Prof. Dr. Mehmet Tikici, “Kurb-u Sultan, Ateş-i Suzan” başlıklı seminerinde, iktidar merkezine yakınlığın tehlikelerini ve ahlâkî sorumluluklarını anlattı. “Sultandan uzak durmak, kişiye hürriyetini kazandırır” diyen Tikici, Bediüzzaman’ın devletten gelen teklifleri reddedişini örnek gösterdi.
ANKARA - YASİR ÖZER
Yeni Asya Vakfı Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesi’nin iki haftada bir düzenlediği “Devlet ve Demokrasi” temalı akademik seminerlerinin geçen haftaki misafiri iletişim uzmanı ve emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Tikici oldu.
İktidara yakınlık tehlikedir
Prof. Dr. Mehmet Tikici “Kurb-u Sultan, Ateş-i Suzan” başlıklı konuşmasında şu ifadeleri kullandı: “Bir söz öbeği olarak ‘Kurb-u Sultan Ateş-i Suzan’ aslında kültürümüzün derinliklerinden günümüze uzanan şu gerçeği özetliyor: İktidar merkezine yakınlık, ‘tehlike’ demektir. Bu tehlikeyi İbnü’l Arabî şu şekilde nazara veriyor: ‘Allah’a yakın olan kimse, Sultan’a uzak olandır. Çünkü iki yakınlık bir arada bulunmaz.’ Vecizeleşmiş olan bu söz öbeğindeki ‘Sultan’ kelimesi etimolojik olarak Aramice’den ve Süryanice’den Arapça’ya geçmiştir. Bu dillerdeki kelime manası; ‘iktidar, egemenlik’ şeklindedir. İbranice’de de ‘tutma, (bir ülkeye) sahip olma’ anlamı taşır.
Ateşten gömlek
Edebî boyutta “kurb-u sultan”ın sevgiliye yakın olmanın ayrılık acısını anlatan bir metafor olduğunu belirten Tikici, siyasal anlamda ise şöyle konuştu: “Siyasî boyutta ise sultana yakın olmak, bir yandan büyük imtiyazlar içermekte iken diğer yandan iktidarın kendisi bizzat ateşten gömlektir. Bu açıdan ateş-i suzan; ‘iktidar olmanın sorumluluğunu’ da yansıtmaktadır. Nitekim bir grup sahabe Hz. Ömer’e; oğlunun kendisinden sonra halife olması yönünde dileklerini ilettiklerinde Hz. Ömer; ‘Bir aileden bir kurban yeter’ cevabını verir. Dolaysıyla geçici olan bu imtiyaz aynı zamanda büyük tehlikeler de içerir, bir yanlış adım, ‘sonu’ getirebilir.”
Sultanı kutsayan mitler
Tikici, iktidara yakınlığı cazip kılan iki ana mitin ‘sultanın kudsiyeti’ ve ‘devletin kudsiyeti’ olduğunu belirtti ve şunları söyledi: “Bu kutsama kesinlikle bir dayatma olmayıp tamamen sunum ve kabul ilişkisine dayanmaktadır. Yani ortada bir retorik ilişki ya da iletişimsel eylem veya iletişimsel rasyonalite söz konusudur. Eski Yunan’dan itibaren ilk dönem filozofları, sultanın hâkimiyetini meşrulaştırmak için başa geçen kişiye yönetme yetkisinin bizzat ‘tanrı’ tarafından verildiği anlayışını gündeme getirdiler. Hatta Çin hanedanları, hükümdarları ‘tanrının oğlu’ olarak görürken Antik İran’daki Elam Uygarlığında Hükümdar –haşa- bizzat ‘tanrı’ kabul edildi. İslâm siyaset düşüncesinde de devlet adamlarının hâkimiyetlerini meşrulaştırmak için dinsel metaforlardan, mottolardan ve sembollerden yola çıkıldığı görülmektedir. Örneğin Sıffın Savaşı’nda Hazret-i Muaviye, askerlerinin mızraklarının ucuna Kur’ân ayetleri yazılı bez parçaları takmış ve ‘Bize vuran dine vurmuş olur’ diyerek sultanı yani kendisini kutsamıştır.”
Cumhurbaşkanını da kutsayanlar var
Tikici, konunun günümüzdeki yansımalarına dikkat çekerek şöyle konuştu: “İbnü’l Arabî; ‘Allah âlemi bir düzen üzerine kurdu. Nizamda hikmet vardır, ama hikmetin sureti kutsal değildir’ diyor. Fakat zamanla toplumun bilinç altına yerleşen belki de zaten genlerinde mevcut olan ‘sultanı kutsama’ mitinin günümüzde somut bir şekilde tezahür ettiğine şahit oluyoruz. Örneğin; bir başdanışman, ‘yargının tanrısı’ diye tanımlanırken bir vekil, ‘Cumhurbaşkanı denince bize Allah gibi geliyor’ diyebiliyor.
Bediüzzaman’ın devlet mesajı
Tikici, “devletin kudsiyeti” mitine dair değerlendirmesine şöyle devam etti: “‘Örtük ve muğlak bir yanılsama’ olan ‘devletin kudsiyeti’ mitinin İslâm siyaset düşüncesinde iki tür görünürlüğü dikkat çekmektedir: ‘Devlet-i Ebed Müddet (Devletin Bekâsı)’ ve ‘hikmet-i hükümet’. Devlet-i Ebed Müddet (Devletin Bekâsı) meselesi şöyle açıklanabilir: Bediüzzaman Said Nursî’nin ‘Devletiniz ömr-ü ebediye mazhar olur’ ifadesinde olduğu gibi bu kelime hem İslâmî geleneğin dua üslubunu, hem de edebî bir derinliği yansıtan son derece anlamlı bir söz öbeğidir. Ancak bu mecaz-ı mürsel zaman zaman etik ve hukuk kurallarının hatta dinî emirlerin ihlâlini meşrulaştıran tehlikeli bir araç olarak kullanılmaya başlanmıştır.”
Osmanlı ve Cumhuriyet’in ortak hatası
Osmanlı döneminde meşhur kardeş katli uygulamalarını hatırlatan Tikici, bu uygulamaların devletin gereklerinin dinî gereklerin önünde tutulduğunu, devlet ile din arasındaki çatışmalarda devletin tartışma dışı bırakıldığını ve dinî emirlerin devlet gereklerine göre yeniden yorumlandığını söyledi. Cumhuriyet döneminde de benzer durumların yaşandığını belirten Tikici, ‘Devletin bekâsı için bir suçlunun günahıyla başkalarının cezalandırılması’ gibi uygulamaların, dinî gereklerin önüne geçtiğini ve Üstadın yaşadıklarından da bunun açıkça anlaşıldığını ifade etti.
Hukuk ve ahlâk ihlâli
Tikici, “hikmet-i hükümet” kavramını değerlendirerek şunları söyledi: “Bazı Emevî Hükümdarlarının pek çok usulsüzlüğü Müslüman dünyaya taşımak için uydurdukları bir kılıf olarak görülen ‘hikmet-i hükümet’in, özünde etik ve hukuk kurallarının ihlâlinden kaynaklı bir kirlenmeyi barındırdığı yaygın bir görüştür. Çünkü ‘devleti sürekli günah işlemek zorunda bıraktığı’ düşünülen bu kavram için ‘hukuku ve ahlâkı çiğneyebilmenin bilgisi ve uygulamasıdır’ tanımı yapılmaktadır.”
Hürriyetin zaferi
Sonuç olarak Tikici, Sultan’dan uzak durmanın şahıslara hürriyetini kazandırdığını belirterek, Bediüzzaman Said Nursî’nin manevî bağımsızlığını örnek gösterdi. Bediüzzaman Said Nursî’nin, kendisine teklif edilen vaiz-i umumilik, Meb’usluk, Dârü’l-Hikmet azâlığı ve Medresetü’z-Zehrâ içi bütçelerini reddedişinin bu duruşun göstergesi olduğunu vurgulayan Tikici, Üstadın gerekçesini şöyle aktardı: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, her birisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş görmüş” 1
Dipnot:
1-Emirdağ Lâhikası, mektup no: 2, s. 39