Risale-i Nur Enstitüsü tarafından bu hafta sonu Diyarbakır’da gerçekleştirilen “Doğu/Güneydoğu Meselesi”yle ilgili program, bilhassa bölgede büyük ses getirdi.
İki günlük programın birinci günü, masa çalışması şeklindeydi. Bu bölümde, daha önce katılımcılara gönderdiğimiz konunun ana çerçevesini ihtiva eden Risale-i Nur metinleri ışığında, mesele çok yönlü tartışıldı ve bu çalışmanın sonunda bir de sonuç bildirisi hazırlandı. Kamuoyuna açık bir şekilde gerçekleştirilen ikinci günkü oturumda hem sonuç bildirileri okundu hem uzman isimler tarafından değerlendirme konuşmaları yapıldı.
O kadar zor bir mesele ki… Programın başlığını bile koymakta zorlandığımız, henüz adını bile tam olarak koyamadığımız bir mesele… Acılarla yoğrulmuş bir coğrafyanın, kaybedilmiş hayatların, gözü yaşlı anaların, yitirilmiş istikballerin, yıkılmış hayallerin, zorbalıklarla çiğnenmiş haysiyetlerin, incinmiş gönüllerin, şiddetle susturulmuş dillerin, yırtılmış resimlerin… “şanlı tali’siz bir devletin, değerli sâhipsiz bir kavmin” tüm dertlerini ve ümitlerini bir başlığa nasıl sığdırabilirsiniz ki…
Kafalar öylesine karışık ki… Güven öylesine sarsılmış ki… Sadakat, uhuvvet, muhabbet öylesine gücenmiş ki… Atacağınız her adımda, söyleyeceğiniz her sözde, sarf edeceğiniz her kelimede o kadar dikkatli olmalısınız ki… Bu azametli kıtanın tarihini bilmek, sosyolojisini kavramak, inanç dünyasını anlamak, ruh âlemini çözebilmek ve ona göre konuşmak zorundasınız.
Şükürler olsun ki Risale-i Nur var. Risale-i Nur yalnızca bu bölgenin değil, tüm İslam âleminin ve insaniyetin parlak geleceğiyle ilgili yol haritasını insanlığa sunabilecek yegâne eserler olma özelliğini korumaya devam ediyor. Bu hafta sonu yaşayarak bunu bir kez daha görmüş olduk.
Diyarbakırlı fedakâr Nur hadimleri de bunun farkında olmalı ki, çok kritik bir süreçte tarihe mâl olacak bir programa ev sahipliği yaptılar. Takdir kelimelerinin hepsine lâyıklar; zira bu programla da görüldü ki, “bu coğrafyanın manevi mimarı Bediüzzaman’ın fikirlerinin dikkate alınmadığı bir süreç eksiktir” ve eksik kalacaktır. Başta bölge milletvekilleri olmak üzere, tüm katılımcıların ve konuştuğumuz herkesin defaatle ifade ettiği bu durum yalnızca Bediüzzaman’a duyulan bir muhabbeti değil, reel-politik ve sosyolojik bir gerçekliğin de ikrarıdır.
Üç gün misafir olduğumuz Diyarbakır’daki yaşadıklarımı ve izlenimlerimi yeri geldikçe paylaşmak isterim. Dile getirmek istediğim hususlardan birincisi programın başlığına gelen itirazlarla ilgili. “Neden “Kürt Sorunu” demiyorsunuz?” sorusuyla, daha “Kürt sorunu” bile diyemiyorsunuz, şeklindeki eleştirilere maruz kaldık. Elbette bu hususla ilgili çok şey söylenebilir, bu eleştirilerin haklı tarafları da olabilir.
Her şeyden önce sürecin hassasiyeti ve Risale-i Nur’un bize öğrettiği en önemli husus; bu meselenin etnik temelli tartışmalara yol açmadan çözüm yollarının Bediüzzaman tecrübesinden yararlanılarak gösterilmesidir. Bizatihi kendisi “sorunlu” olan “sorun” kelimesinin kullanılmasını elbette tercih edemezdik. Bizim kelimemiz “mesele” idi. “Kürt Meselesi” ifadesinin de bizzat Kürt kardeşlerimizi problemli gösteren, meselenin kaynağı Kürtlermiş gibi bir algı oluşturan, bizzat Kürtleri rencide eden, daha büyük sıkıntıların kapısını açacak etnik ve despotik bir kavramlaştırma olduğunu düşündük ve literatürde de tartışılmış haliyle, bölge ismiyle kullanmayı tercih ettik; rızaen lillah. Risale-i Nur’un dilini ve Bediüzzaman’ın Kur’ânî yaklaşımını yansıtabilmek bu hususlardaki öncelikli hassasiyetlerimiz arasındadır.
Bu mesele de öyle. Mesele Kürtlerin hakları meselesiyle; sonuç bildirisine yansıdığı şekliyle; “Kürtlerin hakları meselesi, bölge ülkelerinin demokrasi meselesidir. Mesele, temel hak ve hürriyetler ve adalet çerçevesinde ele alınmalı, ayrıştıran değil birleştiren bir düzlemde müzakere edilmelidir.”