, doğruluk ilkesine bağlıdır. Doğruyu arama ve delile dayanma, İslâmî ilimlerde, özellikle de kelâm ve fıkıhta; ayrıca kanunlaştırma faaliyetinde temel bir ilkedir. Yasama faaliyeti siyasî gücün irade beyanından ibaret değil gerçekte içtihadlara dayalı bir kanunlaştırma faaliyetidir. İçtihad ise ilmi yöntemlerle nasslar ışığında sorunlara çözüm getirmek, ideal olanı keşfetmektir. Bu da delillerle gerçekleşir. 

Dipnotlar:

12- Nursî, Bediüzzaman Saîd, Muhakemat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2009, 30-34. 

13- “Biz Kur’ân şakirtleri olan Müslümanlar, burhana tâbi oluyoruz, akıl, fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efratları gibi ruhbanları taklit için burhanı bırakmıyoruz. (Nursî, Hutbe-i Şâmiye, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2009, 33.

14- Nursî, Lemeât, 324.

15- Nursî, “Sözler”, I, 322.

16- “Papazların ve ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri ve ecnebîlerin körü körüne onları taklit etmeleridir. Bu iki mâni dahi fikr-i hürriyet ve meyl-i taharrî-i hakikat nev-i beşerde başlamasıyla, zeval bulmaya başlıyor.” Hutbe-i Şâmiye, 34.

17- Nursî, Bediüzzaman Saîd, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2009, 73-89.

18- Bakara, 2/170; Maide, 5/104. Ayrıca bkz. Lokman, 31/21.

19- Dikkat çekelim ki, bu konuda “Kelâmcılar, “kıyas’ kavramını kullanmaktan kaçınmışlardır. Çünkü kelâmcılara göre şâhit, tabiat ve insan âlemi; ğâib ise, ulûhiyet âlemi olduğu için birincisi için ‘asıl’, ikincisi için ‘fer’’ kavramını kullanmak uygun değildir.” Altıntaş, Ramazan, İslâm Düşüncesinde İşlevsel Akıl, İst. 2003, s. 282., Bakara, 2/216, 232; Al-i İmran, 3/66; Nahl, 16/74; Nur, 24/19.

20- Bir şeyin leh ve aleyhindeki delillerin eşitliği (tekâfu’u edille) fikrinden yola çıkarak hiçbir şeyin doğruluğunun ortaya konamayacağını ve beşerin asla yakîne ulaşamayacağını ileri süren ‘hisbâniyye/izafiyye (rölativizm)’, ‘sufistâiyye’ adıyla Kelâm kitaplarında eşyanın hakikati ve ilmin imkânı açıklanırken bir redd konusu olarak geçer. Bk. Nesefî, Ebu MuînMeymun, Tebsıratu’l-Edille fî Usûli’d-Dîn (nşr. H. Atay), Ank. 1994, I, 28; 

21- Ebu Ya’lâ, İbnFerrâ Muhammed b. Huseyn, el-Mu’temed fî Usûli’d-Din, thk. V. Zeydan Harrad, Beyrut 1974, s. 31.

22- Necm, 53/23.

23- 53/Necm, 23.

24- Nursî, Bediüzzaman Saîd, Münâzarât, 82.

25- Nursî, Bediüzzaman Saîd, Muhakemat, 32.

26- Nursî, Bediüzzaman Saîd, Muhakemat, 32.

Okunma Sayısı: 9570
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı